İstikrar diplomasisi

Doç. Dr. Merve Suna Özel Özcan/ Kırıkkale Üniversitesi
13.10.2025

157 ülkenin Filistin'i tanıması, uzun süredir tıkanmış uluslararası adalet mekanizmasının yeniden hareketlenmeye başladığını ve Türkiye'nin bu süreçteki diplomatik etkisinin arttığını ortaya koymaktadır. Bu tablo, Türkiye'nin “istikrar diplomasisi” ve çok merkezli dış politika çizgisinin güncel küresel düzende nasıl bir karşılık bulduğunu net biçimde göstermektedir. Ankara bugün, yalnızca bölgesel bir aktör değil; vicdan, istikrar ve denge ekseninde şekillenen yeni diplomasi anlayışının taşıyıcısı konumundadır.


İstikrar diplomasisi

Doç. Dr. Merve Suna Özel Özcan/ Kırıkkale Üniversitesi

Küresel sistem, büyük bir kırılmanın eşiğinde bulunuyor. Artan çatışma alanları, yalnızca güç dengelerinin değiştiği bir süreci değil; aynı zamanda uluslararası vicdanın, normların ve kurumların da ciddi bir sınavdan geçtiği bir dönemi işaret ediyor. Uluslararası sistemin temelini oluşturan egemen eşitlik ilkesi ve insan haklarının evrenselliği, giderek aşınmakta; bu durum, mevcut düzenin meşruiyetini sorgulatan bir noktaya ulaşmış durumda. Türkiye, bu dönüşüm süreci içinde insan merkezli, ahlaki ve hukuki temellere dayanan dış politika yaklaşımını her platformda ve her kriz bölgesinde ısrarla dile getirmekte. Bu yaklaşım, bir eksen değişikliğinden ziyade, eksen çeşitliliği ve çok boyutlu diplomasi anlayışı çerçevesinde şekillenmektedir. Zira Türkiye'nin dış politikası, tek bir yöne yönelmiş katı bir blok tercihi yerine; küresel adalet, insani duyarlılık ve stratejik özerklik ilkeleri etrafında çok merkezli bir denge arayışını yansıtmaktadır. Mevcut tablo, Batı'nın kendi değerleri olarak tanımladığı kavramların —özellikle insan hakları ve uluslararası hukukun— giderek erozyona uğradığını göstermektedir. Gazze'de yaşanan insani felaket karşısında Batılı aktörlerin sessizliği, bu çelişkinin en somut göstergesi hâline gelmiştir. Bu bağlamda İsrail, 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu'yla dönemin büyük gücü İngiltere'den aldığı desteği "vaat edilmiş topraklar" teolojisini "vaad edilmiş kaynaklar" reelpolitiğe dönüştürmek için kullanmıştır; bugün ise benzer bir meşruiyet söylemi üzerinden uluslararası hukuku hiçe sayan eylemlerini sürdürmektedir. Bu genel çerçevede, Milliyetçi Hareket Partisi Lideri Devlet Bahçeli'nin Türkiye, Rusya ve Çin (TRÇ) arasında bir ittifak kurulmasına yönelik önerisi, yalnızca güncel konjonktürün bir yansıması değil; aynı zamanda tarihsel derinliği ve mevcut uluslararası gerçekliği birlikte değerlendiren bir stratejik vizyonun ifadesi olarak görülmelidir. Özellikle bu çağrının Birleşmiş Milletler 80. Genel Kurulu ve Erdoğan–Trump görüşmesinden önce yapılmış olması, girişimin sembolik önemini artırmaktadır. Bahçeli'nin ittifak önerisi, Türkiye'nin dış politikada çok boyutlu diplomasi vizyonuna hem yeni bir açılım kazandırmakta hem de Türk siyasi kültürünün temelinde yer alan adalet, mazluma sahip çıkma ve dengeli güç kullanımı ilkelerini yeniden hatırlatmaktadır. Dolayısıyla bu yaklaşım, bir "eksen kayması" değil; eksen çeşitliliği ve diplomatik manevra kapasitesinin genişlemesi anlamına gelmektedir.

Adalet, istikrar ve güç: Türk devlet geleneğinden günümüz dış politikasına uzanan süreklilik

