İran, yüzölçümüyle Suudi Arabistan'ın ardından Orta Doğu'nun en geniş topraklarına sahip ikinci ülkedir. Buna karşılık İsrail'in yüzölçümü, İran'ın yaklaşık yalnızca yüzde 1.26'sına denk gelmektedir. Bu nedenle İsrail'in stratejik hedefi, rejim değişikliği yoluyla İran'ı içeriden dönüştürmek ve kontrol edilebilir bir aktöre çevirmektir.
Prof. Dr. İsmail Şahin/ Uluslararası Kriz Araştırmaları Merkezi Başkanı
İsrail'in amacı İran'ı işgal etmek değil, onu uzun vadede dengeleyici bir müttefike dönüştürmektir. Belki bu yorum başlangıçta tuhaf karşılanabilir. Ancak İsrail kanadından yapılan resmî açıklamalarda yer alan detaylar bu değerlendirmeyi yapmayı mümkün hale getiriyor. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var: İsrail, bölgede doğrudan işgale dayalı genişleme politikalarının sürdürülebilir olmadığını çok iyi biliyor. İsrail'i destekleyen başta ABD olmak üzere diğer tüm aktörler de bu gerçekliğin farkında. İran, 1.648.000 kilometrekarelik yüzölçümüyle Suudi Arabistan'ın ardından Orta Doğu'nun en geniş topraklarına sahip ikinci ülkedir. Buna karşılık İsrail'in yüzölçümü, İran'ın yaklaşık yalnızca yüzde 1,26'sına denk gelmektedir. Bu nedenle İsrail'in stratejik hedefi, rejim değişikliği yoluyla İran'ı içeriden dönüştürmek ve kontrol edilebilir bir aktöre çevirmektir.
Ayrıca, İran gibi güçlü bir ülkenin düşman kalması, İsrail'in güvenliği açısından sürekli bir tehdit üretirken; denetim altına alınmış bir İran, İsrail'in bölgesel üstünlüğünü ve Batı ile olan stratejik ortaklıklarını pekiştirebilir. Bu yüzden Tel Aviv'in amacı, İran'ı askeri olarak yıkmak değil, onu ideolojik ve siyasi olarak nötralize ederek uzun vadede uyumlu bir ortak haline getirmektir. Şurası bilinen bir gerçek ki, İsrail, İran'da Pehlevi dönemini özlemle yad etmektedir. Zira bu dönem, iki ülke arasındaki ilişkilerin görece istikrarlı ve iş birliğine açık olduğu bir zaman dilimiydi. 1941'den ülkesini terk ettiği 1979 yılına kadar tahtta kalan son İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi döneminde, İran Batı yanlısı politikalar izliyor ve İsrail'i dolaylı olarak tanıyan bir tutum benimsiyordu. Özellikle istihbarat, enerji ve askeri alanlarda iki ülke arasında örtülü ancak oldukça yakın ilişkiler bulunuyordu.
Batı çizgisindeki İran
1941-1979 yılları arasında, İran ile İsrail arasındaki örtük iş birliğini şekillendiren çeşitli ortak tehdit algıları söz konusuydu. Bunların başında, başta Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnâsır'ın öncülüğünü yaptığı Arap milliyetçiliği gelmekteydi. Arap milliyetçiliği hem İsrail'in varlığını sorguluyor hem de İran'ın bölgedeki Arap olmayan kimliğine meydan okuyordu. Bir diğer önemli tehdit, Soğuk Savaş bağlamında Sovyetler Birliği ve komünizmin Orta Doğu'ya yayılma ihtimaliydi. Hem İran hem de İsrail, ABD'nin bölgedeki müttefikleri olarak Sovyet nüfuzuna karşı hassastı. İran'daki Tudeh Partisi gibi komünist yapılar, Şah rejimi kadar İsrail'i de endişelendiriyordu. Ayrıca, İsrail'e doğrudan tehdit oluşturan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve diğer Filistinli silahlı direniş grupları, İran tarafından da Arap radikalizminin bir uzantısı olarak görülüyor ve bu nedenle Şah rejimi bu gruplara mesafeli bir tutum sergiliyordu. Benzer şekilde, devrim öncesi dönemde İran'da güç kazanmaya başlayan İslami hareketler de her iki devlet açısından endişe vericiydi. Bu yapılar, İran'daki Şah rejimini, Batı yanlısı düzeni tehdit ettiği kadar İsrail karşıtı söylemlerle Filistin davasına destek çağrısında bulunuyordu.
