İsrail'in savaşlarda nükleer silah kullanma imkan ve ihtimal doktrini: Şimşon Seçeneği

Prof. Dr. Nuh Arslantaş/ Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
17.06.2025

Şimşon Seçeneği, İsrail'in varoluşsal bir tehdit karşısında yalnızca kendini değil, tüm bölgeyi felakete sürükleyebilecek ölçekte bir nükleer karşılık vermesini öngörmektedir. Son derece radikal, son derece yıkıcı ve son derece tehlikeli olan bu yaklaşım, derin bir güvenlik paranoyasına ve problemli bir zihniyete dayanmaktadır.


İsrail'in savaşlarda nükleer silah kullanma imkan ve ihtimal doktrini: Şimşon Seçeneği

Prof. Dr. Nuh Arslantaş/ Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

İsrail, 13 Haziran 2025 tarihinde "Yükselen Aslan Operasyonu" (İbranice: Mivtza ʿAm ke-Lavi – מבצע עָם כְּלָבִיא) adıyla başlattığı saldırıyla, İran'ın askeri kapasitesini ciddi şekilde zayıflatmayı ya da tamamen ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Bu kapsamda, operasyon doğrudan İran'ın nükleer tesislerini, balistik füze sistemlerini ve üst düzey askeri komuta kadrosunu hedef almıştır.

İsrail'in başlattığı bu operasyon, 7 Haziran 1981'de İsrail Hava Kuvvetleri tarafından Irak'ın başkenti Bağdat'ın 17 km. güneydoğusunda inşa halindeki nükleer reaktöre düzenlenen sürpriz hava saldırısı "Opera Operasyonu" (Mivtza Opera/מִבְצָע אוֹפֵּרָה) ya da diğer adıyla "Babil Operasyonu"ndan bu yana en kapsamlı önleyici harekat olarak değerlendirilmektedir.

Opera Operasyonu sonrasında İsrailli yetkililer tarafından yapılan açıklamalarda, bu saldırının istisna olmadığı, aksine İsrail'in gelecekteki tüm hükümetleri için emsal teşkil eden kalıcı bir politika olduğu vurgulanmıştır. Bu önleyici saldırı, İsrail'in bölgedeki diğer devletlerin nükleer kapasitesine yönelik "bilinmezlik" stratejisine yeni bir boyut kazandırmıştır. Dolayısıyla, 13 Haziran'daki İran'ın nükleer tesislerine yönelik saldırı tesadüfi değil, İsrail devletinin uzun vadeli ve sistematik politikasının bir parçasıdır. ABD'nin de desteklediği bu operasyon başarıya ulaşırsa, İsrail bölgedeki nükleer silah ve altyapıya sahip yegâne ülke haline gelecektir.

Öte yandan, İsrail ile İran arasında yaşanan bu son savaş, savaş tarihi açısından da bir dönüm noktası kabul edilebilir. İsrail eski devlet başkanlarından Ezer Weizman'ın (1993-2000), "Nükleer mesele ivme kazanıyor ve bir sonraki savaş geleneksel olmayacak" şeklindeki ifadesi, İsrail'in planlı ve sistematik işgal politikalarının başarısında kritik bir unsur olarak öne çıkmaktadır. Bu strateji, İsrail'in sınırlarını genişletme ve Vaat Edilmiş Topraklar emelini gerçekleştirme hedefiyle de uyumlu olup, sürekli artan nükleer kapasitesinin caydırıcı gücünü de yansıtmaktadır.

Bu son operasyon, sadece İran'ı değil, tüm bölgeyi hatta tüm dünyayı da ilgilendiren ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. İsrail'in oynadığı bu tehlikeli ateş, yeni aktörlerin devreye girmesi, öngörülemeyen bir tırmanma ya da yıkıcı bir kitlesel saldırı durumunda mevcut dengeleri bir anda alt üst ederek bölgeyi adeta bir yangın yerine, hatta küresel çapta bir dünya savaşına sürükleyebilir.

