ispatı içinde eleştiriler ve II. Abdülhamid

İsmail Öz / Sosyolog-Tarihçi
24.09.2016

Kim ne derse desin; bu millet ve yeni doğan her nesil II. Abdülhamid’i ve döneminde yapılanları hatırladıkça darbecilere, misyonerlere, işgalcilere karşı daha bilinçli, daha dirençli olacak. Bence asıl korkuları da buradan geliyor.


ispatı içinde eleştiriler ve II. Abdülhamid

Hayatta olduğu günlerden bu güne, hâlâ konuşulmaya devam eden bir devlet adamının, en yalın bakışla bile ne kadar önemli olduğu anlaşılabilir. Bu noktadan hareketle II. Abdülhamid hem muhalifleri hem de sevenleri açısından kuşku götürmez derecede önemli bir devlet adamıdır. Bu devlet adamlığının yanına bir de dinî önderlik boyutunu katarsanız bu önem çok daha büyük bir nüfuz alanına tekabül edecektir.

Hilâfet, kuşku yok ki padişahın seküler otoritelerinin çok daha üstünde bir öneme ve kabule tekabül etmektedir. Hindistan’dan tutun da Yemen’e, Arap Yarımadası’na hatta Balkanlara uzanan bu önemli nüfuz alanı, elbette hilâfetin/dinî liderliğin getirdiği bir diplomasiyle çok daha etkin yönetilmiştir. Kızı Ayşe Osmanoğlu onun, Muhammed Zafir Efendi, Rıfai şeyhi Ebu’l-Hüda es-Sayyâdî ve Yahya Efendi tekkesi Kadiri şeyhi Abdullah Efendi ile olan yakın ve düzeyli ilişkisinden bahseder. Bu, onun İslâm dünyası ile ilişkilerini inanç diplomasisi ile nasıl yürüttüğünü gösteriyor.

Merhamet ve feraset

Onu en yakın tanıyanlardan biri de son Mabeyn Başkâtibi Ali Cevat Bey idi. Halden sonra hazırladığı fezlekesinde, yapılan darbenin önünü ve arkasını, padişahın bunlar karşısındaki yaklaşımını birinci ağızdan çok açık ve net bir şekilde aktarmaktadır. Elbette tarih araştırmaları tekil kaynak üzerinden temellendirilemez. Fakat fezlekede yazılanların, hem görev sonrası kaleme alınması hem de diğer kaynaklarla olan tutarlılığı sebebiyle önemli olduğu kanaatindeyim. II. Abdülhamid’i yakinen tanıyanların hepsi onun merhamet ve ferasetini över. II. Abdülhamid’in bu meyanda hiçbir istibdadına yine hiçbir kimse hüküm veremez.

Ona “müstebid/zorba” ya da “kızıl” diyenlerin meşrepleri ve çıkarları, bu yakıştırmaların ne oranda haksız olduğunun kuşkusuz birer delilidir. Peki, kimdir bunlar? Gayet açık. Sultan’ın dirayetinden, zekâsından, İslâm coğrafyasının bir arada kalmasını sağlayan pozisyonundan rahatsızlık duyan başta misyonerler sonra da bunların etkilediği Batılı devlet adamlarıdır. Bir de tabii daha acı belki ama yukarıda ifade ettiklerimin tesirinde kalan, onların fikir çerçiciliğini yapan ve ne yazık ki Osmanlı vatandaşı olan işbirlikçileridir.

Bu işbirlikçiler ve Batılı olma kompleksiyle yanıp tutuşan zevat, bugün de hâlâ II. Abdülhamid’e saldırmaya devam ediyor. Birçok inancı ve milleti bir arada ve kardeşçe yaşatmanın ne olduğunu çoktan unutmuş ya da bu manada inkâr yolunu seçmiş bir zümre, bugünlerde de, Osmanlı’yı yok eden milliyetçi/kavmiyetçi anlayışların zehrini kusmaya devam ediyor. Hatta hayat tarzının zerresine itibar etmeyenler, milli şairimiz Mehmet Akif’i de kendilerine kalkan yapıyor. Oysa onun gibi daha pek çok Osmanlı münevverinin II. Abdülhamid ile ilgili eleştirilerinde nedenli yanıldıklarına olan vurgularını görmezden geliyorlar. Vatan Yahut Silistre piyesi sahnelendiğinde II. Abdülhamid’e de seyretmesi tavsiye edildiğinde verdiği cevap, ifade etmeye çalıştığımın endişeleri taşıyor. O, “Ben de tiyatroyu pek severim.” der ve  “lâkin” ile başlayan cümlelerinde de birçok inanç ve milletten müteşekkil Osmanlı için taşıdığı risklerden bahseder. Askerlerin de oyuncu olduğu bir tiyatronun, hatta milliyetçiliği körüklemek için kurulan kulüplerin taşıdığı tehlikeleri ifade eder. Sonrasını gayet açık bir şekilde gördüğü ise şu cümlelerinden net olarak anlaşılabilir; “Gidişe bakılırsa her kavim ayrı ayrı yaşamağa hazırlanıyor. Bu işler kolay zan olunmasın, pek müşküldür. Beni bir şeye karıştırmıyorlar. Ben de karışmak istemem. Amma işler bozulursa bir daha yerine gelmez.”