1970'li yıllara gelindiği ise ortak tehdit artık Baas rejimiyle yönetilen Irak'tı. Irak bir taraftan İran'ın Şattü'l Arap üzerindeki egemenlik iddialarına karşı çıkıyor diğer taraftan da Arap dünyasında İsrail karşıtı cephede aktif rol alıyordu. Saddam Hüseyin'in yükselişiyle birlikte bu durum daha da belirginlik kazandı. İran, Irak'ın gücünü dengelemek için ülkede isyancı Kürt gruplara destek verirken, İsrail de İran ile istihbarat paylaşımı yaparak bu çabalara dolaylı katkıda bulundu. Her iki ülke de Irak'ın bölgesel liderliğe oynamasını ve kendi çıkarlarını zayıflatmasını önlemeye çalışıyordu. Dahası İran ve İsrail, devrim sonrasında da aralarındaki düşmanlıklarına rağmen Irak'a karşı dolaylı bir iş birliğiyle hareket ettiler.
İsrail'in İran'da İslam Cumhuriyeti yerine Şah rejimini tercih temel nedeni, Şah rejiminin Batı yanlısı, laik ve otoriter yapısıyla bölgedeki dengeleri İsrail lehine değiştirme potansiyelidir. Şah rejimi, İslami hareketleri desteklemeyen özelliğiyle bölgedeki din temelli politikaları ve iş birliklerini sınırlayabilecek bir aktördür. Belki daha önemlisi, Şah rejiminin Pers (Fars) merkezli İran milliyetçiliğinden beslenmesi. İran'ın tarihi kimliğini antik Pers imparatorluklarıyla ilişkilendirerek İslam öncesi dönemi yücelten bu milliyetçilik anlayışı, etnik ve dini azınlıkları dışlayıcı bir biçimde şekillenmişti. Ayrıca Şah rejimi, İran'ın laikleşmesini ve modernleşmesini bu milliyetçilik üzerinden meşrulaştırmaya çalışmıştı. 1971 yılında Şah Muhammed Rıza Pehlevi'nin Persepolis'te düzenlediği Ahameniş İmparatorluğu'nun kuruluşunun 2500. yılı kutlamaları, Pers milliyetçiliğinin seküler, elitist ve dışlayıcı niteliğini gözler önüne seren çarpıcı bir örnektir.
Pers milliyetçiliği
İsrail, Orta Doğu'daki güç dengeleri ve tehdit algısı bağlamında Pers milliyetçiliğini stratejik olarak destekleme taraftarıdır. Çünkü bu anlayış, İslamcılığı ve pan-İslamcı ideolojileri bastıran, seküler, ulus-merkezli bir yaklaşımı temsil ettiği için Şii devrimci ideolojiye karşı bir denge oluşturma özelliği taşır. Böyle bir ideolojiye dayanan bir düşüncenin İran'da iktidara gelmesi, İran'ın bölgedeki dini temelli yayılmacı politikalarını zayıflatacağı gibi Hizbullah gibi İsrail karşıtı aktörlerin destek bulmasını da zorlaştıracaktır. Ayrıca, Pers milliyetçiliğinin etnik azınlıkları dışlaması ve iç çatışmalara zemin hazırlaması, İsrail açısından İran'ın iç bütünlüğünü zayıflatabilecek bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla İsrail için Pers milliyetçiliği, İslami tehdit yerine daha öngörülebilir, milliyetçi ve bölgesel olarak daha içe dönük bir İran anlamına geleceğinden Tel Aviv tarafından desteklenen bir ideolojidir.
Burada şu soru akla gelebilir: Pers milliyetçiliği, İsrail için uzun süredir "böl ve yönet" stratejisinin doğal bir uzantısı olarak faydalı olmuş Şii-Sünni çatışmasını sona erdirmez mi? Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki, Şii-Sünni çatışması, Müslüman ülkeler arasındaki birlik ve dayanışmayı zayıflatmakta ve onların dikkatlerini İsrail yerine birbirlerine yöneltmektedir. Ancak Pers milliyetçiliği, bu mezhebi kutuplaşmayı tam anlamıyla sona erdirmeyeceği gibi, onu farklı bir zemine kaydıracaktır. O da etnik-kültürel ve tarihsel rekabet alanıdır. İran'da Pers milliyetçiliği güçlenirse, bu kez Arap, Türk, Kürt ve diğer etnik unsurlar üzerinde baskı artarak mezhep temelli ayrışmanın yanına etnik merkezli kutuplaşma da yerleşecektir. Böylece bölgede yeni fay hatları oluşacaktır.
