İzan, vicdan ve 'kazan kazan'

Ali Osman Sezer / Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi
9.07.2021

Her şeyin ölçüsünün para ve çıkara dayandığı kapitalizm, her şeye rağmen kazanmayı ve çıkarları akılcılık ve güvende olmakla açıklayan bir sistem. Adil ve dengeli olanı ifade eden mütekabiliyetten çok, uluslararası ilişkilerin parolası olan 'kazan kazan politikası' da böyle bir inanç ve düşünce ile meşruluğunu savunan bir ilke.


İzan, vicdan ve 'kazan kazan'

Halihazırda uluslararası alan anarşik bir ortamdır. Bu durum devletlerin egemenliğine dayalı, başka bir devletin egemenliğine boyun eğmeme anlayışını ifade ediyor. Özellikle güç grafiğinde yukarıda olan devletler için, güce dayalı hegemonya daha da belirginleşir. Teorik olarak egemen devlet tanımı, böyle bir sonuca götürse de fiili durum uluslararası ilişkiler ortamında bunun böyle olmadığını, devletlerarası ilişkilerin güç oranları üzerinden hiyerarşik ilişkilerle gerçekleştiğini gösteriyor. Uluslararası sorunlar ise çoğunlukla bu hiyerarşiye riayet etmeyen devletlere uygulanan baskılar olarak tezahür ediyor. Bu alandaki tüm ilke ve kavramlar da bu hiyerarşiyi cari kılmaya dönük olarak tedavülde tutuluyor. "Kazan kazan" kavramı da bunlardan biri olarak akıllıca bir taktik olduğu iddiası ile sürekli vurgulanıp tedavülde tutulmaya çalışılan bir kavram.

Dengeli ilişki

Uluslararası ilişkilerin temel kuralı mütekabiliyet kavramıdır. Mütekabiliyet, bir devletin talep ettiği uygulamaya kendisinin de geçit vererek uygulaması yani onun muadilini kabul etmesi ile adalet esasına dayalı bir ilkedir. Muadil yani adil, dengeli bir ilişki, devletlerin hakimiyeti ilkesi ile açıklanabilir. Kazan kazan politikasının gündeme geldiği ortam meşru olmayan uygulamalara ya sessiz kalma ya da ortak olma teklifi içeriyor. Meşru olan uygulamalardaki karşılıklılık zaten mütekabiliyette cari iken, kazan kazan politikası daha çok bu alanın dışına taşan uygulamaları içeriyor.

Darbe tehditleri

Hegemonik gücün tahkimi için her türlü faaliyeti destekleyerek uygulamaya yönelen hiyerarşik sistem, haksızlıkta bile uzlaşmayı, kazan kazan politikası ile ödüllendirip güce dayalı sistemi cari kılmak isteyecektir. Buradaki problem karşılıklı insani meselelerdeki dengede değil, insanlık dışı uygulamalara sessiz kalmayı, belki de desteklemeyi kazan kazan politikası ile izah etmeye dayanıyor. Bu politik tavsiyenin özellikle sömürgeci devletlerin sömürü politikalarını tahkim etmeye yönelik tepkileri yumuşatmaya yöneldiği daha sık göze çarpıyor. Sömürgeci irade ile uzlaşmayan devletlere yönelik ambargo veya darbe tehditleri bu alanda ortaya çıkıyor.

Milli çıkarlar doğrultusunda her yolu mübah gören anlayışın, insanlık dışı uygulamalara tepkileri, kazan kazan politikası ile aşmaya çalışması suç ortaklığı teklifinden farksız görünüyor. Devletlerin sadece çıkarlarını öncelemeyi öneren bu ilkenin milli çıkar kavramı ile izah edilmesi ayrı bir problem. Oysa milli çıkar kavramı her ne olursa olsun kendi menfaatini öncelemekle çelişen bir kavram. Çünkü millet olma hali bir toplumun ahlakı ile halk olma sürecinde yaşamsal kıldığı değerler ile oluşur. Elbette bu durumda, her ne olursa olsun, insani olan dışlanıp salt menfaat odaklı politikalar, milli çıkar kavramı ile açıklanamaz. Bu o milleti millet yapan değerlerle tezat teşkil ediyor.

Adalete dayalı mütekabiliyet ilkesinden daha çok, kazan kazan politikasının öne çıkartılması, özellikle küresel hegemonyanın güce ve çıkarlara dayalı uygulamalarına engel teşkil edecek duruşları aşma amacıyla ikna aracı olarak öne çıkıyor. Bu ilkeye geçit vermenin kazancı ise çoğu zaman hegemonik hiyerarşide varoluşa izin verme olarak işliyor. Buna karşı olmak ise o ülkede ayaklanma çıkarma ve darbe girişimleri ile tasarlanmış bir sistemin işgali olarak karşılık buluyor. Türkiye'deki tüm darbelerin ve 15 Temmuz darbe girişiminin motivasyonu bu iradeden ayrı düşünülemez.

Özellikle her şeyin ölçüsünün para ve çıkara dayandığı inanç sistemi olan kapitalizm, her şeye rağmen kazanmayı ve çıkarları akılcılık ve güvende olmakla açıklayan bir sistem. İşte adil ve dengeli olanı ifade eden mütekabiliyetten çok, uluslararası ilişkilerin parolası olan kazan kazan politikası böyle bir inanç ve düşünce ile meşruluğunu savunan bir ilke. Ancak her şeyi çıkarlar üzerinden dengelemeye çalışan, her durum karşısında benim buradaki kazancım nedir inancıyla işleyen bu sistemde hak bilincine yer yoktur.