Tarihsel olarak Türk devlet geleneğinde adil, dengeli ve hakkaniyetli bir düzenin varlığı, devlet meşruiyetinin en temel unsurlarından biri olarak öne çıkmıştır. Bu yaklaşım, yalnızca yönetim biçiminin değil, devletin iç işleyişinden dış politikasına kadar tüm alanların üzerine kurulduğu ahlaki bir ekseni temsil eder. Göktürklerden itibaren Türk siyasal kültüründe "adalet" yalnızca bir yönetim ilkesi değil; aynı zamanda devletin varlık nedenidir. Orhun Yazıtları'nda "milleti aç bırakmama" ve "millete hizmet etme" sorumluluğu, yöneticinin halkına karşı yalnızca bir otorite değil, aynı zamanda bir vicdan makamı olduğunu göstermektedir. Göktürklerde verilen sözün tutulması, antlaşmalara sadakat ve düşmana dahi adil davranma ilkesi, Türk diplomasisinin erken dönemden itibaren etik ve istikrar merkezli karakterini yansıtmıştır. Bu anlayış, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde "adalet dairesi" olarak sistematik bir nitelik kazanmıştır. "Adalet dairesi"ne göre hükümdar, adaleti sağlamakla yükümlüdür; çünkü adaletin bozulması, düzenin ve nihayetinde devletin çözülmesine yol açar. Bu çerçevede hükümdar, "mazlumun hamisi" olarak görülür ve devletin varlığı, halkın refahı ve zulmün engellenmesiyle anlam kazanır. Dolayısıyla adalet yalnızca iç siyasetin değil, aynı zamanda dış siyasetin de ahlaki ve meşru zeminini oluşturmuştur. Türk devlet geleneği, yüzyıllar boyunca gücünü yalnızca askeri veya ekonomik kapasitesinden değil, bu gücü adaletin hizmetine sunabilme yeteneğinden almıştır. Modern dönemde Türkiye'nin uluslararası sistemdeki konumu da bu tarihsel süreklilik üzerinden okunabilir. Cumhuriyet döneminde "Yurtta sulh, cihanda sulh" ilkesi, devletin hem iç hem de dış politikasında adalet ve istikrarın kurucu rolünü yeniden tanımlamıştır. Bu ilke, Türk dış politikasının yalnızca güvenlik merkezli değil; aynı zamanda barış, denge ve hakkaniyet eksenli bir stratejik yönelim izlediğini ortaya koymaktadır. Bugün Türkiye'nin uluslararası sistemdeki "istikrar diplomasisi", tam da bu tarihsel geleneğin çağdaş yansımasıdır. Türkiye, krizlerin yoğunlaştığı, normların aşındığı ve küresel sistemin çok merkezli bir yapıya evrildiği bu dönemde; adaleti güçle, gücü ise sorumlulukla dengeleyen bir diplomatik kimlik sergilemektedir. Gerek Gazze'de yaşanan insanlık dramına karşı takındığı tutum, gerek Rusya-Ukrayna savaşında izlediği denge politikası, Türkiye'nin tarihsel adalet ilkesini günümüz uluslararası ilişkilerine taşıyan somut örneklerdir. Bu çerçevede Türk dış politikası, bir eksen değişikliği değil; tam tersine eksen çeşitliliği ve çok boyutlu güç kullanımı üzerine inşa edilmiş bir istikrar arayışıdır. Türkiye, bir yandan mazlumun yanında durma iradesini korurken, diğer yandan küresel düzeyde adil bir barış düzeninin tesisi için arabulucu, düzen kurucu ve dengeleyici bir rol üstlenmektedir.

Çok boyutlu diplomasi vizyonu

Bahçeli'nin TRÇ çıkışını yalnızca iç politikaya dönük bir hamle olarak değil, Türkiye'nin dış politik vizyonu bağlamında da değerlendirmek gerekir. Türkiye'nin NATO üyesi olması, Rusya ve Çin ile resmî ve kurumsallaşmış bir ittifak kurmasını fiilen imkânsız kılmaktadır. Zira NATO'nun stratejik belgelerinde bu iki aktör "hasım" kategorisinde tanımlanmaktadır. Ancak Türk dış politikasının uzun süredir sürdürdüğü çok merkezli yaklaşım, Batı ittifakı içerisindeki sınırlı hareket alanını dengelemeye yöneliktir. Bu çerçevede Türkiye'nin NATO'da zaman zaman yalnız bırakıldığı da unutulmamalıdır. Trump'ın ilk başkanlık döneminde uygulanan CAATSA yaptırımları ve Türkiye'nin F-35 programından çıkarılması, bunun en somut örneklerindendir. Oysa Türkiye, NATO'nun Avrasya'daki en kritik stratejik merkezlerinden biridir. Bu durum, geçtiğimiz hafta BM Genel Kurulu sonrasında gerçekleşen Erdoğan–Trump görüşmesinde de ele alınmış ve çözüm odaklı bir zeminde tartışılmıştır. Gazze'de yaşanan süreç ise Türkiye'nin uluslararası gündeme taşıdığı en önemli başlıklardan biri olmaya devam etmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, BM'deki 15. hitabında İsrail'in saldırganlığını açık biçimde gündeme getirmiş, aynı konuyu Trump ile birebir görüşmesinde de masaya yatırmıştır. Bugün TRÇ hattı, Batı ittifakı içinde yer alan ancak aynı zamanda Avrasya'nın büyük güçleriyle yakınlaşma imkânı arayan Türkiye'nin çok kutuplu dünya düzenine verdiği cevabı yansıtmaktadır. Bu söylem, Batı karşısında zaman zaman yalnız bırakılan bir Türkiye'nin, stratejik özerkliğini ve yükselen güç kimliğini pekiştirmek üzere geliştirdiği bir diplomatik manevra alanıdır. Bu yaklaşım, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sıklıkla dile getirdiği "Dünya Beşten Büyüktür" söylemiyle de örtüşmektedir. Özellikle Gazze konusunda BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimî üyesinin veto mekanizması üzerinden uluslararası adaleti tıkadığı bir dönemde, TRÇ hattı bu tek merkezli düzeni sorgulamakta ve veto sisteminin revize edilmesi gerekliliği yönünde güçlü bir tartışma alanı yaratmaktadır. Batılı aktörlerin Gazze meselesinde sergilediği ikircikli tavır, Türkiye'nin küresel vicdanı temsil eden bir aktör olarak öne çıkmasına zemin hazırlamıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın BM Genel Kurulu'ndaki hitabında Gazze'yi ön plana taşıması ve Trump ile görüşmesinde bu konuyu doğrudan gündeme alması, Türkiye'nin "mazlumun hamisi" kimliğini diplomatik zeminde daha da güçlendirmiştir. TRÇ'nin önemi, aynı zamanda Türkiye'nin istikrar vizyonu ile de doğrudan bağlantılıdır. İstikrar diplomasisi, yalnızca iç siyasi düzenin korunmasına yönelik bir politika değil; bölgesel barışın ve küresel dengenin tesisinde Türkiye'nin oynadığı yapıcı ve dengeleyici rolün ifadesidir. Bu bağlamda Türkiye, hem Rusya–Ukrayna savaşında arabulucu kimliğiyle, hem de Gazze'deki insani kriz karşısında kararlı ve ahlaki söylemiyle, istikrarın taşıyıcı aktörlerinden biri haline gelmiştir.