İran'ı sürekli nükleer silah geliştirme çabasıyla suçlayan İsrail'in kendi nükleer kapasitesi ve silahlanma durumu ise ayrıca kritik bir soru(n)dur. İsrail, İran'ın "bir çılgınlık yaparak büyük yıkımlara yol açabileceği" endişesini dile getirirken, kendisinin de "benzer bir çılgınlıkla bölgede büyük yıkımlara neden olma" ihtimali göz ardı edilemez.

Bu yazıda, İsrail'in karar alıcıları tarafından şekillendirilen, bu satırların yazarı tarafından "nükleer intihar stratejisi" olarak tanımlanan, İsrail resmî söyleminde ise "Şimşon Seçeneği" adıyla bilinen doktrin incelenecektir.

Bu Seçenek, İsrail'in varoluşsal bir tehdit karşısında yalnızca kendini değil, tüm bölgeyi felakete sürükleyebilecek ölçekte bir nükleer karşılık vermesini öngörmektedir. Son derece radikal, son derece yıkıcı ve son derece tehlikeli olan bu yaklaşımın, derin bir güvenlik paranoyasına ve problemli bir zihniyete dayandığı daha baştan belirtilmelidir.

İsrail'in nükleer çalışmaları

İsrail'in nükleer silah stratejisi aslında kuruluşundan kısa bir süre sonra şekillenmeye başlamıştır. 1950'li yıllarda Fransa'nın teknik desteğiyle başlatılan nükleer program, 1960'ların başında Dimona Nükleer Reaktörü'nün inşasıyla somut bir altyapıya kavuştu. Resmî olarak hiçbir zaman doğrulanmamış olmasına rağmen, istihbarat raporları ve kamuya yansıyan bilgiler, İsrail'in 1967'ye gelindiğinde kullanıma hazır nükleer başlıklara sahip olduğunu göstermektedir.

İsrail, bugüne dek nükleer silah sahibi olduğunu ne teyit etmiş ne de reddetmiş; bunların kullanımına dair herhangi bir açıklamada bulunmaktan ısrarla kaçınmıştır. Teknik dilde "nükleer opaklık" (ambiguity) politikası olarak adlandırılan bu durum, İsrail'in hem nükleer varlığını gizleyip hem de caydırıcılığını sürdürmeyi hedefleyen özgün bir stratejidir.

İsrail'de nükleer silahlar hakkında konuşmanın tutuklanma, yargılanma ve hapis cezasıyla sonuçlanabileceği bir ortam olduğu için, İsrailli yazarlar bu konuda doğrudan ifade kullanmaktan kaçınır. Bunun yerine "kıyamet silahları" ya da daha sık olarak aşağıda bahsedeceğimiz "Şimşon Seçeneği" gibi terimleri tercih ederek konuyu dolaylı yollarla tartışmaktadırlar.

İsrail'in güvenlik stratejisi

İsrail'in güvenlik stratejisinin temelinde "tek bir savaş bile kaybetmeme" ilkesi yatmaktadır. İsrail, Arap komşularına kıyasla oldukça küçük bir ülkedir; bir diğer bir ifadeyle, coğrafi açıdan stratejik derinliği yoktur. Bir savaş uçağı, "sadece" ses altı hızla uçarak dört dakika içinde tüm Ürdün Nehri'nden Akdeniz'e kadar, yaklaşık 40 deniz mili genişliğindeki İsrail'i geçebilir. İsrail, karşı karşıya olduğu ülkelere kıyasla büyük bir orduya sahip değildir ve yedek kuvvetlerine dayanmak zorundadır. Ayrıca, nüfusunun azlığı nedeniyle sivil ve askeri kayıplara karşı çok hassastır. Bu niceliksel dezavantajlarını telafi etmek için İsrail, niteliksel olarak mümkün olduğunca büyük bir üstünlük sağlamaya çalışmaktadır. İsrail Ordusu (IDF), büyüklük eksikliğini üstün manevra kabiliyeti, yüksek ateş gücü ve etkin istihbaratla telafi etmektedir. Nükleer ve konvansiyonel silahlar ile güçlü hava kuvvetleri, İsrail'in en önemli güvencelerindendir.

