Shoah’ın, ‘büyük felaket’in, soykırımın kaymağını yiyerek bu felaketten aşağı kalmayacak felaketlere imza atan İsrail’in cezalandırıcı, intikamcı yapılanması adalet duygusundan yoksun bir saldırgan paranoyadan ibarettir.
MURAT GÜZEL/Yazar
Maalesef etik için, siyaset kendi meşrulaştırımına sahiptir. İnsanoğlunda siyaset için bir haklı çıkarma vardır. Şu an görebildiğim kadarıyla Siyonist düşünce, bütün mistisizmi ya da yanlış Mesihçiliği bir yana, siyasi bir düşünce olmakla beraber kendi etik meşrulaştırımına sahiptir... Bana göre Siyonizmin özü budur ve bu, silahları olan, caydırıcı ve gerekirse koruyucu olabilen bir orduya sahip, kelimenin bütün anlamlarıyla Devleti gösterir: Onun gerekliliği ahlakidir gerçekten de komşularımızı savunmak eski bir ahlâki düşüncedir. İnsanlarım ve akrabalarım benim komşularımdır. Yahudi'yi savunduğunuz zaman komşunuzu savunursunuz ve özelde de her Yahudi savunduğunda komşusunu savunur."
Etik ile siyaseti ayrıştırmak
Bu sözler Husserl ve Heidegger’dan yaptığı çevirilerle fenomenolojik geleneği Fransız düşüncesine tanıtan ve ‘etik’i ilk felsefe düzeyine yükselterek geliştirdiği düşüncelerle çağdaş felsefede önemli bir etki alanına kavuşmuş bir filozofa, Emmanuel Levinas’a ait.
Levinas bu sözleri 1984’te, tilmizi Alain Finkelkraut ile birlikte katıldığı ve Schlomo Molko’nun sunduğu bir radyo programı esnasında sarf eder. Sözlerin sarf edilme bağlamı ise 1982’de İsrail’in Lübnan işgali esnasında yaşanan feci bir olaydır. 28 Eylül 1982'de Sabra ve Şatilla katliamlarının ardından, "olası saldırıları önlemek ve güvenliği sağlamak amacıyla", falanjistleri bir provokasyonla kamplara sokan, yüzlerce kişinin katledildiği bu katliam hakkında soruşturma açtırmayı reddeden Begin'in ve İsrail'in tutumunun etik boyutudur.
“Siyaset ile etik’i ısrarla ayrı düşünen bir filozoftur Levinas” denerek bile savunulamayacak düşünceleri ileri sürmesine yol açan nedir Levinas’ın, modern felsefede “öteki” kavramının mucidi olduğu iddia edilen bu filozofun? “Öteki” Levinas için, “zorunlu olarak akraba olmayan, ama akraba olabileceklerden ibaret.” Bunu aynı söyleşide sarahaten vurgular. Onun için Filistinliler, Zenciler, Türkler, “öteki”nin asıl görünme sahnesi diyebileceğimiz toplum, siyaset ve tarih alanlarında Levinas için bir “öteki” olmaları mümkün olmayanlardır. ‘Öteki’nin sadece etik boyutla ve üstelik ‘akraba’ ve ‘komşu’ ilişkisiyle sınırlanması da yüz karasıdır doğrusu. Bu sınırlama beraberinde siyasal açıdan Levinas’ın komşu ve akraba olmayan herkesi ‘hasım’ olarak gördüğüne de işaret eder, bunlar ‘öteki’ bile olamayacak derecede düşük statüye sahip olanlardır.
Siyonizm ve sonrası
Levinas, Siyonizm’in kendi “etik meşrulaştırımı”ndan kasdını da şu sözlerle açımlar: “Yüzyıllardan bu yana dünyanın farklı yerlerinde cezadan muaf bir şekilde Yahudi kanı dökülmesini, Yahudilik durumunu belirleyen keyfiliği sona erdirecek bir yol ve politik çözüm.”
Levinas’ın bu sözleri Sabra ve Şatilla katliamlarının üstünden iki yıl gibi uzun sayılabilecek, yani olayın sıcaklık ve yakıcılığının ortadan kalkıp daha mesafeli, daha soğukkanlı bir tutum geliştirmenin mümkün olabileceği bir süre geçtikten sonra sarf etmesi de üzerinde durulması gerekli bir noktadır. “Olası saldırıları önlemek ve güvenliği sağlamak” gerekçesiyle çoluk çocuk binlerce insanı katletmek! Bundan daha âlâ keyfiliği giderici, caydırıcı bir politik çözüm olabilir mi filozofumuza göre? Keyfiliği gideren bir keyfilik!
