İsrail-Filistin çatışmasına Çin nasıl bakıyor?

Mustafa Tüter/ Akademisyen, Yazar
19.10.2023

Çin'in, Filistin-İsrail çatışmasının çözüme kavuşturulmasında bölgesel güvenlik dengelerini aşacak bir girişimde bulunmasını beklemek şu an için gerçekçi değil. Ancak “kalkınma yoluyla barış” yaklaşımının 2017 yılında anlamlı bir karşılık bulması gibi tarafları bir araya getirerek müzakere sürecini yeniden başlatmaya en yakın aktörlerden biri olduğu da doğru.


İsrail-Filistin çatışmasına Çin nasıl bakıyor?

Ortadoğu'ya yönelik yeni diplomatik girişimleriyle beraber Çin'in İsrail-Filistin sorununa nasıl yaklaştığı daha da önem kazandı. Son yaşanan gelişmelerde Çin'in benimsediği diplomatik tutumun İsrail'in beklentilerini karşılamadığı anlaşılıyor. Uluslararası sistemdeki değişim, Ortadoğu'da artan etkinlik arayışı ve İsrail'le var olan "özel" ilişki çerçevesi gibi Çin'in temel yaklaşımını şekillendiren ana faktörler bir noktada birleşiyor. O da sorunun giderek İsrail tarafından yönetilemediği gerçeği. Çin'in bakışına göre; İsrail-Filistin çatışması üç boyutta ele alınabilir. Tarihsel gelişim süreci içinde değerlendirildiğinde çatışmanın uluslararası güvenlik sorununa dönüşmesi, bölgesel diplomaside İsrail'in artan izolasyonuna bağlı olarak güvenlik tehdidi algısının genişlemesi ve İsrail'in ülkesel politikasının giderek radikalleşmesinin doğurduğu iç güvensizlik.

Uluslararası güvenlik sorunu

Filistin-İsrail çatışmasının barışçıl çözümünde Çin'in üçüncü taraf olarak müdahil olma arzusu çok kutuplu yeni dünya vizyonu çerçevesinde uluslararası güvenlik ve istikrarın çok taraflı bölgesel güvenlik işbirliği ve kalkınma girişimleri yoluyla gerçekleştirilmesi yaklaşımına dayanıyor. Çin'in "kalkınma yoluyla barış" önerisi, Filistin-İsrail işbirliğinin desteklenmesi çabalarını içeriyor.

Çin'in geçtiğimiz yıl uluslararası toplumla paylaştığı "Global Güvenlik İnisiyatifi" çerçevesinde İsrail-Filistin çatışmasına gönderme yapan yaklaşımı sorunun nasıl algılandığını net bir şekilde ortaya koyuyor. Uluslararası sistemde çok kutuplu düzene geçişin en önemli boyutunu oluşturan uluslararası güvenlik sorunlarının barışçıl bir şekilde çözüme kavuşturulmasında önemle üzerinde durulan "bölünmez güvenlik" yaklaşımı, Filistin-İsrail çatışması bağlamında "iki devletli" çözümü öngörüyor. Filistin topraklarının İsrail ordusu tarafından işgal altında olduğu gerçeği unutulmadan 1967 sınırları esas alınarak Doğu Kudüs'ün bağımsız Filistin devletinin başkenti olarak tanınması koşuluyla Filistin'in ve İsrail'in barış içinde bir arada yaşamasına destek veren bir çözüm savunuluyor. Ayrıca Çin, Filistin'in içsel uzlaşısı ve barış görüşmelerinin kolaylaştırılmasında aktif bir rol üstleneceğinin garantisini veriyor.

