‘İyi’nin ve ‘kötü’nün ötesinde eğitim

Dr. Soner Önder Yıldız / Yazar
9.06.2019


‘İyi’nin ve ‘kötü’nün ötesinde eğitim

Kötü’nün içindeki İyi’den değil,
İyi’nin içindeki Kötü’den kork! 
Franz Kafka

Sağlam bir eğitim sistemi, hepimiz için, Plato’nun Phaedrus karakterinin ağzından anlattığı “Aşk”a ve erdemlerine benzer kazanımlar sağlayabilir; daha iyi bir hayat için motivasyon, İyilik’e öykünme ve Kötü’yü küçümseme, daha etkili çalışma, daha pozitif bir görünüm, kendini gerçekleştirme… Toplumun tüm bireylerine tesir edebilecek böyle bir hareketlilik için eğitim biçilmiş kaftandır. Zıddını düşünmek, bir bakıma yenilgiyi baştan kabul etmek anlamına gelir. Denize düşenin yılana sarılması analojisine uymayan bir başkaldırışla eğitim sayesinde kazanabileceklerimiz olduğuna dair inancımızı korumalıyız.  

İnanmak yetmez tabii. 20. yy’ın başına kadar eğitimin yaygınlaşması, kırdan kente göç ve hizmet sektörünün büyümesi toplumsal eşitsizlik temelinde bir tabakalaşmaya neden olmuştur. Bu kontrolsüz devinimlerin çıktısı, OECD’nin raporlarında, “artan gelir eşitsizliği, yetenekli ve çalışkan insanların hak ettikleri ödülleri almalarına engel olarak yukarıya doğru sosyal hareketliliği bastırmaktadır.” şeklinde izah edilmiştir. Bizler de içinde bulunduğumuz bu yüzyılda eğitimin toplumsal hareketlilikteki rolünün azalmakla kalmayıp eşitsizlik üzerine inşa edilen hiyerarşik yapıyı koruduğu (reproduction) ve popülist bir siyasi söyleme dönüştüğüne şahit oluyoruz. Popülist söylemin bir izdüşümü olarak lise ve üniversite giriş sınavlarında yapılan değişiklikler örneğinde olduğu gibi, kazananlar avantajlı ailelerin çocukları, kaybedenlerse dezavantajlılarınki olmuştur. Üstelik iki grubun çocukları arasındaki başarı(sızlık) farkları sınavlar marifetiyle meşrulaştırıldığından sistemin adalet ve eşitlik boyutuyla sorgulanmasına gerek bile duyulmamıştır.   

Kültürel sermaye 

Öğrenciler ve okullar arasındaki başarı, kalite ve kapasite farkları, öğrencilerin ailelerinden aldığı ve okul ekosistemine taşıdıklarıyla yakından bağlantılıdır. Çocukların; içine doğduğu aile ve yakın çevresi, yaşam tarzları, gelenek ve görenekleri, alışkanlıkları, boş zamanlarını nasıl geçirdikleri ve en çok da iletişimde kullandıkları dil, eğitimsel kazanımlar ya da kayıplar için önemli belirleyicilerdir. Pierre Bourdieu’nun kültürel sermaye (cultural capital) olarak formüle ettiği bu paradigmaya göre, kültürel sermayesi zayıf bir anne ve baba ile yakın çevresinden beslenen birey, okul gibi farklı bir çevrede, kullanılan tek-tipleştirici akademik dille karşılaştığında başarısızlığı kaçınılmaz oluyor. Bu ortamda, istisnalar –Sinop’un dağ köylerinden birinde çobanlık yapan bir çocuğun üniversite sınavında gösterdiği başarı gibi- dışında lise veya üniversite giriş sınavlarında başarılı öğrencilerin büyük çoğunluğunun, kültürel sermayeleri zengin ailelerin çocukları olmasına kimse şaşırmıyor bile. Bu şaşmazlık, Eğitim bakanlığının yayınladığı 2018 Lise Giriş Sınavı Değerlendirme Raporunda, kültürel sermayeleri zengin ailelerin çocuklarının başarısının, “Özel okulların görece yüksek yerleşme oranlarının bulunduğu lise türleri Fen Lisesi ve Sosyal Bilimler Lisesidir.” şeklinde; kültürel sermayesi az ailelerin çocuklarının başarısızlıklarının, “Yatılı bölge okulu mezunu öğrencilerin sınav puanı ortalaması diğer okul türlerinden mezun olan öğrencilerin sınav puanı ortalamasından daha düşüktür.” şeklinde ifade edilmesinden açıkça anlaşılmaktadır. Sistem bizi istisnalar haricinde arada sırada şaşırtmayı başarabilse keşke. 

