İsrail’in Suriye saldırıları bölgesel savaşa yol açar mı?

Prof. Dr. Birol Akgün - Stratejik Düşünce Enstitüsü
11.05.2013

İsrail’in Şam’a yönelik son bombalamaları Arap halkları için ne kadar kabul edilemez bulunursa bulunsun, Suriye’nin İsrail’e karşı topyekun bir savaş başlatma olasılığı son derece zayıftır. Zira böyle bir durum Esed yönetiminin sonunu hızla getirecektir. İsrail saldırıları karşısında mağdurları oynayarak ayakta kalma stratejisi izlemek Esed yönetimi için daha gerçekçi bir senaryo olacaktır.


İsrail’in Suriye saldırıları  bölgesel savaşa yol açar mı?

İki yılı aşkındır sürmekte olan Suriye iç savaşında taraflar birbirine gözle görülür bir üstünlük sağlayabilmiş değil. Ne muhalefet Beşar Esed liderliğindeki tiranik Baas rejimini tam anlamıyla çökertebildi, ne de kimyasal silahlar dahil elindeki tüm modern ölümcül teknolojileri halkına karşı acımasızca kullanmasına rağmen Esed yönetimi devrimci güçleri bastırabildi. Suriye iç çatışmasına şimdiye kadar hiçbir küresel veya bölgesel güç de doğrudan müdahale etmeye cesaret edemedi. Hatta Esed’e karşı en sert eleştirilerde bulunan Türkiye dahi uçak düşürme gibi provokatif olaylar karşısında soğukkanlı ve ihtiyatlı bir duruş sergiledi. Suudi Arabistan ve Katar gibi körfez ülkeleri muhaliflere silah yardımı yaparken, Türkiye ve ABD gibi ülkeler ise gıda ve sağlık malzemeleri sağlamak gibi insani yardımla ve mültecilere kucak açmakla yetindiler. Esed’in en kritik müttefiki olan İran bile Baas rejimine yardım ederken oldukça dikkatli olmaya çalışıyor. Buna karşın, Suriye yılbaşından bu yana komşu ülke İsrail tarafından birkaç kez doğrudan saldırıya uğradı. İlk kez Ocak ayında Lübnan yakınlarındaki bir konvoyun bombalanması ile başlayan İsrail hava operasyonları, geçtiğimiz günlerde ardı arkasına iki kez belli askeri hedeflerin vurulmasıyla ileri bir safhaya taşındı. Suriye yönetimi saldırıları “savaş nedeni” olarak gördüklerini açıklarken, uluslararası medya bölgesel savaş senaryolarını dillendirmeye başladı. Gerçekten de İsrail’in saldırıları yeni bir Arap-İsrail savaşını doğurur mu? İsrail’in operasyonlarını ve zamanlamasını nasıl okumak gerekir? Bu saldırılar Esed’in elini ne kadar güçlendirir? 

İsrail’in derinleşen yalnızlığı 

1948 yılında kurulan İsrail 65 yıllık tarihinde belki de kendini hiç bu kadar yalnız hissetmemişti. Musevi devletinin artan yalnızlığının ve derinleşen güvensizliğinin iki temel nedeni var. Birincisi, Arap Baharı sürecinin Ortadoğu’daki mevcut stratejik dengeleri köklü biçimde değiştirmesi olasılığıdır. Hükümetlerin seçimler yoluyla oluşmaya başlaması ile İslam ülkelerinde doğal olarak Hüsnü Mübarek ve Zeynel Abidin Bin Ali gibi laik-otoriter liderlerin yerini Mursi gibi İslamcı liderlerin almasının yolu açılmaktadır. Zira legal veya illegal anlamda Arap ülkelerinde otoriter yönetimlere karşı muhalefet hareketi yürüten en örgütlü gruplar öteden beri İslamcılar olmuştur. Sokakların hareketlendiği her Arap ülkesinde de önce devrim sürecinde, ardından da demokratik süreçte etkili olan siyasi grupların başında İslamcılar gelmektedir. Bugün bile Beşar Esed yönetimine karşı Suriye’de mücadelede edenlerin belkemiğini ihvanıyla, selefisiyle İslamcılar oluşturmaktadır. 

İsrail gibi bölgedeki İslami gruplar tarafından gayri meşru bir devlet olarak görülen bir ülke için tüm bunlar ciddi bir tehdit unsuru olarak algılanmaktadır ve bu nedenle İsrail’in kaygıları her geçen gün artmaktadır. İkinci olarak, İsrail’in artan gerginliğinin altında aynı zamanda Batı hegemonyasının yapısal olarak güç kaybetmeye başlaması vardır. Özellikle 2008’den bu yana Batı ülkeleri tarihlerinin en derin ekonomik ve sosyal krizleriyle mücadele etmektedirler ve bu nedenle İsrail gibi Batı dünyasının Ortadoğu’daki uzantısı gibi görülen unsurlara karşı ilgileri giderek zayıflamaktadırlar. Başka deyişle, İsrail’in Batıyı istediği zaman kendi lehine mobilize edebilme gücü zayıfladıkça, bölgedeki kuşatılmışlık hissi de artmaktadır ki bu da İsrail’i hezeyanlara ve aşırılıklara itmektedir. Bölgedeki ülkelerle ilişkilerini yeniden tanımlamak ve Filistinlilerle adil bir barışı kabul etmek gibi bir paradigma değişimine gitmedikçe, İsrail’in kısa ve orta vadede güvenlik kaygıları artmaya devam edecektir.