Yahudiler ve olmayanlar
“Etik ile siyaset”i, belki de Siyonizmin pür özünü haklı çıkarabilmek kasd-ı mahsusasıyla özenle birbirinden ayırt eden ve birbirine kapatan Levinas’ın Sabra ve Şatilla katliamlarını soruşturmaya izin vermeyi bile reddeden Menahem Begin’i tartışmasız bir konuma getirmek için kullandığı argüman da ilginç: “Yüzyıllardan bu yana dünyanın farklı yerlerinde cezadan muaf bir şekilde Yahudi kanı dökülmesi…” Yani “öldürüyoruz, çünkü bizi de öldürdüler!” mantığı… Adalete dayalı bir mantık olmaktan çok, “intikam”a ait bir mantık. Ancak intikam alınmak gayesiyle öldürülenlerin “yüzyıllardan bu yana Yahudi kanı dökenler” olmayışı ise bahanenin geçersizliğini göstermeye yetiyor.
‘Politik bütün’ün kendi ‘etik meşrulaştırımı’nı ortaya koyarken bile keyfi davranan bir filozofun ‘etik’i “ilk felsefe”, felsefenin ötesindeki felsefe, felsefeyi yargılayan bir felsefe (Bütünlük ve Sonsuzluk kitabında, Heidegger’in ouvre’sini, Aynı’nın hükümranlığının yeni bir örneği olarak okur sözgelimi) olarak konumlamasına güvenilebilir mi? ‘Etik’in evrenselliğini ve ‘öteki’nin ötekiliğini “zorunlu olarak Yahudi olmayan, ama olabilecek komşu”lara indirgeyen Levinas’ın milliyetçiliği, Siyonizmi ve hatta ırkçılığı elbette aşikâr. Peki, ama ya buna bile sadık kalamıyorsa ne olacak?
6 Kasım Salı günü Çağlayan Adliyesi’nde görülmeye başlanan Mavi Marmara davası, bir bakıma Levinas’ın sunumuyla Siyonizm’in etik meşrulaştırımı olan İsrail devletini, bu devletin “caydırıcı ve gerekirse koruyucu olabilen ordusu”nu yargılamaya, tartışmaya açtı. Davada dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı Rau Gabiel Ashkenazi, Deniz Kuvvetleri Komutanı Eliezer Alfred Maron, Hava Kuvvetleri İstihbarat Sorumlusu Avishay Levi ve İsrail İstihbarat Başkanı Amos Yadlin "firari sanık" olarak yargılanıyor. Üstelik bu “firari sanıklar” üzerinde Türk Ceza Kanunu’na göre, kasten adam öldürme, kasten adam öldürmeye teşebbüs, kasten yaralama, yağma, deniz veya demiryolu ulaşım araçlarını kaçırma veya alıkoyma, mala zarar verme, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma ve eziyet etme` gibi atılı suçlar var.
Davada 37 ülkeden yolcu ve filoya İsrail tarafından gerçekleştirilen saldırıda hayatını yitirenlerin yakınları olmak üzere 490 kişinin “müşteki-mağdur” sıfatıyla yer alması da davanın uluslar arası meşruiyetini artırıcı bir işlevi de yerine getirdi.
Bu davanın sadece sembolik açıdan değil, aynı zamanda realitede de birçok siyasal-fikri etkisi olacağı muhakkak. Bu etkilerin hepsinin düğüm noktasında ise elbette İsrail’in uluslararası sistemde tuttuğu istisnai ve ‘dokunulmaz’ konum yer alıyor. İsrail’in bu layüs’el statüsünün sadece ahlaken değil, hukuki ve siyasi bağlamlarda da uluslararası ciddi tartışmalara yol açacak düzeyde tartışılabilir bir hale getirilmesi yolunu açan Mavi Marmara Davası’nın etkisi bu açıdan sadece sembolik değere sahip unsurlarıyla sınırlandırılamaz.
Kötülük ve keyfilik
Levinas’ın “keyfiliği gideren çözüm” olarak gördüğü, “caydırıcı ve gerekirse koruyucu olabilen bir orduya sahip, kelimenin bütün anlamlarıyla Devlet” olan İsrail’in bizatihi kendisini meşrulaştırmakta kullandığı unsurların bu şiddete yol açtığını göstermek, ortada hâlâ bir keyfiliğin, İsrail’in keyfiliğinin hüküm sürdüğünü dünyanın gözleri önünde tartışmak bu davanın daha görülmeden kazanıldığına da bir işarettir.