II. Abdülhamid’i eleştirenler aslında onun bir sembol olduğunu da ihmal ediyor. Bahsettiğim kesimin hiç hoşuna gitmeyen o malum benzetmeyi ben de yaparak şunu ifade edeyim. Tıpkı bugünlerde Recep Tayyip Erdoğan’a yapılmaya çalışılan kıskacın aynısı. Neden mi? O gün topraklarında bol petrol yatakları bulunan bir Osmanlı’nın dirayetli ve Batı’ya eyvallah etmeyen bir Padişahı vardı; bugün de petrolü olmasa da İMF’ye borcu olmayan, ekonomik istikrarı olan ve “gönül coğrafyam” dediği alanlardaki etkisiyle ABD ve Batı’nın hesaplarını bozan bir Türkiye’nin Cumhurbaşkanı var. Yani bu isimler değil de aynı vasıfları taşıyan kim olsa aynı şeyi bu defa da onlara yapacaklardı/yapacaklar. Bu gerçeğin sebebini de yine II. Abdülhamid’e verdirelim; “Bu adamlar beni istemezler, biraderi isterler. Çünkü bizim birader, zimam-ı idaresini başkalarına teslim eder. Fıtraten halim ve selim bir adamdır.”

II. Abdülhamid’e 100 yılı aşkın süredir dil uzatanlar, hakaret edenler, aşağılayanlar acaba onu ve ülkesini darmadağın etmeye çalışan İngiltere Hıristiyanlığı Yayma Cemiyeti’ne, Amerikan Board Teşkilatı’na iki çift laf edebilmişler mi? Bunların yanında Yahudi devleti kurma hayali taşıyan Siyonistlere, Osmanlı’nın zenginliklerinde gözü olanlara aynı insafsız tavırlarını ve dillerini yönlendirebilmişler mi? Osmanlı’nın dış borçlarının hamisi kesilmiş Meclis-i Mebusan vükelâsına bir şey diyorlar mı? Kaldı ki asıl o zaman “insaf” edeceklerdi...

Peki, bu insaftan yoksun kitlenin bu kadar hedefe koyduğu ve TBMM’nin son dönemlerde gerçekleştirdiği anma programlarını da temele koyarak zehirlerini kusmaya devam ettikleri şahsiyet aslında nasıl biriydi? Onların, işlerine gelmeyeceği için görmek istemedikleri II. Abdülhamid kimdi? Yine onlar, acınası kafalarıyla kalmaya devam edecek olsalar da, yazdıklarımızla onları mutsuz edeceğimizi de bile bile inandıklarımızı yazmaya başlayalım isterseniz.

Daima müteyakkız

Kendisinden çok ülkesinin ve milletinin hem de birliğinden sorumlu olduğu İslâm âleminin, altında kaldığı bu saldırıyı fark eden ve onun için de,”Bizim için hiç uyumamak, daima müteyakkız bulunmak farz-ı ayn olmuştur.” diyen bir padişahı anlayamamak onunla empati kuramamak, bu coğrafyadan ve İslâm kardeşliğinin sahasından yeteri kadar istifade edememiş olmayı da beraberinde getiriyor, bana göre.

II. Abdülhamid’i anlamak isteyenlerin mutlaka Yıldız Sarayı’nı ziyaret etmeleri gerekir. O zaman ne denli haksızlık ettiklerini göreceklerdir. Bütün icraatları ile ne kadar da zamanı yakalamış hatta Avrupa’nın hoşuna bile gitmesi gereken devrimler meydana getirmiş bir isimden bahsediyoruz aslında.

Saraydaki hekimlere, mimarlara, ressamlara baktığınızda ayrım yapılmadığını, gayr-ı müslim tebaadan da çok sayıda kişinin de olduğunu görebilirsiniz. Aynı şekilde devlet kademelerinde de benzer çokça örnek vardır. Saraydaki tiyatro binasını görebilir, orada sergilenen Batılı yazarların oyunlarını hatta çalınan Batılı müzisyenlerin eserleri kayıtlardan okuyabilirsiniz. Sergi ve müzeciliğe, doğaya, hayvanlara ve bitkilere olan merakını da görmezden gelemeyiz. Bugünkü İstanbul’un bile siluetini tarih kokutan pek çok yapı onun eseri. Batılı (Fransız) eğitim modeliyle okulların üç kademeli hale gelmesi, hatta daha sonra kendisini tahtından edecek olan gençlerin Avrupa’ya eğitim için gönderilmesi de yine onun döneminde olan şeyler.

‘Onları da dinleyin’

Hatta kızı onun kendilerine, “Bizim müziklerimiz hüzünlendirir, o nedenle Batı müzikleri de dinleyin.” dediğini aktarıyor. Okuduğu yazarlara baktığınızda da pek çoğu yine Batılı kalemler. Ve daha niceleri...

Aslında tüm bu yönleri düşünüldüğünde saldıranların mutlu olması gerekir. Bunlar, bir padişahın, Batı’nın güzel olduğuna inandığı şeylerini yapmaktan çekinmemesine işaret eder; hatta kompleksi olmadığına da...

