İstanbul'a nasıl ihanet ettik?

Yunus Emre Tozal / Harita Mühendisi
28.10.2017

2004 yılında Erdoğan’ın bizzat teşvikiyle kurulan İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi (İMP), İstanbul’un geleceği için sorunlara çözümler üretmişti. Şu an İMP gibi kurum ve kuruluşlar eğer güçlü yönetimlerle yeniden oluşturulabilirse İstanbul nefes alabileceği projelere kavuşabilir.


İstanbul'a nasıl ihanet ettik?

“Şehir, bütün uzuvları mükemmel çalışan bir beden gibidir” der Farabi. İnsan kadar hızlı, insan kadar tevazu sahibi, alçakgönüllü, insan kadar mutlu ve yine insan kadar hüzün sahibi… Şehirlerimiz, bizlerin hayatla kurduğu bağları bir araya getiren, şekli ve siluetiyle iç dünyamızı, düşünce ve felsefemizi, kâina-ta bakışımızı yansıtan, sosyolojik olarak toplumların oluşmasını sağlayan, psikolojik olarak da bizi bir arada tutan ve bir arada yaşamamıza ortam sağlayan mekânsal alanlardır. Tarihsel süreçte şehirler, her çağın şartlarını, geleceğini ve geçmişteki birikimlerini taşırken, aynı zamanda yaşayacakları değişimlerin de öncüleri oldular. Bir şehrin gelişimi, toplumunun gelişimine bağlı olduğu gibi, olumsuz yönde değişimi ve içinde taşıdığı değerlerden uzak kalması da yine toplumun yaşadığı değişime bağlıdır. Dolayısıyla Farabi’nin tanımından yola çıkarsak, insanın bozuluşu, süreç itibariyle şehrin de bozuluşunun kapısını aralamaktadır.

Modern şehir algısı, paranın en hızlı dönebileceği alanlar inşa etti insana. Modernlik, hızlı bir yaşam sunduğu için, insan da parayı en hızlı döndüre-bileceği mekânlar inşa etti. Sanayileşme ile birlikte rahat ve konforu modern şehir algısında arayan bizler, kendi kültür ve medeniyet özlerimize bakmaksı-zın çok katlı yapılarda alan darlığı çekerek, komşuluk ilişkilerimizi kaybederek, kendi aile mahremiyetimizi de yitirerek ne idüğü belirsiz bir düşünceye ve konuma saplanmış durumdayız. Bugün artık şehre dair düşünen mimar ve mühendisler, bu toprakların kültür ve medeniyet haritasını çıkaramadıkça, üzerinde düşünmeye ve konuşmaya başlamadıkça, kendi dilimizle, kelime ve kavramlarımızla, yöntemlerimizle hayata ve yaşadığımız şehre ait düşünce-ler üretemedikçe, hep bir bağımlı olarak kalacağımızı ifade ediyor.

Obez şehir İstanbul

Her geçen gün büyüyen bir şehrin sınırları çizilebilir mi? Doğu tarafında Gebze’ye Batı tarafında Çatalca’ya dayanan İstanbul, artık obez şehre dö-nüşmüş durumda. Her geçen gün trafiğe çıkan araç sayısı arttığı gibi, her geçen yıl İstanbul’un nüfusu da artmakta. İstanbul’dan New York’a, Hong Kong’dan Paris’e, Londra’ya bütün kozmopolit şehirlerin 21. yüzyılda karşılaşabilecekleri en büyük tehlike, kilo veremeyen ve yedikçe şişmanlayan bir obez gibi şişmeleri.

Şehircilik alanında çalışan akademisyenler, dünyanın dört bir tarafında şehirlerin bu halini tartışırken, metropol şehirlerin en büyük sorununun önlenemeyen göç sorunu olduğunu belirterek, kentten kırsala göç projelerine ağırlık vermenin önemi üzerinde duruyorlar.

