İsyan ahlakı, şimdi

Ali K. Metin / Şair-Yazar
8.09.2019

Kadına yönelik şiddeti kınıyoruz demek yetmez. Buğzetmek hiç yetmez. Tam anlamıyla bir isyan ahlakını tezahür ettirmeye ihtiyaç var. Bunun için şiddete karşı toplumsal bir birliktelik, bir hareket ortaya koymak durumundayız. Öncelikle ve hemen.


İsyan ahlakı, şimdi

Medyayı durduk yerde günah keçisi yapmak istemem. Başımıza taş düşse onu da medyadan bilmenin ne kadar ahmakça bir şey olduğunun gayet tabii farkındayım. Her taşın altında Yahudi parmağı aramak gibi daha feci ihtimaller de yok değil. Birileri çıkıp mesela başımıza gelen her şeyin bir Yahudi fitnesi ve tezgahı olduğunu, medyanın da aslında bir Yahudi maşası olduğunu ileri sürecek olursa, doğrusu buna hiç şaşmamak gerekir. Burası Türkiye, sapla samanı karıştırmak bizde maalesef toplumsal bir realite. Doğrularla yüzleşmekten çok, duygu ve arzularımızla hareket etmekten yana bir toplum olduğumuzu söylersem belki fazla acımasızlık etmiş olacağım, ancak bununla hakikate tamamen aykırı bir yargıda bulunduğum söylenemez. Sözgelimi, aşırı siyasallaşmanın etkisiyle  hakikat istenci ve duygusu giderek zayıflayan bir toplum haline geldiğimizi kolaylıkla tespit etmek mümkün. Dün bu açıdan daha mı iyiydik, meçhul, en azından tartışmaya açık bir durum, ancak burada medyanın bize ne yaptığını, bizi ne hale getirdiğini gerçekten de artık görmemiz gerekiyor. Medyayı günah keçisi haline getirmeyelim derim, fakat bireysel ve sosyal planda nasıl bir kırılma hali içerisinde olduğumuzu anlayabilmemiz için medyanın hayatımızdaki yerini mutlaka dikkate almakta fayda olduğu kanaatindeyim. Biz nasıl ve niye böyle olduk sorusunun cevabını ararken, olan bitenleri medyanın etkisinden bağımsız şekilde ele alamayacağımıza hiç kuşku yok. Zira medya, bizi belki farkında olmadan ama gerçekten ve derinden dönüştürüyor. 

Bize ne oldu? 

Son günler medyada haber konusu olan kadın cinayetleriyle ilgili toplumsal duyarsızlığı, söz konusu dönüşüm vahametinin kritik bir sinyali olarak değerlendirmemiz kanaatimce yanlış olmayacaktır. Gerçekten de bize ne oldu? Emine Bulut vakası karşısındaki toplumsal ataleti neye yormamız lazım? 14 yaşındaki çocuğunun gözü önünde eski kocası tarafından öldürülen annenin dramı bizi eğer infiale sevk etmiyorsa pes demekten başka çaremiz yok.  Bu bizim için öyle ki artık bir utanç sebebi bile olamıyor. Vahşetin ve cinayetlerin sıradanlaşması, yaşadığımız enformasyon vakumu içinde adeta olumsal bir süreç haline geldi. Böylesi vahşetlere toplum olarak gitgide aşina olmaktan öteye bir bağışıklık bile kazanmış gibiyiz. Biliyor, görüyor, üstelik canlı canlı izliyor ama vicdanen bir ses vermekten aciziz. Burada toplumsal bir patoloji olmadığını söylemek gerçekten zor. Utanması gerekenlerden biri de biziz. Şiddete ve kötülüğe karşı dili ve/veya eli (toplumsal eylemi) ile tepkisizleşmiş bir toplumun kalbiyle buğz ediyor olmasından ne kadar eminiz, bu bizi ne kadar ferahlatır bilemiyorum. Neredeyse bir ölü sessizliği ile karşı karşıya olduğumuza bakarak, buğz edip etmediğimizden bile şüphe etmeye başlıyoruz. Daha doğru bir ifadeyle, medyatik vakum bizi bir taraftan enformasyona boğarken diğer taraftan iyice embesil bir topluma dönüştürmüş gözüküyor. Bu kadar fazla uyaran karşısında küçükle büyük, sıradanla sıradan olmayan arasında toplumsal açıdan neredeyse bir fark kalmamış oluyor. Medya bizi daha fazla bilgi ve farkındalık sahibi kılacağı yerde, seyreden insanlara dönüştürdü. Her şeyi birer seyir malzemesi haline getirdik. Kendimiz de buna dahil. Selfie modası, medyanın ürettiği bu kültürel patolojiye bir tuz biber olmaktadır. Doğruyla yanlışı, güzelle çirkini aynı mecralarda birbirine boca eden, birbirine eşitleyen acayip bir bilinç tutulması yaşıyoruz. 