Toplumsal eşitsizlik 

Yatılı bölge okullarına giden öğrencilerin ailelerinden getir(eme)dikleri kültürel sermayeyi tahayyül etmek zor olmasa gerek. Öyleyse, çocukları sosyo-ekonomik varlıklarını hesaba katmadan yalnızca sınavlardaki başarılarına göre değerlendirmek, karanlık sinema salonlarında yerinizi bulmanıza yardım eden teşrifatçı gibi sadece sınav sonuçlarına bakarak toplumsal hiyerarşideki konumlarını belirlemek ve yine yukarıda anılan rapor türünden tahkiyelerle bunun meşruiyetini pekiştirmek, dezavantajlı aileler ve çocuklarının biricik hayatlarına hiçbir artı getirmez.

Dezavantajlı ailelerin çocuklarının ve bilhassa yatılı okullarda ailelerinden uzakta okumak zorunda kalan öğrencilerin kültürel sermayelerinin zenginleştirilmesine yönelik toplumsal bir farkındalığa ve politika üretimine ihtiyacımız var. Yoksa eğitim, dezavantajlı ailelerin çocuklarının, okul denen kırmızı kiremitli binalarda fakirlik için kuyrukta bekledikleri bir durak olmanın ötesinde bir anlam taşımaz. 

Aşıklar ordusu

Toplumsal eşitsizlikleri cinsiyet farkları düzleminde tartışan akademik çalışmalarda bu anlamsızlık daha bir belirgindir. Zira toplumdaki kadın-erkek eşit(li/sizli)ği düşünüldüğünde aynı eğitim, kadınlara her zaman aynı kazanımları sağlamamakta, yani kadınlar kör topal işleyen hareketlilik mekanizmasından çok az nemalanmaktadırlar. Son zamanlarda kadınların okullaşma oranında başarılanlar bir yana, aynı eğitimi alan kadınların sosyo-ekonomik durumlarında erkeklere kıyaslandığında anlamlı bir gelişme görülmemektedir. Bizimki gibi ataerkil bir toplumda kadınların sosyal hareketlilik anlamında geriye itilmesi yadırganacak bir durum değildir diyen kafalar çıkabilir. Yine de kadınların eğitimsel kazanımlarının mesleki ve kültürel olarak korunması ve asıl, sistemin kadınlara erkeklerle eşit hak ve imkânlar sağlaması gerektiğini sağduyulu her insan söyleyebilmelidir. Açık ve demokratik toplumlarda, dezavantajlı bir aileden gelen başarılı bir çocuğun, eğitim sayesinde iyi bir gelecek kurabilmesi bir istisna değildir. Yeter ki meritokrasi, hem toplum hem de siyasetçinin nazarında adalet ve eşitlik gibi açık bir toplumun yapıtaşlarından biri olarak içselleştirilmiş olsun. ‘Akrabacılık, kayırmacılık ve her türlü ayrımcılığın ayaklar altına alınması, herkesin eşit şartlarda yarışması ve hak edenin ödüllendirilmesi’  şeklinde formüle edilebilecek meritokrasi ile adaletin içselleştirildiği her toplumda bireylerin hayat boyu edindikleri kültürel sermayelerine iktisadi bir karşılık kolayca bulunabilir. Hiç şüphesiz, içimizi ısıtacak bu iyi niyet ateşini vakit kaybetmeden söndürecek birileri çıkacak ve bıyık altından şöyle söyleyeceklerdir: “Maalesef, ülkemizde eğitimin kitleselleşmesiyle birlikte artan eğitimli insan sayısı, eğitimin mesleki statüye dönüşme olasılığını düşürmüştür.” Doğruluk payı da olsa bunun moralimizi alaşağı etmesine izin vermeden daha beterine hazırlanalım: ‘işsizlikle hayallerinin ikileminde yaşamaya hapsolmuş eğitimli gençler ordusu’… Yazık ki Platon’un Şölen’inde Phaedrus’un hayalini kurduğu Âşıklar Ordusu’na (Army of Lovers) benzemeyen bir ordu bu.  

Küresel rekabet için insan kaynağımızı maksimum seviyede yetenekli tutmamız bekleniyor bizden. Toplumun elitleriyle çocuklarının ya da sadece erkeklerin tam donanımlı olması, bu ülkenin rekabet edebilirliği için yeterli değildir. En az onlar kadar dezavantajlı ailelerin çocuklarının, yatılı öğrencilerin ve kadınların da yetenek ve imkânlarının geliştirilmesi gerekir –bu arada, eğitim kurumunun bütün bu yükü kaldırabileceğini ummak safdilliliktir. Toplumun bireyleri arasında ayrım yapmadan topyekûn bir iyileştirmenin başarılabilmesi için eğitsel politikalar ile birlikte gelir dağılımını iyileştirici ve eşitlikçi ekonomik politikaların senkronize çalıştığı bir yaklaşımın işe koşulması lazım. Böyle bir yaklaşım, dezavantajlı ailelerin çocuklarının, yatılı öğrencilerin ve kadınların eğitimle ve kendi çabalarıyla kendilerini toplumda daha adilce konumlandırabilmelerine şimdikinden daha çok yarayabilir. Bu, gelecek nesillerin esenliğe kavuşması ve eşitlikçi bir toplum yaratılması adına –sanırım- hepimizin beslediği bir umuttur. 

[email protected]