İsrail keyfiliğinin son örneğini bugünlerde Gazze’de yeniden yaşıyoruz. İsrail sözde kendini savunma ve HAMAS’ın attığı roketlere engel olma bahanesiyle Gazze’ye, dünyanın görüp görebileceği en büyük açık hava hapishanesine ya da daha iyi bir deyimle “toplama kampı”na hava saldırıları, deniz saldırıları sürdürüyor, kara harekatının da bu yazıyı yazdığımız sıralar eli, kulağında olduğu söyleniyor.
Başta ABD olmak üzere, Avrupa ve dünyanın diğer oyun kurucu unsurlarının da bu saldırı dolayısıyla İsrail’i “uyarmak” bir yana desteklediklerini; İsrail’in “kendini savunma hakkı”na destek veren açıklamalar yaptıklarını görüyoruz. Oysa hava saldırıları İsrail’in hedeflediğini iddia ettiği sonucu tahsil etmekten de uzak. Hava saldırılarının başladığı andan itibaren İsrail içlerine Gazze’deki direnişçilerin, el yapımı, yakıtı gübre olan 300’den fazla roket gönderdiği de gelen bilgiler arasında.
Bütün bunlardan sonra, realist ya da idealist bakımlardan, uluslararası ilişkiler kuramı açısından, sosyolojik ya da siyasi yönlerden bir yoruma gitmenin ne kadar güç olduğu; daha doğrusu bu tür yorumlarda bulunmanın ortada bütün cesametiyle duran bir şeyi, İsrail şiddetinin “keyfi” oluşunu gizlemek, bu şiddetin üstünü örtmek anlamı taşıdığını düşünüyoruz.
Bitmeyen intikam...
Siyaset ile etik’i birbirinden koparan bir bakış açısıyla ancak meşrulaştırılabilecek bir güç ve kuvvet gösterisinden başkaca bir anlama sahip değil İsrail’le temsiliyetini bulan şiddet. İsrail’in bu şiddetine bahane olarak gösterdiği “kendini savunma” saiki de basbayağı bir “intikam” arayışı. Modern kötülüğün mutlak tözü belki de İsrail şiddetini de var kılan şey. Shoah’ın, “büyük felaket”in, Hitler eliyle gerçekleştirildiği söylenen Yahudi soykırımının kaymağını yiyerek bu felaketten aşağı kalmayacak felaketlere imza atan bir devletin –alışılmış devlet ikiyüzlülüğünün ötesinde- cezalandırıcı, intikamcı yapılanması adalet duygusundan yoksun bir saldırgan paranoyadan ibarettir.
Mavi Marmara’daki sivil aktivistlerden onları öldürerek kendini koruyan bir devletin iki yaşındaki Gazzeli çocuklardan kendini koruma şeklinin de aynı olması, sadece varlığını idame ettirip toplumunun güvenliğini sağlama çabasına girişmiş bir devletin aşırı güvenlikçi yapısına indirgenemez elbette.
Bu devletin paranoyasının kökleri elbette, ‘öteki’yi sadece etik zeminde arayan düşüncelerde bulunabilir. Levinas’ın ‘öteki’ni etik alanda karşılaşılan bir figüre indirgeyerek komşu olamayacak, siyasi bakımdan farklı, etnik ve dini bakımlardan da asla Yahudi olamayacak insanları bu kavramsal alandan dışlamasına o yüzden pek şaşırmamalı.
İsrail devletinin paranoyasındaki en temel unsurlardan birinin de bu “öteki yokluğu” olduğu ileri sürülebilir bu yüzden. Öteki’yi bile kendi ‘aynı’sında bulan bu saldırgan paranoya, kendi “bütünlüğünü” ancak siyasi hasımlarını ortadan kaldırarak, doğrusu öldürerek sürdürebilir.
Dünyanın yaşadığı İsrail adı verilen korku filminin özeti, ötekisiz, yani etikten ve ilkeden yoksun, sadece güç ve kuvvet gösterisine dayalı bir siyasetin kaderinde bulunacaktır: Günün birinde, güç gösterisi yapan, keyfi ve ilkesiz şiddetiyle çevresindekileri yıldırma uğraşındaki kabadayıdan daha güçlü bir başkası gelir ve kabadayının hazin sonunu seyrederiz…