Önleyici saldırı politikası

Suriye’ye yönelik artan İsrail saldırganlığının altında da bu derin güvenlik endişeleri yatmaktadır.  İsrail’in geleneksel güvenlik stratejisinin özü, komşularının hepsinden daha ileri düzeyde teknolojik silahlara sahip olmak ve böylece caydırıcılığını korumaktır. Caydırıcılık politikasının bir parçası da, bölgede ve hatta dünyada kendisine karşı oluşan tehditleri her türlü askeri, siyasi ve psikolojik yöntemleri kullanarak bertaraf etmektir. Ancak Araplarla üç kez savaşan ve her defasında kazanan İsrail son yıllarda ileri silah teknolojilerinin gelişmesi ve yaygınlaşması ile birlikte asimetrik tehditlere karşı çaresiz kalmaktadır. Nitekim hem Hamas hem de Hizbullah gibi bölgedeki İsrail karşıtı gruplar, İran’ın da desteği ile İsrail’in büyük şehirlerini dahi vurabilecek silahlara sahip olmaya başlamışlardır. ABD’nin katkılarıyla İsrail kendi ülkesine yönelik füze saldırılarına karşı tam koruma sağlandığı söylenen “Demir Kubbe” projesi kurmasına rağmen, İsrail son Gazze çatışmasında olduğu gibi basit bazı füzelerin dahi kendi şehirlerine düşmesini engelleyememiştir. 

Dolayısıyla İsrail saldırılarının Suriye’de son günlerde kimyasal silahların kullanılmaya başlandığı iddialarının arttığı bir döneme tekabül etmesi de bir tesadüf değildir. İsrail’in korkusu Beşar Esed’ten kaynaklanmamaktadır. Zira ne baba Esed ne de oğul Esed hiçbir zaman İsrail ile savaşmak niyetinde olmamışlardır. Onların İsrail düşmanlığı azınlık gruba dayalı Baas rejimine toplumsal destek sağlamaya yöneliktir. Reel politikte Esed ailesi ile Tel Aviv yönetimleri arasında adı konulmamış bir saldırmazlık paktı vardır ve bugün de İsrail’in saldırgan politikalarına karşın Esed’in bu ülkeye savaş açma söylemi polemikten öteye gitmeyecektir. 

İsrail için de Suriye’deki kimyasal silah stokları, Esed’in kontrolünde bulunduğu sürece bir tehdit değildir. İsrail’i tedirgin eden şey bu silahların kaos içindeki Suriye’de Esed’in kontrolünden çıkması ve özellikle muhalefetin eline geçme olasılığıdır. Son günlerde bazı kritik mevzileri ele geçiren muhaliflerin bir anda kimyasal silahlara sahip olmaları durumunda, bunların Lübnan ve Gazze’deki İsrail karşıtı gruplara aktarılma olasılığı Tel Aviv yönetimini tedirgin etmekte ve buna karşı Bush döneminde geliştirilen “önleyici savaş” doktrini argümanı kullanmaktadır. Bu arada giderek zayıflayan Suriye’nin İsrail’e karşı koyabilme gücü ve iradesinin olmadığı da hesap edilmektedir. Zamanlama olarak ise Batı medyasının Suriye’de kimyasal silahların kullanıldığına ilişkin haberlerdeki artış İsaril’in saldırılarını meşrulaştırmak için mazeret olarak kullanılmaktadır. Hatta bu haberlerin sırf bu amaçla çıkarılma olasılığını da göz önünde bulundurmak gerekir.

Yeni Arap-İsrail savaşına doğru mu? 

İsrail’in Şam’a yönelik son bombalamaları Arap halkları için ne kadar kabul edilemez bulunursa bulunsun, zayıflamış ve iç bütünlüğünü kaybederek başarısız bir devlet haline gelmiş olan Suriye’nin İsrail’e karşı topyekun bir savaş başlatma olasılığı son derece zayıftır. Zira böyle bir durum Beşar Esed yönetiminin sonunu hızla getirecektir. Oysaki, İsrail saldırıları karşısında mağdurları oynamak ve geleneksel düşmana karşı başta kendi halkı olmak üzere tüm Arap dünyasının desteğini alarak ayakta kalma stratejisi izlemek Esed yönetimi için daha gerçekçi bir senaryo olacaktır. Ancak belirtmek gerekir ki, İsrail saldırıları ne kadar kabul edilemez bulunsa dahi, Esed yönetiminin bir daha eski günlerine dönme ihtimali olsa olsa bir hayal olacaktır. İşlediği insanlık suçları karşısında, Esed ya Milesoviç gibi yargılanacak ya da Kaddafi gibi bir akıbet ile karşılaşacaktır. İsrail saldırıları belki kendi siyasi iktidarının ömrünü bir nebze de olsa uzatabilir, ama asla ikinci bir bahar için hayat öpücüğü olamaz.

[email protected]