Avrupa ve İslam arasında her dönemde teolojik ve coğrafi farklılıklardan kaynaklı asimetrik bir ilişki söz konusu olmuştur. Sürekli diri tutulan teolojik kökenli ön yargılar günümüzde göçmenlik, yükselen milliyetçilik, yabancı karşıtlığı, radikalleşme, şiddet ve terör gibi kaygılarla birleştirilerek güçlü korkulara dönüştürülmüştür.
Prof. Dr. Ali Gür/Gaziantep Üniversitesi Öğretim Üyesi
İnsanoğlu, tarih boyunca varlığının anlamını sorgulamış, yorumlamaya çalışmış ve anlam arayışını aralıksız sürdürmüştür. Akılla donatılan tek varlık olmasına rağmen metafizik unsurlar önemli oranda varlığını kuşatmıştır. Ayrıca fıtratı gereği tek başına yaşayamadığı için mutlaka birilerine ihtiyaç duymuş ve toplumsal aidiyetler oluşturmuştur. Ancak bu aidiyetler aynı zamanda içe kapanmayı ve dışarıdakini öteki olarak algılamayı da beraberinde getirebilmiştir. Bu perspektiften baktığımızda belirli bir kültür ve medeniyet havzasında yaşamını idame ettirenler için tarihsel bagajlar ve söylemler, kendi toplum ve medeniyeti dışındakileri öteki ve şüpheyle karşılanması gereken olarak algılamaya sebep olabilmiştir. Zira insan bilmediğine, aşina olmadığına karşı şüphecidir ve belirsizlik aynı zamanda korkutucudur.
Tarih boyunca toplumsal etki oluşturan din, insanlığın kültür/tecrübelerini oluşturan ve toplumlara yön veren bir olgu olması yönüyle uygarlıkların güçlü bir şekillendiricisi olarak değerlendirilmiştir. Bu yüzdendir ki dünyanın farklı coğrafyalarında milyonları aşkın dini hareket ve oluşumlar birbirlerini etkilediği gibi kültürel bir sistem olarak da sosyolojik yapılanmayı belirlemiştir.
Dinin araçsallaştırılması
Dini yapılanmaların çoğunluğu toplumu bütünleştirici ve ılımlı olarak değerlendirilirken bir kısmı da kuruluş veya ilerleyen süreçlerinde uluslararası örgütlü yapılara dönüşerek gizemli ve şiddet eğilimli bir hal alabilmektedir. Bu tehlikeli dönüşümde hareketin hangi dinden olduğu fark etmemektedir. Şiddet eğilimli bu örgütler, zamanla bir yandan legal görüntü vermeyi sürdürürken diğer yandan da illegal yapılanmaya gitmişlerdir. Aslında farklı coğrafyalarda ve farklı dinlerde benzer sonuçları görmek, amaçlara ulaşabilmek için dinin araçsallaştırılması ile ilişkili bir durumdur.
Felsefesi, bilimi, sanatı ve yerleşik kültür ve gelenekleri olmayan topluluklar tarihin her döneminde ortaya çıkmış ancak hiçbir zaman dinsiz bir toplum tarihte var olmamıştır. Bu yüzden din bir medeniyetin en güçlü şekillendiricisi olagelmiş ve tarih öncesi çağlardan beri çoğunlukla toplumsal gidişata yön vermiştir. Ancak din algısı medeniyetlerin oluşum ve yükselmelerinde önemli rol üstlendiği gibi medeniyetlerin çatışmalarında ve toplumsal olaylarda da tetikleyici bir etki göstermiştir. Doğu-Batı üzerinden medeniyetler çatışması da bu bağlamda değerlendirilebilir.
Sosyolog John Milton Yinger ve Emile Durkheim dini sahip olduğu nitelikleri itibariyle ilişkileri düzenleyen, düzeni koruyan, sosyokültürel dinamikleri etkileyen önemli bir güç olarak görürken; Karl Marx ise insanları, toplumları uyuşturan bir afyon olarak tanımlamış ve dinin psikososyal etkisinin farklı bir boyutunu gözler önüne sermiştir. Bu durum dinin yanlış şekillerde yorumlanmasıyla istismar edilebileceğine ve dini görünümlü radikal akımlar tarafından araçsallaştırılabileceğine yönelik bir fonksiyonu olduğuna da dikkat çekmiştir. Bu durum da dine, bazen bireyleri/toplumları ayrıştıran bir negatif algı yüklemiştir.
Batı ayrı ve farklı toplumlardan oluşan bütüncül ve çok kültürlü bir medeniyet olarak sunulurken çağdaş dünyada Batı karşısına çoğunlukla din ve mistisizm eksenli olarak sunulan Çin, Hint ve İslam gibi diğer medeniyetler konularak mukayese yapılmıştır. Oysa Weber her medeniyetin kendi doğal havzasında bağımsız bir zihinsel iklime sahip olduğuna ve bu zihinsel ortamın onların düşünme, tutum ve davranış biçimlerini önemli düzeyde etkilediğine dikkat çekmiştir. Diğer yandan modern toplumlarda aklın ve bilimin ön plana çıkmasıyla din artık geri plana hapsedilmeye çalışılmıştır. Sekülerizm üzerinden bir yandan dinin manevi boyutu geri plana itilirken diğer yandan da din bireysel bir tercih ve vicdani bir mesele olarak algılanmıştır.