İsrail, stratejik derinliği olmayan küçük bir ülke olması nedeniyle, düşman güçlerinin topraklarına sızmasını engellemek ve çatışmayı mümkün olduğunca hızlı şekilde düşman bölgesine taşımak zorundadır. Bu nedenle, İsrail'in son derece çeşitli konvansiyonel ve nükleer silah stoğu büyük bir önem taşımaktadır. Bu stok yüzlerce güçlendirilmiş fisyon bombası, gelişmiş radyasyon silahları (nötron bombaları) ve nükleer top mermilerini içermektedir. Uzun menzilli füzeler, nükleer silah taşıma kapasitesine sahip rampalar, savaş uçakları ve bazı kaynaklara göre nükleer silahlı seyir füzeleri taşıyan denizaltılar, İsrail'in hem konvansiyonel hem de konvansiyonel olmayan tehditlere karşı caydırıcılık sağlamada başlıca araçlarıdır.

İsrail'de savunma sistemlerinin başarısız olması ve ülkenin topluca ciddi bir tehdit altına girmesi durumunda, varoluşsal tehdide karşı hiçbir zaaf göstermemek amacıyla nükleer caydırıcılık doktriner bir boyut kazanmıştır. Bu kapsamda geliştirilen "Şimşon Seçeneği" (İbranice: בְּרִירַת שִׁמְשׁוֹן, Berirat Şimşon; İngilizce: Samson Option), İsrail'in ülkesinin büyük bir kısmını işgal eden veya tahrip eden bir düşmana karşı "son çare" olarak nükleer silahlarla geniş çaplı misilleme yapmayı öngören caydırma stratejisidir.

İsrail'in nükleer doktrini

İsrail'in nükleer silahlarına ilişkin ülke içinde de çeşitli tartışmalar mevcuttur. Bu silahların bugüne dek hiçbir savaşta neden kullanılmadığı(!) ve yalnızca elde tutulmasının amacı özellikle radikal sağcılar ve dinciler tarafından sıkça sorgulanmaktadır. Konuya dair en yetkin isimlerden biri olan İsrail nükleer tarihinin önde gelen uzmanlarından Avner Cohen, pek çok emekli generalle yaptığı görüşmelere dayanarak İsrail'in nükleer stratejisini "İsrail, bir başka soykırımı önlemek için, bir başka Hiroşima tehdidinde bulunabilecek konumda olmalıdır" şeklinde özetlemektedir. İsrail'in askeri ve idari bürokrasisi, İsrail'in nükleer caydırıcılığını, Yahudi halkının Holokost sonrası kolektif travmasıyla doğrudan ilişkilendirmektedir.

İsrail'in kurucu liderlerinden Şimon Peres de 1998'de Jordan Times gazetesine verdiği demeçte, "Nükleer seçeneği Hiroşima için değil, Oslo için oluşturduk" diyerek bu silahların yalnızca askeri savunma değil, aynı zamanda – sözde - barış süreçlerine baskı unsuru olarak da tasarlandığını savunmuştur. Bu açıklama, İsrail'in nükleer kapasitesini diplomatik manevralarda da bir tehdit ya da kaldıraç olarak kullanmayı hedeflediğini göstermektedir.

Günümüzde İsrail'in nükleer doktrini şu stratejik hedefler çerçevesinde şekillenmektedir:

¨ Geniş çaplı konvansiyonel saldırılara karşı caydırıcılık sağlamak,

¨ Kimyasal, biyolojik ve nükleer tehditlere karşı koymak,

¨ Düşmanın olası bir nükleer saldırısını önlemek,

¨ Nükleer olmayan tehditlere karşı önleyici konvansiyonel saldırılara destek sağlamak,

¨ Nükleer savaş senaryolarına hazırlıklı olmak,

¨ Devletin varlığının tehdit altında olduğu durumda "Şimşon Seçeneği"ni devreye sokmak.

Bu kapsamda İsrail'in nükleer stratejisi yalnızca askeri bir savunma hattı değil, aynı zamanda psikolojik ve diplomatik bir caydırıcılık aygıtı olarak da işlev görmektedir.

