İstanbul'da bir Sinan

Dr. Hülya Bulut/ Yazar
17.08.2023

Tüm eserlerine ve kurduğu ekosisteme rağmen Sinan en az Leonardo da Vinci, Michelangelo, Raffaello kadar büyük ve üretken bir tasarımcı ve sanatçı olmasına rağmen onlar kadar tanınmaz… Ne içeride ne de dışarıda… Bu aslında Sinan sonrasındakilerin, entelektüel dünyamızın, akademimizin, hepimizin ayıbıdır: Geçmişini, kökünü, birikimini, tarihi bilmemek, bilmek istememek hastalığı.


İstanbul'da bir Sinan

Öylesine etkileyici bir şehir düşünün ki; tarih öncesi, Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti dönemindeki varlığı ile nice şiire, kitaba, filme, şarkıya, tabloya ve fotoğrafa konu olurken aynı zamanda nice şaire, yazara, senariste, müzisyene, ressama ve sanatçıya kendi baş yapıtlarına (opus magnum) erişmeleri için vesile olsun.

Öylesine kapsamlı bir şehir düşünün ki; bugünkü halini almasında, tarih boyunca çok sayıda mimarın, mühendisin, şehir planlamacısının, yerel yöneticinin, işçinin, çalışanın, kamu yöneticisinin, yerleşik insanın emeği olurken aynı zamanda bu insanların tüm eylemlerini etkileyen kültür, din, siyaset, iklim, göç, savaş, barış, nüfus, ekonomi, eğitim, toplum sağlığı gibi farklı faktörler ile tüm bu faktörlerin birbirleriyle olan etkileşimleri şehrin kaderini tayin etsin.

Süleyman'ın iklimi

Nüfus artışına bağlı olarak İstanbul'un su sıkıntısı çektiği günlerde, Kanuni Sultan Süleyman bir gün atla Belgrad Ormanı'nda dolaşırken yıkılmış kanallardan sızan suları görünce su yollarını yerinde incelemeye karar verir ve Mimar Sinan'a bu suları İstanbul'a taşıması için emir verir. Mimar Sinan ise Roma ve Bizans'tan kalan bu su yollarını inceler, deneye ve matematiğe dayalı bilimsel çalışmalarla suyun yeterli olduğunu ve kente getirilmesi için hiçbir sorun olmadığını ispatlar. Sonrasında ise kullanılmaz haldeki ve yaklaşık 55 kilometre uzunluğundaki bu su yollarının onarılmasını sağlar, yeniler, geliştirir. Öyle ki tüm bu çalışmalar bizzat Kanuni Sultan Süleyman tarafından da denetlenir, yakından takip edilir. Kanuni Sultan Süleyman'ı da çok iyi anlamak gerekir.

Erdoğan döneminin getirdiği yatırım ve büyüme ikliminin bir benzerini kendi döneminde hemen her alanda oluşturmayı başaran Kanuni Sultan Süleyman ile Mimar Sinan'ın, Sokullu'nun, Baki'nin ilişkisi anlamaya değerdir. Bu konuyu çok etkili bir şekilde Star Açık Görüş okuyucularına sunan stratejist, danışman ve yazar Ufuk Batum'un "Ekosistemin ve İklimin İnşası" başlıklı yazısını önemli bulurum.

1539 yılında mimarbaşı olduğu tarihten 1588 yılına kadar geçen yaklaşık yarım asır boyunca görev yapan Mimar Sinan, Hassa Mimarlar Ocağı'nın en üst düzey yöneticisi idi. Bu seviyedeki bir yönetici olarak belki de dünyadaki en nadide mimarlardan biriydi. Öyle ki, cami, mescid, medrese, türbe, imaret, köprü, han, kervansaray, vb. olmak üzere hayatı boyunca inşa ettiği ve 316'sı İstanbul'da olmak üzere toplam 477 eserden günümüze kadar ulaşanlar neredeyse bu envanterin yarısı kadar. Alanındaki uzman kişilerin söylediğine göre eğer Mimar Sinan, 'tek yapı olarak sadece İstanbul Süleymaniye, Şehzade, Kadırga Sokollu, Edirne Selimiye ve Edirnekapı Mihrimah Sultan camilerinden birini bile yapmış olsaydı çok büyük bir mimar olarak kabul görürdü.'

Mülk Allah'ındır

Osmanlı döneminde, topluma bir eser kazandırmak isteyenlerin önce vakıf kurması, Vakfiye yönetmeliklerinin de kadı tarafından onaylanması gerekirdi. Bu yaklaşım bugün bile geçerli olan büyük bir yönetişim ve dirlik (governance) modelidir. Bu yöntemde, vakfa kimlerin bağış yaptığı, bu bağış gelirlerini nereden elde ettikleri, vakıfların nasıl işletileceği gibi belli başlı konulara da kapsamlı bir şekilde yer verilirdi. Vakıf sahibi olduğu mülkün kira gelirlerini vakfa bırakır ve adeta bir sürdürülebilirlik modeli sağlar. Bu durum, İslam inancına göre 'mülkün Allah'a adanması' anlamına da gelir.

