İstisnai olana karar veren iktidar mı sokak muhalefeti mi?

Prof. Dr. Naci Bostancı/Amasya Milletvekili
24.05.2014

Akademik anlamda bir faşizm olgusundan bahsedebilmek için bunun toplumsal ve ekonomik şartlarının oluşması gerek. Onlar olmaksızın ortaya atılacak bu tür bir suçlama, sadece küresel düzeydeki siyasal dilin hegemonik olarak olumsuzladığı faşizmi, bir “hakaret” olarak kullanmanın ötesine geçmeyecektir.


İstisnai olana karar veren iktidar mı sokak muhalefeti mi?

Bir süredir AK Parti’ye ve Başbakan’a yönelik olarak otoriterlik ve faşizm suçlamaları var. İddiaların sahiplerine bakıldığında ilk göze çarpan “tanıdık simalar” oluşları. Zaten kategorik olarak siyasal yerini AK Parti’nin, onun geldiği geleneğin karşısında oluşturmuş bu çevrenin “analitik bir akıl yürütmenin eseri olan” eleştirilerde bulunmasını beklemek safdillik olur. Odaklandıkları tek tema 12 yıldır iş başında olan Ak Parti’nin oradan gitmesi olan, başarısını, kendi performansından çok rakip olarak gördüğü iktidarın başarısızlığına bağlamış bu siyaset mensuplarının her türlü suçlamaya mücadelenin mühimmatı olarak bakmaları şaşırtıcı değil. İşe yarar mı yaramaz mı, ne ölçüde bir sosyoekonomik zemine yaslanıyor, türünden işin ciddiyetine uygun kuşkulardan vareste oldukları muhakkak. Her seçim sonrası yaşanan psikolojik yıkımın beslediği “eline ne geçerse iktidara fırlatmak” türünden ümitsiz mücadele iklimi, öyle anlaşılıyor ki soğukkanlı akli mülahazaların önünü kapıyor. 2002’den bu yana seçimlerin “ümit ve endişe” salınımındaki atmosferini ve sonrasındaki muhalefet elitlerinde ortaya çıkan psikopatolojiyi inceleyecek meslekten insanlar ilginç bulgulara ulaşabilirler. Böyle bir çalışma yapıldığı takdirde bundan faydalanacak ve “içine gömülü oldukları bilinç durumunu bir doğa hali” sanmanın yanılsamasından kurtulacak hayli kişi olabilir.

Muhalefetin can suyu

Ak Parti’nin ve Başbakan’ın yeminli karşıtlığına soyunmuş, en ufak olumlu değerlendirmeyi kutsala ihanet düzeyinde değerlendiren zevata bu son seçimlerde taze kuvvetlerin katıldığını görüyoruz. Daha yakın zamana kadar otoriterlik ve faşizm suçlamasına karşı ateşli şekilde itiraz eden bu çevre de şimdi malum koronun bir parçası. Dünden bugüne iktidarın siyasi çizgisi değişmedi, fakat şimdi “paralel yapı” olarak adlandırılanların sözcüsü olan bu çevrenin siyasi konumu köklü bir şekilde değişti ve bir anda tam karşı cepheye savruldular. Tamamen siyasi çıkara odaklı, pragmatik nedenlere dayanan bu yer değişimi sonrasında eski hasımların dilini faşizm ve otoriterlik dahil bu kadar çabuk benimseyen bu örnek, suçlamaların anlamını çözmek bakımından da ilham verici olmalı: “İktidarla çelişiyor musun, öyleyse eleştiri niyetiyle her lafı söyleyebilirsin. Amaç ilke düzeyinde değil seçmen nezdinde amansız bir mücadele...”

Gelelim şu mahut faşizm ve otoriterlik meselesine: Akademik anlamda bir faşizm olgusundan bahsedebilmenin toplumsal ve ekonomik şartları var. Onlar olmaksızın ortaya atılacak bu tür bir suçlama, sadece küresel düzeydeki siyasal dilin hegemonik olarak olumsuzladığı faşizmi, bir “hakaret” olarak kullanmanın ötesine geçmeyecektir.

Faşizmin ortaya çıkışında birinci unsur, ilgili ülkeyi yurt dışında bir siyasal maceraya sürükleyerek, emeğin ve ham madde kaynaklarının sömürüleceği yeni pazarlar bulmaya zorlayacak  açgözlü, ileri düzeyde palazlanmış sermayenin varlığıdır. İkincisi, yakın tarihlerde yaşanmış bir kolektif yıkımla maddi ve manevi olarak hırpalanmış geniş kitlelerin kendilerine, “reşitliklerine” güvenlerini yitirerek bir baba figürünün arkasında kayıtsız şartsız toplanma ve onun liderliğinde yaralarını onarma yönündeki güçlü arzularıdır. Üçüncüsü, ilgili ülkeyi ötekilerle ilişkisinde hiyerarşik olarak tarif edilen bir dünya sisteminde en üste yerleştiren, bunun seçkinlik şartlarını özellikle “ırk, milliyet ya da herhangi bir başka kolektif kategoride toparlayan” güçlü ve etkili ideolojik anlatının makul, toplumu dönüştürme kapasitesine sahip bir öncü kitle tarafından benimsenmesidir. Faşizm için başka şartlarda sayılabilir ve yukarıda zikredilenlerin tarihi örneklerini hatırlamak zor değildir.