Konu cinayet olunca, bunun aynı zamanda bir utanç kaynağı sayılması gerektiğinden acizane söz ediyorum. Üstelik birkaç utanç tablosunun bir arada yaşanıyor olması olayın patolojik veçhesini daha da dramatik bir hale getiriyor. Kadıncağızın çocuğunun gözü önünde öldürülmesi ne denli kanımızı donduran bir vahşetse, olaya müdahale ederek şiddeti engellemek yerine bunu bir görüntü malzemesi olarak kullanmak isteyen zihniyet de o kadar kritik ve aslında patolojik bir hale işaret ediyor. Hani ya, al birini vur ötekine. İki utanç vakasını bu şekilde bir arada yaşıyoruz. Dahası, bu dehşetengiz olaya televizyon ekranlarında şahit olan bizler, toplumsal eylemsizliğimizle üçüncü bir utanç tablosunu daha bunun üzerine bindiriyoruz. 

Buradaki eylemsizliği, aşırı siyasallaşmanın vicdanlarımızda meydana getirdiği tahribatla ilişkilendirmek de mümkün. Nitekim siyasal bir cinayet vakası ile karşı karşıya olsaydık tepkimiz çok başka olabilecekti. Bunu siyasetin doğası itibariyle belki bir yere kadar anlayabiliriz, ancak ortadaki insanlık ayıbı karşısında yaşadığımız kayıtsızlık, ahlaken nasıl beter bir duruma düştüğümüzü açıkça faş etmektedir. Ahlaken felç olmuş bir toplumda siyasetin kıymeti harbiyesi ne olabilir, bunu o zaman oturup düşünmek gerekiyor. Siyasetin özü ve kurucu unsuru olarak ahlaki bir bakış açısından söz etme hakkına ve ehliyetine sahip olmamız için bunun koşullarını toplumsal hayatta ve ilişkilerde de mutlaka zuhur ettirmek zorundayız. Aksi halde ne sahici bir ahlaktan ne de inandırıcı bir siyasallaşmadan söz edebiliriz. Burada siyasalla ahlaki olan arasındaki yarılmanın adeta toplumsallaşmış bir görüntüsünü yaşıyoruz: Sosyal dünya ile siyasal dünya (iki ayrı özneleşme biçimi) arasında handiyse patolojik bir bölünme hali. Bu bölünmeyi söylem düzeyinde değilse bile günlük hayatta ve eylemlerimizde normalleştirdiğimizi ise vakalar bize söylemekte. 

Sadede gelebilsek 

Bununla beraber, muhafazakar kültür kodlarındaki devletçi refleksler de en azından belli sosyal kesimlerle ilgili burada tayin edici ve açıklayıcı bir niteliğe sahip gözüküyor. Her şeyi devletten bekleme alışkanlığı ekonomide bir yere kadar aşılmış olabilir ancak sosyal, kültürel alanda henüz yeterince kırılabilmiş sayılmaz. Sivil toplum kuruluşları da bu meseleler etrafında fazlasıyla siyasallaşmış bir dokuya sahipler. Emine Bulut vakasındaki klinik boyut, vahşeti hiçbir şekilde tahfif etmeye sebep olamaz. Aslolan, kimden gelirse gelsin, ne sebeple olursa olsun vahşete dur diyecek bir feryat sesi vermek, anneye ve çocuğa olan merhamet hislerimizi topyekün ayağa kaldırmaktır. Ancak biliyoruz, maktul gibi sıradan ve kimsesiz insanlar için tepki ortaya koyacak bir güç unsuru ve ilişkiler ağı yok. Sözde var kabul ettiğimiz toplumsal hassasiyet böylesi durumlarda bir bakıma başsız ve sahipsiz olarak kalıyor. Daha açık bir deyişle devletçi zihniyet ve alışkanlıklarla konu devlete havale edilmekte: Devlet baba bilir ve de gereğini yapar! Bunun devlet-tebaa ilişkisinin geçerli olduğu dönemlerden tevarüs edilmiş toplumsal-muhafazakar bir alışkanlık, bir anlayış tarzı olduğunu söylemek bile fazla. Oysa mesele, devletin ne yapıp yapmayacağı değil, toplumsal bir duruş ve hassasiyeti dile getirmektir. Devlet, hukukun gereğini zaten yapacaktır. Genel anlamda kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda devletin gösterdiği duyarlığı ve yaptığı işleri küçümsemek ise hakikaten insafsızlık olacaktır. Beğenelim beğenmeyelim, bugün İstanbul Sözleşmesi etrafında koparılan gürültüleri kendi adıma anlamsız görmem, itiraz noktalarını saygıyla karşılar ve pekala ciddiye alırım. Almamız da gerekir, en azından aile kavramına ilişkin bazı şerhlerimiz metne girmeliydi, ancak bunun üzerinden Sözleşme yapan iradeyi gaflet ve dalaletle suçlayanların esas meseleyi gözden kaçırmaları daha ilginç ve daha vahim bir nokta. İstanbul Sözleşmesi, iktidarın gelebilecek bütün tepkilere rağmen kadına yönelik şiddete karşı hassasiyetinin ve siyasal risk alma cesaretinin bir ifadesi. Türkiye açısından işin aslı muhtemelen bu şekilde. Bu tarafıyla bari, bizim bardağın dolu kısmına sahip çıkma erdemini ve cesaretini artık göstermemiz lazım. Diğer taraftan kadına yönelik şiddete karşı daha güçlü, daha tavizsiz bir tavra ihtiyacımız olduğunu düşünmüyorsak durumumuz oldukça vahim demek.  Kadına yönelik şiddeti ancak bir insanlık ve ahlak meselesi olarak gördüğümüz nispette toplumsal bir müşterekte buluşabiliriz. Bunun siyasal, ideolojik kodlarla kayıt alınamayacak kerte vicdani, ahlaki bir zeminde tesis edilmesi gerekiyor. 