Artan nüfusa yerleşim yeri açmakla bir daha geri dönülemeyecek adımların atıldığı İstanbul, kentin yakınlarında ama dışında çok sayıda küçük yer-leşim adacıklarının zamanla İstanbullulaştığı dev bir kütleye doğru ilerlerken, büyük bir değişim-dönüşüm yaşamaya devam ediyor. Geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Uluslararası Şehir ve STK zirvesinde İstanbul hakkındaki sözleri, İstanbul’u kurtarmak adına artık yapılan hatalardan ders alınması gerekliliğini ortaya koyuyor: “Kadim şehirlerin en önemli güzelliği, ana karakterlerini kaybetmeden yeniyi bünyelerinde eritmesi, özle-rinden katarak yeniden yoğurmasıdır. İstanbul bu açıdan gerçekten müstesna bir şehirdir. Ama biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum. Bizim evlerimiz genişlese de gönüllerimiz daralıyor. Binalarımız yükseldikçe ufkumuz kararıyor.”

Gecekondulaşma yolunda ilerleyen bir şehirleşme, 1950’lilerden bu yana Kemal Karpat’a göre bir devlet politikasıydı. Gecekondulaşma İstanbul’un gelişimi için belediyeler tarafından görmezlikten gelindi. Çünkü devlet, konut alanındaki politikasızlığını gecekondu gibi informal alanlara göz yumarak ve ses çıkarmayarak kentlileştirmeyi sağlamayı amaçlamaktaydı. İstanbul’u kentlileştirme süreci en başında kontrol altında tutulurken, zamanla plansız bir şehircilik anlayışından ötürü kontrolden çıktı; göçün durdurulamaması ve imar planlarının umursamazca değiştirilmesiyle şehir kontrolsüzce büyüdü. 80’lere gelindiğinde göç apartmanlaşmayı tetikledi. Daha çok ev, “günü kurtarma” anlayışıyla sorunu çözüyordu ama bir yandan da şehri kaotikleştiriyor, mahalleyi, sokağı ortadan kaldırıyor, düzensiz büyümeyi artırarak sosyolojik, psikolojik ve ekonomik sorunlar üretiyordu. “Günü kurtarma” anlayışı yüzünden İstanbul’un konut ihtiyacı hiç bitmedi. 1990 sonrası siteleşmenin getirdiği kapalılık, 2000 sonrasındaki rezidanslaşma süreci, gökdelenlerin ve plazaların dayattığı yaşam tarzını şehre adeta kabul ettirdi. Eski İstanbul’a dair anlatılanlar artık sadece kitaplarda kaldı, çünkü artık Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’u büyük dönüşümler yaşadı; bireyciliği ön plana çıkartırken toplumun kültürünü ve alışkanlıklarını da değiştirmeye zemin hazırladı. Bugün sadece İstanbul’da değil, tüm Türkiye’de topraktan elde edilen rant, en önemli sermaye birikim araçlarından biri olduysa, elbette kentlerimiz değişecek ve dönüşecek değil mi? Her geçen gün o muhteşem birikiminden; kültür ve medeniyetinden uzaklaşan İstanbul, eğer paradigma değişimi yaşamazsa belki yok olmayacak ama o eski haline de bir daha dönemeyecek gibi...

Kurtuluş mümkün mü?

Tam da bu noktada Tanpınar’ın Beş Şehir kitabındaki şehir notlarını hatırlamakta fayda var. Tanpınar’a göre İstanbul’da gerçekte kaybolan şey, bütün bir hayat tarzı, yaşam felsefesi; haliyle tüm bir dünyadır. Dolayısıyla sorulacak soru aslında şudur: Kubbeleriyle, kültürü ve kendisine özgü güzellikleriyle Ortaçağ’dan bu yana parıl parıl parlayan o muhteşem İstanbul, nasıl olur da tüm bu güzellikleri bir daha geri dönmemek üzere kaybedebilir? Daha 1950’lerde Tanpınar, yeni eğlence tarzlarının, hayata yeni farklı bakış açılarının, yeni adet ve yeni mimari üsluplarının İstanbul gibi bir medeniyet şehrini katlettiğini söylemişti. Meşrutiyet inkılâbı, üç büyük muharebe, birbiri üstüne bir yığın küçüklü büyüklü yangın ve mali buhranlar, Avrupalı ülkelere özenmenin de etkisiyle halkın hayata bakış tarzının tamamen değişmesine sebep olmuştur. Nihayet 1923’te İstanbul’u olduğu haliyle kabullenmekten başka çıkar yol kalmadığını belirten Tanpınar, 1908’den önce tüm Osmanlı coğrafyasında önemli kişilerin İslam çerçevesinde sanat içinde yaşamak için İstanbul’a geldiklerini, Rumeli ve Arabistan’daki zengin çiftlik sahibi insanların dahi, Çamlıca’dan Kadıköy’den yalı almaya geldiklerini anlatır. O zamanlar şehrin hayatını muhteşem bir dokuyla ören Okçular, Sedefçiler, Çadırcılar ve daha birçok meslek erbabı, titiz el işleriyle gündelik eşyayı hakika-ti bulmada bir araç gibi işleyerek, bu eşyalardan yaşam felsefeleri ve hikmet kıvılcımları çıkartarak İstanbul’un medeniyet katmanlarını gözle görünür hale getirirdi. 1908’den sonraysa sokaklarda ne lamba şişesi satanların ne simitçilerin ne de sürahi, bardak, tabak satanların kaldığını hüzünle ifade eden Tan-pınar, macuncuların yerini karamelâ satan çocukların, kirli çekirge sürülerinin aldığını anlatır. İstanbul, insanı o bambaşka dünyalara götüren esnafıyla, insanıyla, uçurtmalarıyla, tılsımıyla ve gecesiyle İstanbul’dur. Bu zincirlerden en ufak bir uzaklaşma, başkalaşma getirecektir. Nitekim 1923’ten sonra İstanbul’un başkalaşması da bundandır.