Özellikle Cumhurbaşkanımızın "one minute" ve "dünya beşten büyüktür" ifadeleri ile kavramsallaşan, kazan kazan politikasıyla cari olan uluslararası hegemonyaya karşı bu ifadeler, Türkiye'de iç ayaklanma zeminleri kışkırtılarak, darbeci işbirlikçileri salıveren kapıların aralanması ile karşılık buldu. Bu girişimlerin içeriden, demokrasi getirmek, dışarıdan ise demokrasi götürmek ifadesinde buluşan kurtarıcı söylemlerine karşın, böyle bir demokrasinin götürüldüğü ülkelerde ne anlama geldiği açıkça ortadadır. Getirilip götürülen bir uygulamanın demokrasi olması mümkün değildir. O, bir halkın kendi mukadderatına kendisinin sahip olacağı cumhuriyet rejiminin işletim sistemi olarak, her milletin kendi iradesi olarak cumhuriyet ve onun ayrılmaz parçası olarak demokrasi olabilir.

Dünya beşten büyüktür

Kant "Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme" adlı eserinde bu sistemin hayata geçebilmesi koşullarından birinin de ülkelerin rejimlerinin cumhuriyet olması gereğini ifade eder. Bu ifade, şekli bir anlamdan çok, esasa ilişkin bir koşuldur. Çünkü rejimi cumhuriyet olan bir ülkede devlette cari olan millet iradesinin gücü, milli hakimiyet olarak o milletin hak bilinciyle ortaya çıkar. Bu durum demokratik süreçlerle millet iradesinin, neyin hak olduğuna ilişkin kanaatinin açığa çıkıp cari olduğu bir sistem. Elbette Uluslararası sistemin barış ortamında gücün egemenliğine dayalı bir anlayışın bunu gerçekleştirmesi mümkün değildir. Bu yüzden Kant uluslararası ortamın kararlarının da rejimi cumhuriyet olan ülkelerin iç işlerinde uyguladığı gibi, uluslararası ortamın ortak kararlarının, sadece ülkelerin hükümet iradesiyle değil, hükümette tecelli eden millet iradeleriyle şekillenmesini önermiştir. Bu bağlamda her ne kadar BM'nin Kant'ın fikirlerinden mülhem yapılandığı ileri sürülse de beş ülkenin veto hakkı, uluslararası ortamın hakimiyetini açığa çıkarmayı mümkün kılmıyor. Cumhurbaşkanımızın "dünya beşten büyüktür" ifadesi de elbette egemenlikle hakimiyeti örtbas eden ortamı rahatsız etmiştir. Kant'ın bile böyle bir konuda yazmaya dair endişesini, eserinin daha başında "...denemenin yazarı( yani kendisi), yöneltilecek bütün kötü niyetli yorumlardan kendisini korumuş olmayı umar" ifadesinden anlıyoruz. Bu konuda kuramsal olarak çalışan Kant'ın tedirginliğine karşın benzer ifadelerin, bir ülkede yürütmenin başı tarafından ifade edilmesinin uluslararası hegemonya katında nasıl karşılık bulacağını anlamak zor değil. Egemenlik(hegemonya), hakkın karşısında gücü üstün tutan bir kavram olarak hakimiyet ile zıt bir anlama sahiptir. Özellikle veto hakkına sahip beşlinin nükleer silahlarıyla tahkim ettikleri egemenliklerini, dünya barışı tesisi için caydırıcı güç olarak ifade etmeleri, insani talepleri sindiren, sürekli savaş halinden başka bir anlam taşımıyor. Böyle bir dünyada düzeni sağlamak, onların çıkarlarını temin edecek kazançlarına güvence veren işbirlikleri ve boyun eğme ile kazanılabilecek bir lütuftan öteye geçmiyor. Dünyanın en büyük kaynaklarına sahip birçok ülkesinde, açlık ve yoksulluk içinde varoluş hakkı kazanabilen halklar, kazan kazan politikasının ne anlama geldiğinin en açık ifadesidir. Açlık içindeki bu insanların sofrasındaki bir dilim ekmeğe bile göz diken "büyük devletler" ifadesi ise büyük devlet(!) kavramını ironik hale getiren, kazan kazan politikasının diğer boyutunu gösteriyor. Büyük devlet olmak, başkalarının elinde avucundakileri alıp kendi sofrasına taşımakla değil, mağdur olanla sofrasını paylaşıp insani olanı önceleyip geliştirmekle mümkündür.

Hegemonyanın geçit bulmak için kamuoyu yaratan propaganda aygıtlarına karşı, özellikle dünya kamuoyunun küresel bir iletişim ağı ile farkındalığını canlı tutmak sömürgeciliğe karşı en etkili çözüm olarak görünüyor. Düşünce dünyasında bilinç ve iradeye dönüşmeyen hiçbir şeyin gerçekleşmesi söz konusu olamaz. Bu açıdan hegemonyanın uluslararası demogojik(halk avcısı) propaganda araçlarına karşı, hakikatin bilinç ve iradeye dönüşeceği, açık tutulan yollar bulunmalı. İnsanlık serüveninin bunca tecrübelerine rağmen, hala güç siyasetine dayalı hegemonyanın, demokrasi kavramını bile ülkeleri işgal edip sömürmek için darbelere malzeme etmesi karşısında Giovanni Sartori'nin "Demokrasi Teorisine Geri Dönüş" düşüncesine eşlik etmemek mümkün değil.

aliosmansezer @hotmail.com