Şimşon Seçeneği: Gerekirse kendim de dahil dünyayı yakarım!

Strateji adını, Yahudi Kutsal Kitabı'nın Hakimler bölümünde (13:1-16:31) Batı dillerinde "Samson" olarak bilinen "Şimşon" adlı İsrail kahramanından alır. İsrailiyat türü rivayetlerle İslam geleneğine de giren bu hikâyenin kahramanı, Müslüman kültürde "Şimson" ya da "Şemsun el-Gazi" olarak tanınmaktadır. Dan kabilesinden Manoah'ın oğlu olan Şimşon, Filistilerin İsraillileri ezdiği bir dönemde dünyaya gelmiştir. Doğumundan önce annesi tarafından Tanrı'ya adanmış, idealist bir genç olarak büyümüştür. Şimşon İsrail tarihinde güçlü fiziksel yetenekleri ile bilinir. Çıplak elleriyle kendisine saldıran genç bir aslanı öldürmüş, 300 tilkiyi kuyruklarından birbirine bağlayarak her bir çiftin kuyruklarına meşaleler takmış ve onları Filistilerin tarlalarına salarak ekinleri ateşe vermiştir. Bir keresinde de bir eşeğin çene kemiği ile bin Filistiliyi öldürmüş, Gazze'nin devasa kapısını yerinden söküp taşımıştır

Şimşon, fiziksel gücüyle öne çıksa da ruhsal olarak zayıf, tutarsız ve ahlaki açıdan düşkün bir figür olarak da öne çıkar. Kutsal Kitap'taki anlatıma göre onun eylemleri çoğunlukla Tanrı'ya adanmışlıktan ziyade kişisel arzularına ve intikam dürtüsüne dayanır. Kadınlara olan zaafı, özellikle Delila'ya duyduğu tutku, sonunda onu ele verir: Gücünün sırrının saçlarında olduğunu açıklamasıyla birlikte saçları kesilir, gücünü kaybeder, gözleri oyularak esir alınır. Esaretinin sonunda, Tanrı'dan son bir kez güç dileyerek Dagon Tapınağı'nın sütunlarını yıkar, hem kendini hem de binlerce Filistiliyi öldürerek hayatına son verir. Tam anlamıyla İsrail'i özgürleştiremeyen Şimşon ölürken, yaşarken öldürdüğünden daha fazla düşmanı yok eder.

Şimşon'un bu son, intihar eylemi, Yahudi kolektif hafızasında yalnızca bir intikam sembolü değil, aynı zamanda mutlak bir varoluş tehdidi karşısında yıkıcı gücü feda etme kararlılığının bir simgesi haline gelmiştir. İsrail'in, nükleer caydırıcılığını anlatan "Şimşon Seçeneği"ne bu ismi vermesi de bu sembolik mirasla doğrudan ilişkilidir: "Biz yok olacaksak, düşmanlarımız da bizimle birlikte yok olsun!"

Bu stratejik anlayışın arka planında, Yahudi tarihsel belleğinde derin izler bırakan bir başka örnek daha bulunmaktadır: Masada Kuşatması. MS 70 yılında Kudüs'ün düşüşünün ardından Roma İmparatoru Titus, zaferle Roma'ya dönmüştür. Ancak bölgedeki direniş tamamen sona ermemiş, son güçlü direniş noktalarından biri olan Masada Kalesi'ne 73-74 yıllarında kuşatma yapılmıştır. Masada'da aşırı Yahudi direnişçi grubu Sicarii, Romalılara karşı direnmiş, ancak Roma komutanı Lucius Flavius Silva önderliğindeki birlikler, büyük bir kuşatma duvarı ve devasa bir toprak rampa inşa ederek kaleye girmiştir. Roma ordusu kaleye girdiğinde, yaklaşık 960 kişinin toplu intihar ettiği görülmüştür; bu, kölelik ya da idamdan kaçınmak için tercih edilmiştir. Bu olay, Yahudi tarihinde "onurlu yok oluş" anlayışının simgesi haline gelmiş ve modern dönemde, bir zafer planı olmaktan çok, yok olmaya karşı son güvenlik önlemi olarak görülen Şimşon Seçeneği'nin etik temelini oluşturmuştur.