Bugün İstanbul için bir paradigma değişimi artık şart. Her gün şehrin kalbine hançer gibi saplanan gökdelenleri diğer megapol şehirlerdeki gibi bir araya toplamak bir zorunluluk halini aldı. Yatay mimariyi konuşmak elbette önemli ama sadece nostaljisi yapılarak bir yandan yüksek katlı binalara onay veren ilçe belediye meclislerinin, kurumlar ve kurulların neden yaptıklarıyla söyledikleri birbirini tutmuyor? Erdoğan’ın bugün İstanbul için söylediklerini tüm ilçe belediyeleri, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı gibi İstanbul’a değer üreten kurumlar tabiri caizse kulaklarına küpe yapmalı. “Biz nerede yanlış yap-tık?” diye kendi kendilerini sorgulamalılar. Aksi takdirde İstanbul, üç yöndeki uzantıları ve devasa nüfusuyla ekümenopolis (ucu olmayan şehir) sendro-muna yenik düşecektir. Bir an önce İstanbul’a dair sorunlar masaya yatırılmalı, köklü yatırımlarla köklü çözümler üretebilecek kurullar oluşturulmalıdır.

Serzeniş ümit verici

2004 yılında Erdoğan’ın bizzat teşvikiyle kurulan İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi (İMP), İstanbul’un geleceği için sorun-lara çözümler üretmişti. Şu an İMP gibi kurum ve kuruluşlar eğer güçlü yönetimlerle yeniden oluşturulabilirse İstanbul nefes alabileceği projelere kavuşabi-lir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bünyesinde kurulan “Çevre ve Şehircilik Şurası” gibi şehirlerin analizini yapacak, sorunlara köklü çözümler üretebilecek kurumlara ihtiyacımız var. İstanbul’a BİMTAŞ gibi TOKİ gibi önemli değerler üreten kurumlarda çalışan bir Harita Mühendisi olarak bugün Cumhurbaş-kanı Erdoğan’ın İstanbul’a dair serzenişlerinden çok ümitliyim, çünkü Erdoğan İstanbul için acı çekmeseydi böylesine kendisini de sorumlu tutarak “İs-tanbul’a ihanet ettik” açıklamasını yapmazdı. İşte tam da bu yüzden ülke olarak, İstanbullular olarak her şeyden önce güçlü bir lidere ihtiyacımız var. İstanbul 1923’ten beridir kimliğinden nasıl uzaklaştıysa, 2023’le beraber kaosun çözüldüğü, yeşilin ve ağacın hemen her sokakta yer alacağı, kültür ve medeniyet yolunda atılacak adımlarla yeniden bir dünya başkenti olma yolunda ilerleyebilir. Londra’daki Hyde Park gibi parklarımız belki olmayacak, bunun için geç kalmış olabiliriz ama sokaklarımızı, caddelerimizi ağaçlandırarak, mevcut yeşil alanları imkân dâhilinde büyüterek şehre nefes aldırabilir, geleceğini kurtarabiliriz. Yeter ki bunu yapacak güçlü bir lidere, güçlü bir iradeye kavuşsun İstanbul.

@yunusemretozal