İsrail, sadece bölgesel bir rakip değil aynı zamanda hem Türkiye hem de İran için ontolojik bir tehdittir. Başka bir ifadeyle İsrail, sadece bölgesel gücü maksimize etmenin değil toprak anlamında bir genişlemenin de peşindedir. İki ülkenin İsrail'i yarın daha büyük ve baş edilemez bir tehdit haline gelmeden önce durdurması elzemdir.
Doç. Dr. Abdulgani Bozkurt/ Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi
İsrail'in sınır tanımaz şekilde sürdürdüğü operasyonlar, bölgede müttefik ve hasım tanımlamalarının yeniden yapılmasını zaruri hale getirdi. 28 Temmuz tarihinde önce Hizbullah'ın iki numaralı isminin hareketin kalbi şeklinde tavsif edilen Beyrut'un Dahiya bölgesinde, yaklaşık 7 saat sonra da Hamas lideri Heniyye'nin İran'ın başkenti Tahran'da suikasta uğraması İsrail'in bölgesel bir savaş istediği yorumlarını güçlendirdi. Dahası bu iki liderin suikasta uğradığı gün İsrail, İran'ın Uzay Kuvvetleri Komutanı Amir Ali Hacızade'yi Şam'da öldürdü. Bunlara ilaveten, yine aynı gün içinde bir suikast girişimi haberi de son zamanlarda İran ile yakınlaşan Sudan'dan geldi. Ancak devlet başkanı Burhan suikast girişiminden yara almadan kurtulmayı başardı. Bir gün içerisinde dört farklı ülkede meydana gelen bu operasyonlar bir taraftan İsrail'le mücadele eden tüm aktörler için bir gözdağı şeklinde yorumlanırken diğer taraftan İsrail'in savaşı genişletmeye dönük isteğini de gözler önüne serdi. Gelinen noktada tüm bölge ülkeleri, sınır ve hukuk tanımayan ABD-Batı destekli İsrail gerçekliği ve sınır tanımazlığı ile yüzleşmek durumunda kaldı.
İsrail'i diğer ülkelerden ayıran en önemli özelliklerinden biri sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğinin belli olmamasıdır. İsrail'in belirli sınırlara sahip olmaması aslında onun işgal devleti olmasından ve sınır tanımazlığından kaynaklanmaktadır. Yaşanan büyük katliamlardan ve soykırımdan sonra bile İsrail'i cezalandırmakta aciz kalan hukuki mekanizmaların kurumsal varlıkları ve dahası uluslararası normlar ve değerlerin iflası, İsrail'in işgalci niteliğini ve sınır tanımazlığını teşvik etmekten öte bir anlam taşımamaktadır. Böylesi bir hukuk boşluğunun olduğu ve insana dair tüm değerlerin anlamını yitirdiği günümüz dünyasında İsrail, sınır tanımayan tavrından en ufak bir rahatsızlık duymamaktadır. Dahası İsrailli yetkililer toprak temelli genişlemeci bir dış politikaya devam edeceğini açıkça dile getirmekte herhangi bir beis görmemektedir. Bu kapsamda genişlemeci dış politikanın ete kemiğe bürünmüş ve formüle edilmiş hali olan Arz-ı Mevud, İsrail siyasetinde sağdan sola, radikalden liberale geniş bir skalada kendisine yer bulmaktadır.
Burada gözden kaçırılmaması gereken husus, İsrail'in dış politikasını çoğu devlet gibi sadece rasyonel çıkarlar üzerine bina etmediğidir. İsrail'in dış politikasının odağında Kudüs merkezli dünya egemenliği olan bir Yahudi devleti vardır ve bu yönüyle İsrail dış politikasına yön veren temel saik rasyonel çıkar yerine teolojidir. İsrail'i saldırganlaştıran ve aslında çoğu zaman irrasyonel davranmaya sevk eden işte bu teo-politik tasavvurdan başkası değildir. Bu tasavvura göre Kudüs başkent olurken Suriye, Lübnan, Irak ve Mısır ile Türkiye'nin bir kısmı İsrail tarafından işgal edilecektir. Eskiden olduğu gibi zihinlerde ve gönüllerde kalmayan, söylem ve eylemle kendisini gösteren bu muhayyile, Gazze sonrası tüm bölge ülkeleri için ontolojik bir düşman ve sırası geldiğinde yüzleşmek mecburiyetinde kalacağı bir beka sorunu anlamına gelmektedir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Gazze ve yakın zamanda Lübnan hakkında yaptığı açıklamalar, ontolojik düşmanın farkında olunduğunun açık göstergesidir. Anadolu'nun müdafaasının Gazze hattında başladığı söylemi, ilaveten Türkiye'nin muhtemel bir saldırıda Lübnan'ın yanında yer alacağının ilanı sınırımıza yaklaşmakta olan tehlikeye dikkat çekmektedir. Muhtemel bir Lübnan-İsrail savaşında Lübnan'ın kaybetmesi halinde İsrail, Türkiye'nin kontrolü altında bulunan İdlib şehrine yaklaşık 250 kilometre yakında konumlanma imkanı elde edecektir. Böyle bir senaryoda oldukça köşeye sıkışacak olan Suriye rejiminin hayatta kalmak adına nasıl bir reaksiyon göstereceği bile öngörülemezdir. İsrail bir taraftan sınırımıza yaklaşırken aynı zamanda Türkiye için ciddi bir tehdit olan PKK/PYD terör örgütlerine de doğrudan temas ve etki etme ve hatta onları doğrudan destekleme fırsatı bulacaktır. Lübnan cephesinin düşmesi halinde İsrail'in durmayacağını kestirmek zor değildir. Bu nedenle Türkiye- Lübnan işbirliği Türkiye için bir tercihten ziyade gereklilik olarak kabul edilebilir.