Faşizmden kurtuluş...

Bunlardan hiçbirisi Türkiye için geçerli değildir. Aksine AK Parti iktidarının kapısını açan tarihi ve toplumsal şartlar tamamen vesayetçi bir yapının dar bir elit zümreye tahsis ettiği iktidar ilişkilerini tasfiye ederek, bunu geniş kitlelere açan bir güzergahta şekillenmiştir. Bu zeminde faşizmin hayat imkanı bulması mümkün olmadığı gibi, eğer siyaset alanını daraltarak egemen iradenin teşekkül şartlarını toplumdan “zorla” soyutlamak anlamında bir analojiyle faşizmden bahsediliyorsa, bu dönüşümü ancak olsa olsa Türkiye’nin faşizmden kurtuluşu olarak değerlendirmek mümkün olabilir. Söylenecek söz çok, fakat bu faşizm suçlaması nereden geliyor, dersek, onun da kaynağı belli. Bugün dillerine faşizmmi pelesenk etmiş olanlar, dün de başka rakiplerine aynı suçlama ile saldırıyorlardı. Onlar geldikleri siyaset geleneğini bütünüyle içselleştirememiş olsalar dahi, o geleneğin “şeytan taşlama ritüellerini” etkin bir şekilde paylaşıyorlar ve kendilerince “günahkar” addettikleri siyasal hasımlarına bol keseden faşistlik suçlamasında bulunmakta herhangi bir beis görmüyorlar.

Gelelim otoriterlik meselesine. Denilen şu: Başbakan gitgide otoriterleşiyor, her türlü iktidarı kendine bağlıyor. Peki, bunun kanıtları nedir, diye sorulduğunda verilen cevaplar, “muhalefetin baskı altında olduğu, gazetecilerin sebetçe işlerini yapamadıkları, kırk kadar gazetecinin mesleklerini yaptıkları için hapiste bulunduğu, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin polisçe acımasızca bastırıldığı vs.”

Öncelikle şunu tespit edelim: Baskın ve karizmatik siyasi figürler her zaman siyasi rakiplerinin korkulu rüyası olmuşlardır. Onlar, siyasal başarısızlıklarını özeleştirilerinde değil “karşıtlarının kötülüklerinde” aramak ve en çok da tüm bunların müsebbibi olarak karizmatik figürün şahsını görmek eğilimindedirler. Sonuçta bu matematik, başarı ile karizmatik figürün yıkımı arasında gitgide güçlenen bir illiyet bağı oluşturur, tüm dikkatlerini ve enerjilerine bu mesaiye vermeye başlarlar.

Bugün Türkiye siyasetinde de yaşanan budur. Muhalefet, kendi başarısının önündeki en büyük engel olarak Başbakan’ın varlığını görmekte ve onun bir şekilde kenara alındığı bir yapıda nihayet başarıya ulaşacağını düşünmektedir. Bu akıl yürütme, doğrudan Başbakan’ın şahsına saldırma, onu yıpratma yönündeki odaklanmayı ve her türlü muhalif unsurun işbirliğini teşvik etmektedir. Siyasal maglubiyet şartları derinleştikçe Başbakan’ın şahsına karşı saldırı dozu da artmakta, her türlü iddia, işe yarayacağı düşünülen her tür karalama seferber edilmektedir. Herşeyden önce otoriterlik suçlaması da bu bağlamdadır. Bu konuda sık sık gerekçe olarak ileri sürülen “gazetecilerin meslek şartları”na ilişkin iddialar ise asıl nedeni “bilinçli olarak” ıskalama arzusuyla bağlantılıdır. Birazcık mesleğin şartları hakkında bilgi sahibi olanlar, asıl konunun medyanın sahiplik yapısından kaynaklandığını, holdinglerle iç içe geçen gazetelerin tam da bu yüzden “özgürce yayın bakımından bir kriz yaşadığını”, mesleğe alma ya da işten çıkarma mekanizmalarının tam da bu yapının üzerine bina olduğunu bilirler. Suçlamada bulunanlar da bunu bilirler fakat faturayı sahibine kesecek kadar cesur olmadıkları için, demokratik şartların sağladığı bir cesaretle iktidara ve başbakana kesmekte herhangi bir sakınca görmezler. Hapisteki gazeteciler konusuna ilgi gösterenler ise üç beş cümlenin ötesinde bir ilgiyle dava dosyalarını inceleyip hukuki şartlar hakkında bilgi sahibi olabilirler.