Dünya ve özelde Batı bütün iletişim kanallarına ve hatta saniyeden daha kısa sürede bilgi aktaran sosyal medya gerçeğine rağmen bugün bile neden kara propaganda yapabilmektedir. Bunlara inanan Avrupa toplumları da ortadadır. Biz de onların yaptığı gibi toptancı bir dil kullanarak bütün Avrupa insanlarını suçlayacak değiliz. Fakat görüntüye yansıyan ve Batı’nın Türkiye’ye karşı temel felsefesini şekillendiren ana düşünce maalesef çarpıtanlara ait. Bu da yayın organlarını ellerinde bulunduran zihniyetlerin eseri. Algıyı istedikleri gibi şekillendirme gücü olan bu kesimler ve tabii kendilerinden başkasına demokrasiyi reva göremeyenler bu konuda lokomotif rolünde.

Osmanlı’yı bin 500’den fazla misyoner okuluyla ve tabi misyonerleriyle bölmeye çalışanlara karşı kendi toprağını korumaya çalışan, zehirleyen fikirlere karşı tedbir geliştiren bir devlet adamı daha fazla insafı hak ediyor kanaatindeyim. Filistin ve Beyrut civarında yapılanmaya çalışan ve Abdülhamid’siz bir Osmanlı’yı neden istediklerinin açık delili çalışmaları Yusuf Akçura’nın Filistin Mektupları’ından okuyabilirsiniz.

Kendisine suikast girişiminde bulunanların bile hayatlarını bağışlayan, Cuma Selamlığı’nda kendisine saygısızlık eden harp okulu öğrencilerini dahi sadece “Buraya gelmesinler, bırakınız beni, ecnebilere karşı düştüğümüz durum çok daha vahimdir” diyerek daha sonra kendisine acımayacak olanlara, aslında merhamet gösteren bir devlet adamına bu denli saldırı, kimden gelirse gelsin kabul edilmesi mümkün olmayan bir darbenin de onanmasıdır, kanaatimce.

Darbeyi gerçekleştirmeden sadece birkaç ay önce padişahın doğumunun sene-i devriyesinde hem de II. Meşrutiyetin ilanı vesilesiyle II. Abdülhamid’e methiyeler dizen İttihat Terakki’yi alkışlayanların, Batı’nın bölme oyununa düşenlerin varisleri, bugün de aynı geleneği devam ettiriyor. Asıl olan ve düştükleri oyunu gizleyerek, bugünkü iktidarı oyuna gelmekle suçlayıp, sonunu Abdülhamid’e benzetenler, içinde bulundukları gafletten habersiz midir?

15 Temmuz ve diğer darbelerde olduğu gibi, katliamlardan mesiyanist dinî manipülasyonlara kadar bir darbenin bütün bileşenlerini taşıyan 31 Mart Vak’ası kimleri mutlu etmiştir? Bana göre o gün mutlu olanlar, 15 Temmuz’da başarılamayan darbe girişimi, kimlerin hevesini kursağında bıraktıysa onların zihin dedeleridir.

Darbe öncesi tiyatro

O günlerde de, kandırılmış ve dini kendisine kisve yapan pek çok gurubun, bilindik darbe öncesi tiyatroları vardı. Adnan Menderes döneminde Ticani, 28 Şubat’ta Aczimendi, 15 Temmuz’da FETÖ/PDY olarak karşımızda duran bu yapılar o günde İttihad-ı Muhammedi idi. Üstelik her birinde “şeriat” isteyenlerin biyografileri ve istekleri çok çelişkiliydi. “Şeriat isteriz” dedikleri devlet adamlarının hepsi de “Aşırı dinci ya da dini politikaları öne çıkaranlar” olarak suçlanıyorlardı. Pek garip değil mi?  

İttihad-ı Muhammedi’nin Ayasofya’da gerçekleştirdiği Derviş Vahdeti önderliğindeki protestoları sadece Mabeyn Başkâtibi Ali Cevat Bey’in fezlekesinden aktarmayayım. Aynı günlerde Sarayda bulunan Yemenli diplomatlarda aynı protestoya şahitlik ederken, “İttihad-ı Muhammedi dedikleri bir gurubun nümâyişi”inden bahsederler.

Peki, akıl ve insaf sahiplerine şu son soruyu sorma hakkımız yok mu?

Sebepleri, aktörleri, hedefleri, olayları, sevenleri ve karşıtları bakımından bu denli benzerlikler gösteren, II. Abdülhamid ile Recep Tayip Erdoğan ve yaşadıkları arasında bir analoji yapmak, kimi neden bu kadar rahatsız eder?

Kim ne derse desin; bu millet ve yeni doğan her nesil onu ve döneminde yapılanları hatırladıkça darbecilere, misyonerlere ve işgalcilere karşı daha bilinçli ve daha dirençli olacak. Bence asıl korkuları da buradan geliyor. Asıl niyetini kendi içinde ifşa eden bu anlayışı artık hepimiz daha iyi tanıyoruz...

[email protected]