Türkiye'nin cumhuriyetin kuruluşundan beri sınır problemi yaşamadığı tek komşusu İran'dır tespitinde bulunmak içerisinde biraz mübalağa barındırsa da bir gerçekliğe işaret etmektedir. Yaklaşık 550 kilometre uzunluğunda kara sınırına sahip İran'ın tarihsel olarak Türkiye'den bir toprak talebi bulunmamaktadır. Sınır güvenliği kapsamında ele alınabilecek kaçakçılık, mülteci geçişleri gibi mevzular sınır güvenliğini tehdit eden konular olsa da iki ülke arasında doğrudan bir rekabet ya da çatışma sebebi değildir. O halde Türkiye ile İran bölgesel iki rakip olarak farklı sahalarda mücadele etmektedir yorumunu yapmak yanlış olmayacaktır. Bu iki ülke gerek Irak gerekse Suriye'de destekledikleri aktörler üzerinden birbirleri ile karşı karşıya gelmektedir. Özellikle 2013'ten itibaren Hizbullah ile İran'ın Suriye iç savaşındaki artan rolü ve gerçekleştirdiği operasyonlar bu mücadeleyi daha görünür kılmış ve yaşanan acıları derinleştirmiştir. Türkiye kamuoyu ve özellikle İslami çevrelerde var olan İran karşıtlığı da önemli ölçüde Suriye iç savaşına dayanmaktadır. Burada gözden kaçırılmaması gereken husus İran'ın da tıpkı İsrail (ve aslında Türkiye) gibi bir teo-politik tasavvura sahip olduğudur. Buna göre Şii dünyasında yaygın görüş, beklenen Mehdi'nin geleceği ve onun riyasetinde Kudüs'ün özgürleşeceği yönündedir. Böylesi keskin ve net bir tasavvura sahip bir rejimin kendi hedefine ulaşmayı engelleyeceğini düşündüğü aktörlerle mücadele etmesi şaşırtıcı değildir. İran'ın Suriye ve Irak dahil bölgedeki tüm faaliyetleri, sığ bir mezhepçilik anlayışından ziyade, teo-politik bağlamda ve rasyonel gerekçelerle izah edilmelidir.
Geçmişte yaşanan tüm ayrılıklara rağmen, Türkiye'nin 7 Ekim'den sonra İran ile sıkı ilişkiler geliştirdiği gözlenmektedir. İlk olarak Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın 1 Kasım 2023 tarihinde İranlı mevkidaşı Abdullahiyan için "kardeşim" hitabını kullandığı basın toplantısında, kendisini ağırlamaktan duyduğu memnuniyeti ifade etmesi ve iki ülke arasındaki üst düzey görüşmelerin Gazze için ne denli önemli olduğunu vurgulaması, üçüncü taraflar için açık bir mesaj şeklinde yorumlanabilir. Akabinde dönemin İran Cumhurbaşkanı Reisi'nin 24 Ocak 2024 tarihinde Türkiye'de oldukça sıcak bir atmosferde karşılandığı, iki ülke arasında muhtelif alanları kapsayan 10 anlaşmanın imzalandığı ve iki liderin İsrail'in soykırımı ve Gazze hakkında fikir teatisinde bulundukları hala hatırdadır. İki ülke arasındaki en güncel temasta ise yine dışişleri bakanı Fidan, İran'ın yeni Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan'ın yemin törenine katılmak üzere 29 Temmuz'da Tahran'a gitmiştir. Bu ziyaret esnasında Fidan'ın, Kudüs Gücü Komutanı (Kasım Süleymani'nin halefi) Tuğgeneral İsmail Kaani ile görüşmesi de ekranlara yansımıştır.
Gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Lübnan çıkışı gerekse başta dışişleri bakanı Fidan olmak üzere Türkiye'nin İran temasları, Türkiye'de devlet aklının yaklaşan tehlikenin büyüklüğünün farkında olduğunun birer göstergesidir.
Türkiye ve İran'ın bölgeye yönelik iddiaları iki ülkenin zaman zaman karşı karşıya gelmesine yol açmaktadır. Ancak iki taraf arasındaki meydan okumalar ve rekabet, bugüne kadar genellikle vekiller üzerinden ve iki ülke topraklarının dışında gerçekleşmiştir. Bu veçhesiyle İran Türkiye için, Türkiye de İran için bölgesel politikalarda rekabet edilebilecek bir aktörden fazlası değildir. Oysa İsrail, sadece bölgesel bir rakip değil aynı zamanda hem Türkiye hem de İran için ontolojik bir tehdittir. Başka bir ifadeyle İsrail, sadece bölgesel gücü maksimize etmenin değil toprak anlamında bir genişlemenin de peşindedir. İki ülkenin İsrail'i yarın daha büyük ve baş edilemez bir tehdit haline gelmeden önce durdurması elzemdir. Bunun yolu, iş birliği düzeyini arttırmak, Gazze direnişini canlı tutmak ve Lübnan cephesini tahkim etmekten geçmektedir. Bu yazının ana konusu olmamakla birlikte Türkiye'nin Irak ile ivmelenen ilişkilerini, buna ilaveten Suriye devlet başkanı Beşar Esed ve Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi ile atılan normalleşme adımlarını da yine aynı kapsamda değerlendirmek gerekir. Türkiye'nin İran, Irak, Lübnan, Suriye ve Mısır ile işbirliğini arttırmaya dönük gerçekleştirdiği hamleler -niyetini alenen izhar ve ilan etmese de- aslında İsrail'e karşı bir blok kurulması gerekliliğine ve dahası çabasına işaret etmektedir.