Sokak gösterileri, “polis şiddeti” ve başbakanın otoriterliği konuları arasında bağ kurma “popülerliği” ağırlıklı olarak Gezi eylemleri ile başladı. Sonra benzeri türden kuralsız eylemler kolluk güçleri tarafından bastırıldıkça sürdürüldü. Türkiye’de miting yapmak, protesto gösterilerinde bulunmak yasak değil. Yasal çerçeve buna müsait ve ilgili mevzuat yürürlükte. Fakat bu gösterilerin amacı “demokratik bir hak olarak protesto gösterilerinde bulunma”yı aşarak, kitleleri sokağa çekip buradan bir iktidar çıkartma emelinin aracı haline geldi. Özellikle Ortadoğu coğrafyasında yaşanan baharların, bu yöndeki arzuları körüklediği açık. Fakat bu beklenti içinde olanların atladığı çok önemli bir husus var: Ortadoğu baharları diktatörlüklerde yaşanıyor, siyasete katılma imkanını bulamayan kitleler bunu sokakta arıyorlar. Türkiye’de ise kitlelerin siyasete katılma yollarını en fazla açan iktidar AK Parti iktidarı ve siyasette asıl bahar demokratik yollarla 2002’de yaşandı.

Sokağın meşruiyeti

Türkiye’de demokrasi var, seçimler yapılıyor, herkes gücü oranında iktidar ilişkilerinin bir parçası. Dışlanan yok. Bu zeminde, sokak üzerinden iktidar arayacak ve bunu gerçekleştirecek ölçüde bir muhalif enerji bulmak, bunu seferber etmek mümkün değil. Üç beş kişinin bir siyasi spekülasyon, bir hakaret, bir birikmiş siyasal hınç aracı olarak dile getirdikleri “otoriterlik” iddiası, öyle anlaşılıyor ki dönüp dolaşıp yine bu bir avuç zevat için ikna edicilik kazanmış. Kitleler işin içinde yok. Ana muhalefetin kendisini meclise gönderen seçmenleriyle yaptıkları sözleşme hilafına iktidar ilişkilerinin etkin unsuru olmayı mecliste değil de sokakta aramaları ise dramatik bir husus. Büyük hukukçu C. Smchitt’in meşhur bir sözü vardır, “iktidar istisnai olana karar verendir” şeklinde. Ana muhalefetin ümitsiz desteğinde yaşanan sokak hareketlerinin sahipleri, başkaları için geçerli olan hukuki kuralların üstüne çıkmak ve kendileri bakımından “istisnai olana karar vermek” istemektedirler. Bir devletin buna izin vermesi düşünülemez.

Siyasal tablonun ilginç görüntülerinden birisi de, eski hasımların Ak Parti ve Başbakan husumetinde tam bir ittifak ve dayanışma içinde bulunmaları. Eski hasımlar derken, tarihi olarak şekillenmiş “sermaye ve sosyalist sol” arasındaki derin çelişkiden bahsediyorum. Ortak siyasi çıkar olduğunda kimse tarihi mirasa bakmıyor, ideolojik uyuşmazlığı bir kenara bırakıyor ve “güçlü iktidara” karşı el ve eylem birliği etmenin yeni imkanlarını -herhalde bu vadideki insanlık tarihine bir armağan ve yeni katkılar olarak- keşfediyor. Başbakan’ın otoriterliği konusundaki yerli iddialara biraz uluslararası boyut katabilmek için eski iktidar elitlerinin sermaye sahiplerinden, onların yurt dışı bağlantılarından faydalanmak, bu heterojen muhalif blokun işbirliği alanlarından birisi.

2014 Ağustosunda Cumhurbaşkanlığı seçimi var. 2015’de ise genel seçimler. Muhalefet haklıysa “faşizmin ve otoriter uygulamaların baskısı altında inim inim inleyen ve kurtuluş yolunu arayan kitleler” için işte iki fırsat. Kahraman muhalefetimizin önderliğinde meydanlara çıkmalarına gerek yok, sandıklara gitmek yeterli. Muhalefetimiz haksızsa, kendi başarısızlığının bir peçesi ve meşrulaştırıcısı olarak bu tür “suçlamaları” kullanıyorsa, işte o zaman da sonuç değişmez, hatta muhalefet için daha geri bir siyasal konum doğurur. Muhalefetimiz haklı mı, haksız mı? Hay Allah, birden hatırladım, daha bir ay önce sandıklar kurulup bu ülkede seçim yapılmadı mı? Sahi sonuçlar kitlelerin üzerinde bir faşizm heyulasının varlığına mı işaret ediyordu acaba? Muhalefetimiz faşizme karşı mücadelenin destani örneklerini “seçim meydanlarında ve sandık başlarında” sunarken halkımız bunu ıskaladı mı? Siz ne dersiniz?

[email protected]