Medyadaki manzaraya bakınca bu konuda ümitvar olmakta zorlanıyoruz. Vahşeti adamakıllı bir gündem konusu bile yaptığımız söylenemez. Ancak yapılması gereken sadece konuşmak, tartışmak değil. Toplum olarak, bu vahşet karşısındaki infial ve acımızı mutlaka sıra dışı yöntemlerle ortaya koymaya ihtiyaç var. Vahşete itiraz etmek yetmez, bir isyan hali içinde olmak ve vicdani kuvveyi toplumsal bir duruş, bir fiille somutlaştırmak da gerekir. Bunu yapamayan toplumlar için bir tür tükenmişlik sendromundan bahsetmemiz hak olacaktır. 

Emine Bulut’un annesinin televizyon ekranlarına yansıyan sözlerinde kanımca toplumsal bir algıyı da fark ediyoruz: “Hep kadınlar ölüyor. Hep kadınlar ölüyor!” Bu konu bir taraftan enformasyon diğer taraftan bir algı meselesi sayılır. Fakat gerçeklik değeri konusunda kuşku duymayacağımız bir tarafının olduğu muhakkak. Bu ifadeleri sadece kadınlar ölüyor diye anlamamız doğru olmaz. Buradaki sitemkar sözler, içten içe kadınların kadın olmaktan dolayı şiddete daha fazla ve daha sert şekilde maruz kaldığına dair bir algıyı dışa vuruyor. Hem fiziksel hem de toplumsal ve kültürel açıdan kadının şiddet konusundaki negatif konumunu bilinçaltından gelen yansımalarla ortaya koyuyor. Bize düşen, bunu sulandırmak değil ciddiye almak olmalı. Her yıl 250’yi aşkın kadın cinayetinin neden işlendiğini öncelikle sorması gereken biz değil miyiz? “Eğer bir kimse haksız yere bir insanı öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibidir” (Maide: 32) ayeti karşısında, şiddetten ve cinayetlerden en fazla rahatsız olması gereken bizler değil miyiz? 

Buğzetmek yetmez  

Fakat öyle olmadığı aşikar. Şiddeti sıradanlaştıran kültürel gerçeklik karşısında adeta felç olmuş gibiyiz. Dahası sahip olduğumuz kültürel bünye bağlamında aile içi şiddeti yer yer masumlaştıran tortularla tam olarak hesaplaşmış sayılmayız. Aile içi şiddete kapıyı açık tutmadığımızdan hala mesela emin değiliz. Buna karşılık, aile dışı şiddet sözkonusu olduğunda, gelenek ve kültürümüzden gelen kadına yönelik hoşgörüyü tamamen yitirdiğimiz de elbet söylenemez. Bu ayrıntı, her şeye rağmen tabii ki memnuniyet verici. Avrupa ülkelerinin kadın cinayetleri konusunda bizden nerdeyse iki kat ağır bir tabloya sahip olmalarını da kendi hanemize ayrıca bir artı olarak kaydedebiliriz. Ancak bu pozitif unsurlar, bizim mevcut tablo karşısında utanmamıza mani değil. Daha fazla utanmak ve toplumsal eyleme geçebilmek için asla daha fazla cinayet görmemiz gerekmiyor.  

Dolayısıyla kadına yönelik şiddeti kınıyoruz demek yetmez. Buğzetmek hiç yetmez. Tam anlamıyla bir isyan ahlakını tezahür ettirmeye ihtiyaç var. Bunun için şiddete karşı toplumsal bir birliktelik, bir hareket ortaya koymak durumundayız. Öncelikle ve hemen. Toplumsal planda bu bizim için uyarıcı ve öğretici olabilecek ama yine de yeterli olmayacaktır. Bizatihi şiddeti üreten sosyal, kültürel etmenlerle mücadeleyi esas çıkış yolu olarak önümüze koymak gerekiyor: Bir süreklilik içersinde. 

[email protected]