Namık Kemal'in reddiyesi
Medeniyet ve din ilişkisi üzerine yapılan tartışmalarda Fransız tarihçi Ernest Renan'ın 1883'te "İslam ve Bilim" üzerine verdiği konferansın arkasından yaşanan gelişmeler önemli etki oluşturmuştur. Renan "Arap ilmi, Arap felsefesi, Arap sanatı, İslam ilmi ve İslam medeniyeti" terminolojilerinin bir yanılsama olduğunu iddia ederek Müslümanların Batı medeniyeti karşısında gerilemelerinin İslam'dan kaynaklı olduğunu ileri sürmüştür. İslam medeniyetinin tarihsel süreçte elde ettiği başarıların da İslam'a rağmen oluştuğunu ileri süren Renan, Semitik topluluklardan olan Arapların felsefe ve bilime yatkınlıklarının olmadığını, tarihte görülen felsefe ve bilim alanındaki ilerlemelerin ise aslen "Aryan" ırkından olan ve İslam'ı ancak yüzeysel kabullenen Farslar, Zerdüştler, Nasturi Hristiyanlar ve Yahudiler gibi Müslüman olmayan toplumlara borçlu oldukları iddiasında bulunmuştur. Renan'ın bu iddialarına İslam dünyasından itirazlar yükselmiş ve reddiyeler yazılmıştır. Namık Kemal'in yazdığı "Renan Müdafaanamesi" bu reddiyeler arasında öne çıkmıştır. Renan'ın ırk temelli ve önyargılı ideolojik düşüncelerine karşı çıkarak İslam medeniyetinde bilim ve felsefenin gelişim aşamalarını örneklerle açıklayan Namık Kemal, Batılı aydınların İslam'a karşı önyargılı ve tarafgir bir tutum sergilediklerini belirtmiştir. Renan, bu iddialarını genelleştirerek Türklerin de ırksal olarak ilmi ve felsefi düşünceden yoksun olduklarını dile getirmiştir. Namık Kemal'e göre D'Herbélot, Renan ve Hammer gibi Batılı aydınların mitleştirilmiş ve çarpıtılmış "Doğu" anlatıları tarihsel ve bilimsel gerçeklikle bağdaşmamaktadır.
Köken itibarıyla pagan bir geçmişi olan Batı'nın, aynı zamanda teolojik bir anlam karşılığı da bulunmaktadır. Doğu'da yani Levant bölgesinde ortaya çıkan Hristiyanlık, İbrahimi diğer dinler gibi Orta Doğu ve Mezopotamya kökenli olmasına rağmen Avrupa'da yayılımının akabinde Batı'nın dini haline gelmiştir. Aslında bir paradoks olarak Batı Hristiyanlaştıkça kökeni olan Doğu Hristiyanlığını da ötekileştirmiştir.
İslam (Doğu) hem bir dini hem de bir medeniyeti temsil ederken Batı ise bir medeniyeti ve geniş bir sosyokültürel coğrafyayı temsil etmektedir. Batı aslında Avrupa yerleşiminden ziyade belli bir yaşam tarzını, düşünce yapısını, yönetimsel sistemi, sosyoekonomik düzeni ve kültürü ifade etmektedir. Batı artık Londra, Paris, Viyana, New York, Barselona, Amsterdam sokakları ile sınırlı olmayıp Batı'nın küreselleşmiş hakimiyetini İstanbul'un sokak aralarında, Tahran caddelerinde, Beyrut eğlence mekanlarında, Delhi meydanlarında, Tokyo Metrolarında da görmek mümkündür.
Karşıtların çatıştığı bir ortam olarak sunulan dünyada medyanın da etkisiyle Doğu'nun güvenilir olmadığına yönelik bir önyargı hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Oysa arkeolog Ball, seyahatleri sırasında İslam dünyasında karşılaştığı misafirperverlikten ve samimiyetten bahsetmiş, İslamiyet'in kılıç ve zorlamayla yayıldığı görüşüne katılmadığını belirtmiş, bu nitelemenin en başta İslam kelimesinin anlamıyla uyuşmadığını dile getirmiş, bu tarz eleştirilerin Hristiyanlık veya Budizm'e de yöneltilebileceğini ifade etmiş, hatta bugünkü Hristiyan aleminin büyük bölümünün kılıç gücüyle Hristiyanlaştırıldığını belirtmiş, tarihin en büyük din değiştirme olaylarından biri olarak kabul edilen Orta Asyalı Türklerin İslam'a geçişinin tüccarlar ve davetçiler aracılığıyla bütünüyle barışçıl olarak geliştiğini vurgulamıştır.