Sonuç olarak Erdoğan–Trump görüşmesi, TRÇ hattının diplomatik anlamını üç temel boyutta güçlendirmiştir. Birincisi, Türkiye, bu görüşmede hem müttefiklik statüsünü hatırlatmış hem de son yıllarda uygulanan yalnızlaştırma politikalarına karşı dirençli bir duruş sergilemiştir. Türkiye'nin NATO içindeki konumu, sadece güvenlik mimarisinin değil, aynı zamanda Avrupa-Atlantik ittifakının Avrasya'ya açılan stratejik kapısının da ana unsurudur. Ankara'nın bu gerçeği güçlü bir biçimde vurgulaması, Türkiye'nin ittifak içindeki dengeleyici rolünün yeniden hatırlatılması anlamına gelmiştir. İkincisi, Türkiye'nin Rusya ve Çin ile geliştirdiği temaslar, Batı ile ilişkilerinde stratejik esneklik sağlayan bir denge unsuru olarak kullanılmaktadır. Bu durum, Türkiye'nin hem Avrasya ekseninde hem de Batı sisteminde eş zamanlı biçimde hareket edebilme kapasitesinin somut göstergesidir. TRÇ hattı, Türkiye'nin bir "blok seçimi" yapmadığını, aksine sistem içindeki hareket alanını çok boyutlu diplomasi anlayışıyla genişlettiğini ortaya koymaktadır. Üçüncüsü, Türkiye, Gazze meselesinde küresel vicdanın sözcülüğünü üstlenmiş, bu konuda hem uluslararası kamuoyuna hem de ABD'ye doğrudan mesaj verebilen nadir aktörlerden biri olarak öne çıkmıştır. Erdoğan–Trump görüşmesi, bu anlamda Türkiye'nin hem ahlaki liderliğini hem de diplomatik etki kapasitesini teyit eden bir gelişmedir. Bu yönleriyle Erdoğan–Trump görüşmesi, TRÇ hattının yalnızca söylemsel bir perspektif olmadığını; aynı zamanda diplomatik pratikte de karşılığı olan bir stratejik açılım olduğunu göstermiştir. Türkiye'nin sistem içindeki çok boyutlu yaklaşımı ve mevcut küresel krizleri çözme konusundaki kararlılığı, bugün gelinen noktada daha görünür hale gelmiştir. Gazze'de ateşkese yönelik umutların yeniden yeşerdiği bir dönemde, Netanyahu'nun BM Genel Kurulu'nda protesto edilmesi, uluslararası kamuoyunun İsrail politikalarına karşı tavır değişimini göstermektedir. Dahası, 157 ülkenin Filistin'i tanıması, uzun süredir tıkanmış uluslararası adalet mekanizmasının yeniden hareketlenmeye başladığını ve Türkiye'nin bu süreçteki diplomatik etkisinin arttığını ortaya koymaktadır. Bu tablo, Türkiye'nin "istikrar diplomasisi" ve çok merkezli dış politika çizgisinin güncel küresel düzende nasıl bir karşılık bulduğunu net biçimde göstermektedir. Ankara bugün, yalnızca bölgesel bir aktör değil; vicdan, istikrar ve denge ekseninde şekillenen yeni diplomasi anlayışının taşıyıcısı konumundadır. TRÇ hattı da bu anlayışın somutlaştığı, Türkiye'nin küresel sistemdeki rolünü yeniden tanımladığı stratejik bir zemindir.