İsrail'in güvenlik doktrini açısından hayati olan, bölgenin birleşik bir siyasi ve ideolojik blok oluşturamamasıdır. İster mezhebi ister etnik temelli olsun, her türlü iç çatışma ve bölünmüşlük, İsrail'in güvenliğini ve bölgesel manevra alanını artıracak olmasından dolayı, Şii-Sünni çatışmasının yerine Pers milliyetçiliğinin getirdiği ayrışma da İsrail için stratejik açıdan zararlı değil, farklı bir biçimde faydalı olacaktır.
Yeni hedef Türkiye mi?
İşin bir de nükleer silahlanmayı ilgilendiren yönü bulunuyor. 1970'lerde Şah Muhammed Rıza Pehlevi, Batı'nın desteğiyle İran'ı bölgenin en modern ve güçlü ülkelerinden biri haline getirmeyi hedeflemiş, bu doğrultuda nükleer enerjiyi kalkınma ve prestij projesi olarak benimsemişti. Ancak Şah rejimi Batı ile yakın ittifak içinde olduğundan, nükleer silah geliştirme gibi saldırgan ve güvenlik tehditleri doğurabilecek bir yola sapma olasılığı söz konusu değildi. İşte bu yüzden İsrail, Şah rejimi ya da benzeri Batı yanlısı ve seküler bir yapının İran'da yeniden iktidara gelmesini tercih etmektedir. Zira böyle bir İran, İsrail için hem ideolojik hem de nükleer bir tehdit olmaktan çıkacaktır.
İsrail günümüzde İran'ın düşmanlığını, özellikle "nükleer tehdit", "terör destekçiliği" ve "İsrail'in yok edilmesi" gibi söylemler üzerinden meşruiyetini güçlendirmek, ABD ve Batı dünyasından stratejik destek almak ve Arap ülkeleriyle yakınlaşmak için etkili biçimde kullanmaktadır. İran'daki mevcut rejim bu anlamda İsrail için "ideal düşman" işlevi görmektedir. Bu bir hakikat! Peki, İran'da Şah rejimi ya da ona benzer Batı yanlısı, seküler ve rasyonel bir yapı yeniden iktidara gelirse, İsrail'in bu "açık düşmanlık" zeminini kaybetme riski doğmaz mı?
Şunu çok iyi biliyoruz ki, İsrail jeopolitik yalnızlığını kırmak ve askeri-diplomatik pozisyonunu meşrulaştırmak için her dönemde yeni tehdit başlıkları oluşturma refleksine sahiptir. İsrail'in medyaya sızan istihbarat raporları ve de örtülü bir şekilde yapılan resmî açıklamalar gösteriyor ki, İsrail'in yakın gelecekteki hedefi, Türkiye'nin bölgedeki artan nüfuzunu sınırlandırmak.
Bu nedenle İran'da rejim değişikliğine ihtiyaç duyulmaktadır çünkü mevcut İran rejimi, Türkiye ile rekabet eden ve zaman zaman iş birliği yapan bir aktör olarak bölgesel dengeyi karmaşıklaştırmaktadır. İsrail, İran'da Batı yanlısı, seküler ve Türkiye karşıtı bir rejimin iktidara gelmesini, bölgedeki güç dengesini kendi lehine değiştirecek ve Türkiye'nin etkisini zayıflatacak bir gelişme olarak görmektedir. Böylece hem İran'ın İsrail'e yönelik doğrudan tehdidi azalacak hem de Türkiye'nin bölgesel hamleleri engellenmiş olacaktır.
Sonuç olarak, Tahran yönetimi İran'daki rejimini ayakta tutmak istiyorsa, bölgesel istikrar ve meşruiyet için Türkiye ve Arap ülkeleriyle uzlaşmak ve birlikte hareket etmek zorundadır. Rekabet ve çatışma yerine diyalog ve iş birliğini tercih etmek hem ekonomik kalkınma hem de güvenlik açısından İran'a büyük avantajlar sağlayacaktır. Aksi takdirde, bölgesel gerilimler iç ve dış tehditlerin artmasına yol açarak rejimin kırılganlığını ve çözülüşünü daha da hızlandırabilir.