"Kollektif güvenlik" anlayışından farklı olarak Çin'in savunduğu "bölünmez güvenlik" yaklaşımı, BM merkezli uluslararası güvenlik şemsiyesi altında bölgesel güvenlik işbirliklerinin kurulmasına imkan veren bir özellik taşıyor. Bu anlamda Ortadoğu'da Arap Birliği ve Körfez İşbirliği Örgütü gibi bölgesel örgütlerin rollerinin desteklenmesini öngörüyor. "Bölünmez güvenlik" yaklaşımı, Filistin-İsrail çatışması gibi uluslararası güvenlik sorunlarına uygulanırken güvenlik-kalkınma bağlantısının önemine vurgu yapıyor. "Kalkınma yoluyla barış" önerisi, "Global Güney" ülkelerine yönelik yürüttüğü diplomaside "pozitif ekonomi diplomasisi" araçları ve daha yumuşak hegemonya karşıtlığı ve "haklı direniş" gibi siyasi unsurlarla pekiştirilmeye çalışılıyor. Bununla beraber genel olarak Ortadoğu bölgesine ve özelde Suriye'ye atadığı "özel temsilciler" aracılığıyla "anlaşmazlıklarda arabuluculuk" rolü üstlenme çabası içinde. Çok kutuplu düzene geçişte gelişmekte olan ülkelerin siyasi desteğine duyduğu ihtiyaç Çin'in Filistin-İsrail meselesine yaklaşımında belirleyici.

Bu çerçevede yeni güvenlik ve kalkınma aktörü olarak Çin'in artan "barışı koruma" rolünün yanında global düzeyde "proaktif barış inşası" rolünü üstlenme konusundaki istekliliği, özellikle Filistin-İsrail çatışması, Suriye ve Yemen krizlerinde daha belirgin. Kuşak ve Yol girişimleri aracılığıyla "çatışma sonrası yeniden yapılandırma"da aktif rol oynama beklentileri giderek artıyor. Çin'in hem Filistin'i hem de İsrail'i "Kuşak ve Yol"un ortakları olarak kalkınma işbirliğine teşvik etme çabaları ortak projelerin geliştirilmesi amacıyla "üçlü diyalog mekanizması" oluşturulması önerisini de içeriyor. Ancak Filistin-İsrail işbirliğinin geliştirilmesi konusunda arzu edilen düzeyde somut bir adım şu ana kadar atılamadı. Örneğin; Çin'in Hayfa limanına yaptığı yatırımların belirsizliği, ABD'nin İsrail'e yaptığı siyasi baskılar sonrası daha da arttı.

Ortadoğu bölgesel güvenliğinin "düğüm noktası"

Çin'e göre; ABD öncülüğünde yürütülen Arap-İsrail barış görüşmeleriyle Filistin-İsrail çatışmasının "marjinalleştirilmesi" gerilimin giderek tırmanmasına neden oluyor. Filistin-İsrail çatışmasının barışçıl çözümünde "önce Filistin-İsrail barışı, sonra Arap-İsrail barışı" ilkesinden vazgeçilmesi, İsrail'in bölgesel izolasyonunu derinleştirerek güvenlik tehdit algısını daha da genişletiyor.

Çinli analizciler tarafından Hamas'ın son saldırılarının "Filistin sorununun marjinalleşmesi" ve ABD'nin öncülüğünde yürütülen Suudi Arabistan-İsrail normalleşmesine karşı bir tepki olarak yorumlandığı görülüyor. ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik politikasında yüzleşmek zorunda kaldığı temel ikilem bir yandan İsrail'in güvenliğini öncelerken diğer yandan Arap müttefikleriyle ilişkilerini nasıl sürdüreceğidir. Bununla beraber Ukrayna Savaşı'nın etkileri ve Ortadoğu'da etkinliği artan Çin'in ve Rusya'nın diplomatik girişimlerinin sınırlandırılması ABD açısından yönetilmesi zor "yeni bir durum" ortaya çıkarıyor. Ortadoğu ülkeleriyle geliştirdiği "kapsamlı stratejik ortaklıklarla" Çin'in bölgesel ticaretteki payı giderek artarken, ABD'nin ekonomik etkinliği tam tersine giderek azalıyor. Bu açıdan bakıldığında 2020 yılında ABD öncülüğünde dört Arap ülkesi ve İsrail arasında diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasını amaçlayan "İbrahim Anlaşmaları"nın uygulanabilirliği son gelişmelerle beraber büyük tehlike altına girdi. Diğer yandan ABD-Çin rekabetinin önemli bir boyutu haline gelen "kalkınma altyapısı" girişimleri açısından Filistin-İsrail çatışmasının yeniden tırmanmasının "Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru" önerisini nasıl etkileyeceği üzerine yapılan analizlerde Arap ülkeleriyle İsrail arasında var olan çelişki ve uzlaşmazlıkların yeniden gün yüzüne çıktığı özellikle vurgulanıyor.