Caydırıcı bir unsuru olarak Şimşon Doktrini

İsrail'in örtülü nükleer kapasitesi, 1967 Altı Gün Savaşı'nda stratejik bir caydırma aracı olarak ön plana çıktı. O dönemde Savunma Bakan Yardımcısı Şimon Peres, Arap devletlerini korkutmak için nükleer bir gösteri yapılmasını önerdi. Savaş öncesinde İsrail, Sina Yarımadası'na helikopterle paraşüt ekibi göndererek düşmana gözdağı vermek amacıyla bir dağ tepesine nükleer bomba yerleştirmeyi planlamıştı. İsrail, Mısır'ın sayısal üstünlüğüne rağmen Arap Hava Kuvvetleri'ni hızla etkisiz hale getirip Sina'yı işgal ederek savaşı kısa sürede kazandı. Emekli Tuğgeneral Yitshak Yaakov bu operasyona "Şimşon Seçeneği" adını verdi. Eğer İsrail savaş kabinesi nükleer bombayı patlatmış olsaydı, bu ABD'nin Hiroşima ve Nagazaki'ye saldırısından sonra askeri amaçla kullanılan ilk nükleer patlama olacaktı.

İsrail tarihinde 1973 Yom Kipur Savaşı, "Şimşon Seçeneği"nin en somut şekilde uygulandığı dönem olarak öne çıkar. Arap güçlerinin sayıca üstün olduğu bu savaşta, Başbakan Golda Meir nükleer alarm verdi ve 13 atom bombasının füzeler ile uçaklarda kullanıma hazır halde bekletilmesini emretti. İsrail Büyükelçisi Simha Dinitz, ABD Başkanı Nixon'a, hava ikmali yapılmazsa İsrail'in nükleer seçeneği devreye sokabileceği tehdidinde bulundu. Nixon bu tehdide boyun eğerek talebi kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu gelişme, birçok yorumcu tarafından "Şimşon Seçeneği'nin nükleer tehdit olarak kullanıldığı ilk vaka" olarak değerlendirilir. Böylece "Şimşon Seçeneği" yalnızca askeri değil, diplomatik bir baskı aracı olarak da kullanılmıştır. Savaş sonunda İsrail, Mısır hava gücünü etkisiz hale getirerek Sina Yarımadası ile Golan Tepeleri'ni işgal ettiği için nükleer silah kullanmaya gerek kalmamıştır.

Daha yakın tarihte, Gazze'deki çatışmalar sırasında aşırı dinci bir İsrail kabine bakanı (Amihay Eliyahu) nükleer silah kullanmayı önermiştir. Bu olay aslında bir yönüyle İran ve bölgedeki diğer ülkelere "İsrail'in nükleer kapasiteye sahip olduğu ve gerektiğinde kullanmaya istekli olduğu" mesajı verme amaçlı idi.

Dünyanın bildiği sır

ABD federal hükümetinin dış istihbarat servisi CIA, 1976'da İsraillilerin 10-20 nükleer silah stokladığına inanıyordu. 2002'ye gelindiğinde stok sayısının 75'ten fazla termonükleer silaha ulaştığı tahmin ediliyordu. 2006'da George W. Bush'un savunma bakanı Robert Gates, senatodaki bir duruşmada İsrail'in nükleer silahlara sahip olduğunu kabul etti ve iki yıl sonra eski ABD Başkanı Jimmy Carter da İsrail'in nükleer savaş başlığı sayısının 150'den fazla olduğunu söyledi.

Her ne kadar üst düzey ABD yetkililerinin bu ifadeleri, İsrail'in nükleer silah kapasitesine sahip olduğunu gösterse de İsrail, "nükleer belirsizliği"ni korumak amacıyla bu silahların varlığını hiçbir zaman kabul etmemektedir.

