‘Kaç kurtar kendini’ psikolojisi ve Tevfik Fikret

Koray Şerbetçi / Tarihçi-yazar
1.12.2018

Tevfik Fikret, bugün dahi radikal Batıcı kesimin söylemlerini bir asır öncesinden üreten bir şair oldu. O, bir aydınlanma çınarı değil, Aşiyan’daki evinden çıkmayan, içinde yaşadığı toplumun gerçeklerine asla nüfuz edemeyen marazî bir düşüncenin sembolüydü. Gerçeklikten kopuk karamsarlığının tüm öfkesini de dine yöneltmişti. 


‘Kaç kurtar kendini’ psikolojisi ve Tevfik Fikret

Her millet tarihî süreklilik içinde kazandığı millî bir ruha sahiptir. Bu millî ruh her milletin sosyal, politik ve ekonomik tutumlarında belirleyici bir role sahiptir. Bu noktadan hareketle Türk Milleti’nin karakterine daha yakından bakacak olursak denilebilir ki; Türk Milleti soru işaretine değil, ünlem işaretine değer veren bir psikolojiye sahiptir. Yani teorik fikirlerden çok duygularına kıymet veren bir millettir Türkler. 

Türk insanı, tam da bu özelliğinden ötürü kendisine bir dünya görüşü edinmek istediğinde politik düşünce teorisyenlerini değil bilhassa şairleri izlemiştir. Bu bakımdan günümüz Türkiye’sinde dile getirilen politik duruşları ve fikir tutumlarını anlamak için yakın dönem şairlerinin fikirlerine yapılacak tarihi bir gezinti ufuk açıcı bir yöntem olacaktır. 

Bu toprakların en mühim meselesi kuşkusuz Tanzimat’ın ilanı ile başlayan ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında zirveleşen Batılılaşma girişimidir. Tarih boyunca Genç Osmanlılar, Jön Türkler, İttihatçılar ve Halk Fırkası kadrosu tarafından uygulanan bu reçete asla sosyolojik bir talep olmamıştır. Batılılaşma; değişen dünya şartlarının zorlamasıyla, Batı emperyalizmine yem olmamak için yukarıdan aşağıya doğru bir kadro eliyle Müslüman ve Asyalı bir toplumu, seküler-Batılı kalıba dökme hamlesidir. Bu özelliğiyle de Tanzimat’ın ilanından bu yana siyasetten kültüre Türk milletinin daimi gündemini oluşturmuştur. 

Bu hengame içinde Türkiye’de Batılılaşma konusunda kendisini ilerici ve çağdaş olarak konumlandıran radikal bir kesim filizlenmiştir. Adı geçen kesimin önemi, ciddi politik iddiaları olması değil, dengeli ve ılımlı kitlede panik oluşturma kabiliyetidir. Bu marjinal kesimin düşünce haritasının izini tarih içinde sürdüğümüzde ise yakın tarihte yaşamış bir şair karşımıza çıkmaktadır: Tevfik Fikret. 

Tevfik Fikret, 1915’te hayatını noktalayana dek yaptıklarıyla sadece kendi neslini etkilemedi. Hiçbir şeye inanmamanın ideolojisini yaparak bugün Türkiye’de millî ve yerli olmak iddiasıyla yapılan her şeye nefret duyan kesimin (onların haberi olmasa da) zihin yapısının mimarı oldu. Nasıl mı? Hayat hikayesinin detaylarıyla uğraşmadan Tevfik Fikret’in zihin yapısına düşünce röntgeni çeker gibi bakmaya çalışalım: 

Yeter ki Abdülhamid gitsin 

Tevfik Fikret derinliksiz bir pozitivistti. Zihnini kayıtsız şartsız Batılı düşünürlerin kaynaklarına teslim etmişti. İman ettiği Batı’dan aktardığı fikirler için oturup fikir kitapları kaleme almadı. Anlatacaklarını şiirleriyle anlattı. Belki de yaşadığı coğrafya ile ilgili tek gerçekçi hamlesi bu oldu. Geri kalanlarsa tam bir facia! 