Hamas'ın son saldırısının daha önceki çatışmalardan farklı olarak İsrail'in verdiği kayıplar ve doğuracağı geniş bölgesel etkileri nedeniyle tırmanma potansiyeli değerlendirilirken Suriye ve İran'a yayılarak yeni bir Arap-İsrail savaşına dönüşme ihtimali gündeme getiriliyor. Bu bağlamda 1973 Arap-İsrail Savaşı'yla kurulan benzerlikler ve doğurabileceği sonuçlar itibariyle yapılan karşılaştırmalar da dikkat çekici. Gazze'den kaynaklanabilecek güvenlik tehditleri dışında Lübnan'da Hizbullah'tan ve Suriye'de İran destekli gruplardan gelebilecek daha geniş güvenlik tehditleri karşısında İsrail'in ulusal güvenlik kaygıları derinleşiyor. Ortadoğu'ya yönelik politikasında yukarıda bahsettiğimiz temel ikilemin aşılması için ABD'nin Suriye krizini "araçsallaştırdığı" gayet açık. Son haftalarda Suriye krizinin yeniden kışkırtılması çabalarının hız kazanma eğilimi içinde olduğu Çinli analizcilerin de üzerinde durduğu bir konu. Bölgesel güvenlik bağlamında Çin'in Ortadoğu'ya yönelik jeostratejik yaklaşımında Körfez bölgesini kuşatan Türkiye-Mısır-İran üçgenine yüklediği önem Filistin-İsrail çatışmasının çözümünde bu ülkelerin potansiyel etkilerini göz ardı etmeyen bir farkındalığa sahip. Dolayısıyla Çin'in Suudi Arabistan-İran yakınlaşması konusunda yürüttüğü diplomasiyi bu açıdan da değerlendirmek mümkün.

Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi'nin Filistin-İsrail çatışmasını Ortadoğu ilişkilerinin "düğüm noktası" olarak tanımlayan açıklaması Çin'in bölgesel düzeyde soruna nasıl yaklaştığını anlamak açısından önemli. Çin'in Ortadoğu'ya yönelik politikasını şekillendiren temel motivasyon ekonomik çıkar ve önceliklerine imkan verecek bölgesel siyasi koşulların oluşturulması. Esasen yakın zamana kadar (özellikle 2017-2021) İsrail'le geliştirdiği "özel" ilişki çerçevesi bu temel amacını gerçekleştirmesine yardımcı olan bir nitelik taşıyordu. Teknolojik işbirliğini de içeren geniş kapsamlı ekonomik işbirliği yoğunlaşan ABD-Çin rekabetine bağlı olarak yaşanan siyasi alandaki gerileme nedeniyle zayıflama eğilimi içine girdi. İsrail'le ilişkilerin gerilemeye başlamasıyla beraber COVID-19 sonrası Çin'in enerji güvenliği başta olmak üzere değişen dış politika öncelikleri Ortadoğu'ya yönelik yaklaşımında Körfez bölgesinin daha da ağırlık kazanması sonucunu doğurdu. Suudi Arabistan ve İran arasında arabuluculuk girişimlerinin başarıya ulaşması, Çin'in Ortadoğu'ya yönelik yeni diplomasisinin ana hattını belirlemiş oldu. Bu diplomatik girişimin doğal bir sonucu olarak İsrail'in bölgesel "yalnızlığı" daha da derinleşiyor.