İsrail'in nükleer kapasitesine dair kamuoyuna yansıyan en somut veriler, 1985 yılında Dimona Nükleer Tesisi'nde teknisyen olarak çalışan Mordehay Vanunu tarafından paylaşılmıştır. İşten çıkarıldıktan sonra gizlice çektiği fotoğraflarla birlikte Avustralya'ya kaçan Vanunu, daha sonra London Sunday Times gazetesine bilgi sızdırmıştı. İsrail istihbaratı tarafından kaçırılarak ülkeye getirilen Vanunu, yargılanmış ve 18 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Vanunu'nun ifşa ettiği belgeler İsrail'de, 200'den fazla nükleer bomba, çok sayıda nötron bombası, gelişmiş nükleer cihazlar, F-16 ve Eriha füzeleriyle fırlatılabilen savaş başlıkları içeren kapsamlı bir nükleer yığınak olduğunu ortaya koyuyordu. Bu bilgiler, İsrail'in yılda 40 kg plütonyum üretebildiği yeraltı tesislerini ve yalnızca 4 kg plütonyumla etkili bir bomba yapabilen ileri mühendisliği de belgelemişti.

1991 Körfez Savaşı sırasında İsrail, Irak'ın SCUD füzeleriyle Tel Aviv ve Hayfa'ya yönelik saldırılarına karşı 18 Ocak'ta tam nükleer alarm durumuna geçmişti. Toplamda 40 füze saldırısı gerçekleştirilmiş, Dimona yakınlarına düşen bazı füzeler nükleer tesise tehlikeli derecede yaklaşmıştı. İsrail'in o dönemki Başbakanı Yitshak Şamir, Irak'ın kimyasal silah kullanması halinde karşılık olarak nükleer silahların devreye sokulabileceğini ima etmişti. ABD ise İsrail'in savaşa doğrudan katılmasını önlemek için, İsrail'in belirlediği 100 hedefin koalisyon güçlerince vurulması gibi bazı stratejik tavizlerde bulunmak zorunda kalmıştı.

Sonuç yerine

Bütün bu bilgiler aslında İsrail'in nükleer silahlarının artık fiilen kabul edildiğini ve bölgesel dengeleri belirleyen başlıca faktörlerden biri haline geldiğini göstermektedir. Özellikle İsrail ile doğrudan sınırı olmayan "ikinci kademe" Arap ülkelerinin balistik füze kabiliyetine ulaşması, İsrail'in kendince ilk vuruş kapasitesini elinde tutma gerekliliğini artırmıştır.

İsrail'in eski Genelkurmay Başkanlarından Amnon Şahak'ın, "Arap devletlerinin nükleer yeteneklere sahip olmasını engellemek için her yol mübahtır" ifadesi, İsrail'in nükleer stratejisinin kapsamını ortaya koymaktadır.

Bu süreçte İsrail'de yaygın olarak kullanılan "bodrumdaki bomba" benzetmesi, artık "bodrum merdivenlerine çıkmış" açık bir tehdide dönüşmüştür. İsrail, bölgesel düzlemde bir yol ayrımına girmiştir. Stratejisine adını veren Şimşon gibi fiziksel olarak güçlü, ancak giderek radikalleşen toplumu ve yöneticileriyle zihinsel, ahlaki ve ruhsal açıdan gel-gitler yaşamaktadır.

Bölgede büyük bir nükleer güç konumuna gelen İsrail'in, ciddi bir kriz anında bu silahları kullanmaktan kaçınacağına dair herhangi bir güvence bulunmamaktadır. Bu silahların, yalnızca düşmanları değil, İsrail'in kendisini de yok edebilecek bir senaryoda kullanılıp kullanılmayacağı belirsizliğini korumaktadır.

Bu belirsizliğin en çarpıcı göstergesi ise, İsrail'in kendi güvenlik doktrini içinde geliştirdiği ve varoluşsal bir tehdit durumunda "dünyayla birlikte kendini de yok etme" anlayışına dayanan "Şimşon Seçeneği"dir. Bu seçeneğin neyi beraberinde getireceğini ise muhtemelen biz ya da bizden sonraki nesiller sadece tanıklık ederek değil, belki de yaşayarak öğrenecektir.