Medeniyetler neden çatışır?
İslam ve Müslümanlar tarih sahnesine çıktığı dönemde, Batı temsilcisi Bizans ile Doğu temsilcisi Pers imparatorlukları aralarındaki uzun süreli hegemonik savaşlar sonucu yıpranmışlardır. İslam ordularının hızlı bir şekilde Pers ve Bizans topraklarına doğru fetihleri hatta İstanbul'a kadar gelmeleri bu zayıflamanın boyutunu bize göstermiştir. İslam ordularının Doğu'ya hakimiyeti sonrası artık Batılılar için Doğu sorunu İslam sorunuyla özdeşleştirilmiştir. Artık Batı Hristiyan dünyasını, Doğu ise Müslüman dünyasını temsil eder olmuştur. 1071'den itibaren Anadolu'ya akın eden Müslüman Türkler ile erken dönemde Haçlı ordusunun karşılaşması daha sonra oluşan Hristiyan Batı ve Müslüman Doğu mücadelesinin de dönüm noktasını teşkil etmiştir. Haçlıları Anadolu'da durduran Müslüman Türkler Haçlıların Doğu'yu fethetme umudunu da sonlandırmıştır. Bu yüzden Doğu sorunu artık bir Türk- İslam sorununa dönüşmüştür. Henüz daha İslam'ın doğuşu ve yayılışı ile birlikte Endülüs ve Abbasi hakimiyetlerinin ve medeniyetlerinin izlerini kabullenemeyen Batı, Selçuklular ve Osmanlıların çok dinli, çok dilli ve çok kültürlü medeniyet mefkûresini hiç hazmedememiştir. Avrupa'nın içlerine ilerleyen Osmanlı akıncılarının fetihleri ile arada sıkışan Doğu Roma İmparatorluğu'nun Sultan II. Mehmed tarafından 1453 yılında fethedilmesiyle büyük travma yaşayan Batı (Papalık), Doğulu olarak Türkler özelinde İslam Medeniyetini daha fazla hedef göstermiştir. Böylece din, medeniyetler çatışmasının ve savaşlarının temel unsuru olmuştur.
Her şeyin kökeni Batı!
Avrupa yayılmacılığı ve üsttenciliği için bir öz eleştiri yapan Ball, dünyayı sanki kendilerinin keşfettiği yönündeki anlatıların tutarsızlığından bahsederken İslam hakimiyetinden, Orta Asya ve Uzak Doğu'daki yayılışından hiç bahsedilmemesini eleştirmiş, günümüzde artık her şeyin kökeninin Batı olduğu zihniyetinin reel bir tarih yaklaşımı ile bağdaşmadığını yinelemiş, tarihi anekdotlarla Hristiyanlara göre Müslümanların daha hoşgörülü ve iletişime açık bir geçmişi olduğunu belirtmiştir. Avrupa ve İslam arasında her dönemde teolojik ve coğrafi farklılıklardan kaynaklı asimetrik bir ilişki söz konusu olmuştur. Sürekli diri tutulan teolojik kökenli ön yargılar günümüzde göçmenlik, yükselen milliyetçilik, yabancı karşıtlığı, radikalleşme, şiddet ve terör gibi kaygılarla birleştirilerek güçlü korkulara dönüştürülmüştür. Hristiyan Batı'da Müslümanlar ötekileştirilmiş, İslam'ı terk etmeleri istenmiş ve nihayetinde Hristiyan Batı ile Müslüman Doğu arasındaki çatışma kesintisiz sürmüştür. İslam üzerinden Doğu'ya yönelik bu ötekileştirici tarihsel bakış açısı günümüzde de değişmemiştir. European Union Agency forFundamental Fights (FRA) tarafından AB'nin 27 üye ülkesinden 23,500 kişi ile yapılan bir araştırma; bu ülkelerde yaşayan her üç Müslüman'dan birinin sadece son bir yılda bile ayırımcılığa ve her on Müslüman'dan birinin de aşağılanma veya sözlü/fiziki saldırıya uğradığını göstermiştir.
Her ne kadar Batı'nın bir Hristiyan birlikteliği olduğu Batı tarafından açıktan kabullenilmese de Komünist parti üyesinin de "Batı Hristiyan-Helen uygarlıktır" sloganını aşırı dindar Hristiyan gibi tekrarlıyor olması İslamofobinin teolojik kökenlerine dikkat çekici bir örnektir. Diğer yandan İslam'ı ve Müslümanları Batı'nın istikbaline yönelik ciddi bir tehlike olarak gören İtalyan yazar Oriana Fallaci'nin kendisini Hristiyan bir ateist olarak nitelemesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Her iki örnekteki Hristiyanlık vurgusu dikkat çekicidir, zira komünist veya ateist olması fark etmeksizin onlara göre İslam'ın karşısında Avrupa'yı güvende tutacak tek sosyokültürel koruyucu, Hristiyanlıktır.