İsrail siyasetinde radikalleşmenin doğurduğu iç güvensizlik

Çinli analizcilere göre; aşırı sağ Netanyahu hükümetinin askeri ve baskıcı politikaları Hamas saldırılarının en önemli nedeni olduğu gibi Filistin-İsrail çatışmasının tırmanma potansiyeli İsrail iç politikasında Netanyahu hükümetine karşı güvensizliği artıracak bir sonuç doğurabilir.

İsrail'in iç politikasında aşırı sağa doğru radikalleşme eğiliminden Çin'in duyduğu rahatsızlığı yansıtan bakış açısı, Çin Devlet Güvenliği Bakanlığı'na bağlı Modern Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (CICIR) Ortadoğu Çalışmaları Merkezi'nin başkanı Niu Xinchun'un görüşlerinde net bir şekilde görülebiliyor. Aşırı sağ partilerin giderek daha fazla güçlenmesinin doğurduğu askeri ve baskıcı politikaların Hamas'ın son saldırı eylemlerinin arkasında yatan asıl neden olduğu Niu Xinchun tarafından ileri sürülüyor. ABD'nin son olaylarda benimsediği tutumun doğrudan Netanyahu hükümetine siyasi bir destek niteliği taşıdığını ekleyen Niu, ABD'nin bu tutumunun Filistin-İsrail çatışmasının çözümüne herhangi bir katkı sunmadığını dile getiriyor.

Netanyahu hükümeti döneminde Filistinlilere yönelik artan askeri şiddet ve siyasi baskılar değerlendirilirken İsrail ülkesel politikasında var olan "siyasal kutuplaşma"nın altını çizmek gerekir. Kısa vadede Netanyahu hükümeti "ulusal güvenlik" gerekçesiyle var olan kutuplaşmayı ve kendisine yöneltilen eleştirileri hafifletebilir; fakat orta ve uzun vadede iç siyasetteki aşırı radikalleşmenin sürdürülmesi imkansız görünüyor. Tırmanan çatışmanın İsrail iç politikasında aşırı sağ Netanyahu hükümeti ile daha seküler ve sol gruplar arasında var olan "siyasal kutuplaşma"yı derinleştirmesi beklenebilir.

İsrail'deki siyasal kutuplaşmanın ana boyutlarını güvenlik ve ekonomi politikalarına karşı duyulan hoşnutsuzluk ve hukuk reformu konusunda yaşanan tartışmalar oluşturuyor. Daha derinde İsrail siyasal sistemindeki radikalleşmeden duyulan rahatsızlık ise geçen yıl 2000'den fazla önde gelen İsrailli ve Amerikalı tarafından düzenlenen imza kampanyasıyla dile getirildi. Aralarında eski İsrail Başsavcısı Michael Ben-Yair, eski parlamento sözcüsü Avraham Burg ve tarihçi Benny Morris'in de bulunduğu imzacılar "Filistinlilerin İsrail'in yarattığı apartheid (ırksal ayrıma dayalı sistem) rejimi" içinde yaşamak zorunda bırakıldıklarını ifade ettiler. Geçtiğimiz Eylül ayı başlarında eski İsrail Mossad başkanı Tamir Pardo yaptığı açıklamada İsrail'in Filistinlileri kontrol etmek için kullandığı mekanizmaların eski Güney Afrika'daki "apartheid" sistemine benzediğini itiraf etti.

İsrail'in tarihsel olarak izlediği aşırı güvenlik politikalarının bir sonucu olarak bölgesel diplomaside yaşadığı siyasi izolasyon dış politikada "Doğu açılımı" ve alternatif arayışlarının temel nedenini oluşturuyor. "İsrail Amerikasız varlığını sürdürebilecek mi" sorusu sanılanın aksine İsrail iç siyasetinde tartışılan ve ciddiye alınan bir soru. Bu sorunun cevabına en azından şüpheyle yaklaşanların dış politikada farklı arayışları gündeme getirdiği de bir gerçek. Bu noktada özellikle Çin, Hindistan ve Japonya gibi Asyalı ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesine önem verenler var. Özel sektörün Asyalı yükselen ekonomilerle geliştirdiği ekonomik bağlar son yıllarda daha da göze çarpan bir eğilim. Örneğin; ABD'nin endişeleri sebebiyle askeri teknoloji transferlerinin durdurulmasına rağmen, askeri olmayan teknoloji transferi ve işbirlikleri Çin ve İsrail arasında halen devam ediyor.