Mimar Sinan'a yapı siparişi veren kişiler, genellikle sanatı seven, estetik görgüleri gelişmiş, sanatçıyı ödüllendiren kimliğe sahiptirler. Mimar Sinan, işte böylesi uygun bir ortamda yaşadığı için de kendi olabilme fırsatını yakalamıştır. Sinan öncelikle saraya, yani yönetime hizmet eden devletin mimarıdır. Ancak bununla birlikte başta sultanlar, sultan eşleri, kızları, şehzadeleri olmak üzere sadrazamlar, vezirler, kaptanıderyalar, paşalar, kazasker, defterdar, çavuşbaşı, divan çavuşu, tercüman, vezir kahyası, kapı ağası, bostancıbaşı, odabaşı gibi asker sınıfının ve saray görevlilerinin dışında tüccar, kasap, bezirganbaşı gibi kişiler için de camiler, imaret, çeşme, kervansaray gibi vakıf binaları tasarlamıştır.

Tam bir sistem, çalışan bir model

Sinan'ın bu kadar geniş yelpazeye yayılan ve kendisine eser siparişi verenlere 50 yıl boyunca sorunsuz hizmet etmesinden, üstelik çekemeyenlerin dedikodularına rağmen hem sarayla hem saray mensuplarıyla hem de Hassa Mimarlar Ocağı görevlileriyle kurduğu ilişkilerde uzlaşıcı ve uzlaştırıcı bir kişiliğe sahip olduğu gayet açıktır. Oldukça ilerlemiş yaşına rağmen, ölünceye kadar mimarbaşı olarak görevde kalabilmesi de bunun önemli bir kanıtıdır.

Osmanlı törelerine göre, dileyen herkes, parası ve makamı olsa bile kubbeli veya birden fazla minareli ya da iki şerefeli, şadırvan avlulu camii yaptıramazdı. Şehzadeler bile ancak padişahın özel izni ve himayesi ile imaret yaptırabilirlerdi. Hanım sultanlar bu konuda biraz daha fazla ayrıcalığa sahip olsa da, divanda görev alan vezirler, kazaskerler, defterdarlar ve nişancılar kubbeli cami yaptırabiliyordu. Geriye kalanlar ise ancak ahşap çatılı, tek minareli, tek şerefeli cami ve mescit yaptırabilme hakkına sahipti. Sinan, işverenleri için daha görkemli bir yapı ortaya çıkartarak onları mutlu edecek yöntemler geliştirmiştir. Örneğin bu kısıtlayıcı durumu aşmanın bir yolu olarak vezirler için planladığı camilerde, medreseyi avluya bitiştirerek tasarlamış ve böylece şadırvanlı avlu etkisini yaratabilmiştir.

O dönemin mimarlığında, mimarlar vaziyet planını ve önemli yapılarının planlarını tasarlıyor, işin önem derecesine göre de bazen bir cephe ve maket hazırlıyorlardı. Mimar ve yapıyı inşa edecek ustalar arasında adeta bir dil birliği bulunuyordu. Cepheler için ise bugün sistematiğini tam olarak bilmediğimiz bazı oranlar kullanılıyordu. Yapı ustaları ve kalfalar kendi uzmanlık alanlarına giren kısımları, mimardan aldıkları sözlü tanımlamalar ve talimatlarla doğrudan kendileri tasarlıyorlardı. Bu yöntemle, bir işin en iyi uygulayıcısı olan kişi böylece kendi becerisini tasarımda da gösterme fırsatına erişmiş oluyordu.

Sinan yapılarıyla kente biçim verene kadar daha çok Pagan bir Roma veya Hırıstiyan bir Bizans kenti gibi algılanabilirdi. Ama Sinan'dan sonra bir Türk-İslam kentine dönüşmüş ve mistik bakımdan bir önceki başkent Edirne'nin önüne geçmiştir. Sinan'ın İstanbul'un tepelerine yerleştirdiği camiler minareleriyle beraber kendine özgü bir kent imgesi yaratır.

İstanbul'u İstanbul yapan en önemli isimlerden biri olan Mimar Sinan'ı anlayarak İstanbul'a yön veren eğilimleri kavramaya çalışmak, ne yazık ki günümüzde İstanbul'da 'düşünülenler ile yaşananlar arasındaki farkı' görmede bizlere rehberlik edebilir. Mesela Mimar Sinan'ın vizyonu, cesareti, özgüveni ve bilimselliği ile yoğurduğu ve belki de günümüzün Personal Public Relations olarak bilinen PPR çalışmaları olarak algılanabilecek eserlerini kayıt altına alması, biyografisini ve mimarlık mesleğinin inceliklerine yönelik birikimlerini yazması kendisiyle ilgili bir külliyatın oluşmasına katkı sağlamıştır. Bu bağlamda Gülru Necipoğlu'nun SİNAN ÇAĞI: Osmanlı İmparatorluğu'nda Mimari Kültür (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları) ile Prof.Dr. Reha Günay'ın Mimar Sinan Neden Bir Tasarım Dehasıdır? (YEM Yayınları) eserlerini vurgulamak isterim.

Bitirirken...

Tüm bu eserlere ve kurduğu ekosisteme rağmen Sinan en az Leonardo da Vinci, Michelangelo, Raffaello kadar büyük ve üretken bir tasarımcı ve sanatçı olmasına rağmen onlar kadar tanınmaz... Ne içeride ne de dışarıda... Bu aslında Sinan sonrasındakilerin, entelektüel dünyamızın, akademimizin, hepimizin ayıbıdır... Geçmişini, kökünü, birikimini, tarihi bilmemek, bilmek istememek hastalığı... Aynı şekilde vakıf modelini kavrayamamak ve içini boşaltmak gibi bir pervasızlık... Ne dersiniz, acaba dem tarihsel birikimlerimizin kıymetini bilmenin ve kültürel eserlere karşı her türlü vandalizimden kurtulmanın demi değil mi?

[email protected]