İsrail'in siyasal sisteminin giderek radikalleşmesi sadece İsrail-Filistin çatışması bağlamında değil, fakat Çin'in İsrail'le ilişkileri açısından da önem taşıyor. İsrail'le "özel" ilişki çerçevesine yeniden geri dönülmesi için İsrail iç siyasetinde değişim ihtiyacına karşılık gelen Çin'in beklentisi son zamanlarda çeşitli Çinli analizcilerin üzerinde durduğu önemli bir boyut. Diğer yandan son yıllarda Çin'de "İsrail lobisi"nin gelişim süreci içine girdiği konusunda yayınlar yapılmaya başlandı. Çinli yetkililerin ve akademisyenlerin Netanyahu yönetimine yönelik eleştirel yaklaşımlarına rağmen, İsrail'in Çin'deki lobicilik faaliyetlerinin Netanyahu döneminde hız kazandığını ve kurumsallaşma eğilimi içine girdiğini belirtmekte yarar var. Çin karar verme süreçlerini etkilemeyi amaçlayan bu tür faaliyetlerin başlıca hedeflerinden biri de hiç kuşkusuz Filistin-İsrail çatışması konusunda İsrail'in tezlerini savunmak. Son olarak Çin'in Filistin-İsrail çatışmasında arabuluculuk arayışları ilk gündeme geldiğinde İsrail'in verdiği tepkiyi hatırlamakta fayda var. İsrail içinde Çin'in arabuluculuk seçeneğine destek veren çevreler olmasına rağmen, Netanyahu hükümeti Tayvan'la ekonomik ve teknolojik işbirliğini geliştirme sinyali vermekten geri durmadı.

Sonuç

Çin'in yaklaşımı çerçevesinde Filistin-İsrail çatışması değerlendirildiğinde İsrail'in sorunu yönetemediği, ABD'nin politikalarının Filistin sorununu giderek "marjinalleştirdiği" ve geniş Ortadoğu bölgesel güvenlik ve istikrarından bağımsız Filistin-İsrail çatışmasının düşünülemeyeceği sonucuna varmak mümkün. Filistin-İsrail çatışmasına yönelik Çin'in doğrudan stratejik çıkarı olduğunu iddia etmek zor. Ama geniş bölgesel güvenliğe etkileri açısından Çin'in stratejik ve ekonomik çıkarlarını ilgilendiriyor. Barış ihtimalinin Ortadoğu'nun istikrarına yapacağı katkıdan en çok faydalanacak bölge ülkelerinin yanında Çin olur. ABD-Çin stratejik rekabetinde avantaj elde etmesine yol açabileceği gibi global enerji ve deniz yollarının güvenliği gibi alanlarda var olan işbirliğinin genişletilmesine imkan da verebilir. Çin, önümüzdeki kritik dönemde ne yapabilir? Doğu ve Orta Asya'da olduğu gibi Batı Asya'da da beklenmedik sonuçlar doğurabilecek yeni girişimlerini hızlandırabilir. Suudi Arabistan-İran yakınlaşmasının yakın geçmişte Çin aracılığıyla sağlanması bunun en önemli işareti oldu. Bugünlerde İran-Sudan arasında yaşanan diplomatik yakınlaşma Körfez bölgesi ve Kızıl Deniz üzerinde BRICS'in artan etkinliğini gösteren ilave yeni bir gelişme. Peki Çin, ne yapamaz? Filistin-İsrail çatışmasının çözüme kavuşturulmasında bölgesel güvenlik dengelerini aşacak bir girişimde bulunmasını beklemek şu an için gerçekçi değil. Ancak "kalkınma yoluyla barış" yaklaşımının 2017 yılında anlamlı bir karşılık bulması gibi tarafları bir araya getirerek müzakere sürecini yeniden başlatmaya en yakın aktörlerden biri olduğu da doğru.

[email protected]