Haluk’un Amentüsü’nde geçen ve dikkati çeken “Toprak vatanım, nev-i beşer milletim” dizesi Fikret’in hiçbir şeye inanmama ideolojisine slogan olmuştu. Onun için ilerlemek demek manevi kıymetleri yıkmakla eşdeğerdi. Vatan ve Millet gibi tarihsel mirası bir çırpıda harcadıktan sonra en nihayetinde tutup insanı kaya ile özdeşleştirdi. “Beni ben bir kayadan fark edemem” dizesiyle insanı nesneye indirgeyen sığ bir materyalizme demir attı. Böylece Fikret, vatanı ve milleti olan gerici (!) insanı, kendisini kaya olduğuna ikna ettirerek ilerici (!) kılmayı başardı. Gerçi şiirlerinde vatan kavramına vurgu yok değildir ama Fikret’in anladığı, bahsettiği vatan, Müslüman-Türk insanının tarihsel süreçte var olduğu, manevi kıymetlerinin beşiği olan mekan değildir. Onun anladığı vatan, yaşam tarzında bir İstanbullunun bir Parisliden ayırt edilemeyecek kadar eşitlendiği mekandır. 

Fikret, sahip olduğu pozitivist dünya görüşü itibariyle karamsar bir şairdi. Bütün tılsımı hiçbir şeye inanmamaktan geliyordu. Bunun yanında bu inanmayışını huzursuzluğunu sürekli şikayet ve isyan dolu kelimelerle dizelere dökmesiydi. Ama bu isyanının sebebi toplumcu bir şair olmaktan çok pozitivist karamsarlığının sonucuydu. Kendi kuşağının modasına uyarak o da Sultan II. Abdülhamid’e düşman olmuştu. Hatta denir ki onun “Sis” şiirini okuyup da saltanata düşman olmayan kalmamıştı. Hatta bu uğurda İttihatçı komitacılara ısmarlama marş dahi yazmıştı. 

Tevfik Fikret’in II. Abdülhamid’e muhalefeti o denli gözünü karartmıştı ki, Ermeni teröristlerin projelendirdiği ve Belçikalı anarşist Edward Jorris’e ısmarlanan bombalı suikastın başarılamamasına bile üzülmüştü. O kadar ki teröristlere methiye düzecek o meşhur “Bir Lahza-i Taahhur” (Bir Anlık Gecikme) şiirini kaleme almıştı. Şiirin en vurucu yeriyse şu dizlerde saklıydı: Ey şanlı avcı dâmını (tuzağını) bihude (boşuna) kurmadın / Attın fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın! 

Hiçbir şeye inanmayan şair, nasıl olduysa kendi ülkesinin liderine suikast düzenleyen teröristlere romantik bir tutkuyla şiir yazabilmişti. Nazım Hikmet, Tevfik Fikret’in bu dizesine dayanarak aslında ruh halini apaçık ortaya koymuştu: “Tevfik Fikret, inkılapçı sosyal hareketlerden anarşizmi övmüştür.” 

‘Bu ülkede yaşanmaz’ 

Komitacılara ısmarlama marş yazan şair, rüzgar tersine dönüp de İttihatçılar iktidar olunca istediği alakayı göremedi. Bu kez de İttihatçılara hakaretler yağdırmaya başladı. Kendisinin çağdaşı Kazım Nami, şairin tutumunu şöyle izah etmişti: “Fikret’in kahramanlığından bahsolundu. Ben o zaman Selanik’te idim. İttihad ve Terakki gizlice İstanbul’a adam gönderip Fikret’e marş sipariş etti. Fikret o şiirleri ısmarlama yazmıştır. Fikret’in İttihad ve Terakki’den evvel Abdülhamid’e muhalefeti de yoktur. O da İttihad ve Terakki’ye bağlanma gayretiyledir. Bilâhare İttihad ve Terakki’den yüz bulamayınca da ona muhalefete geçmiştir. Ben de canlı vesikalar halinde Fikret’in ne samimiyet, ne halisiyet, ne de hakikat çilesiyle yoğrulmamış bir kimse olduğunu ispata hazırım!” 

Şairin tüm hayat özeti Aşiyan tepesinde çekildiği inziva hayatında gizliydi. O, özlediği ortama kavuşamamanın oluşturduğu hırçınlıkla, en küçük terslikleri bile kabul etmeyen, kırılan, kırılmak için fırsat arayan kişiydi. Denebilir ki mutluluğunu daima kırgınlıkta ve huzursuzlukta arıyordu. Arkadaşı Halit Ziya Uşaklıgil onu tanımlarken “Fikret’in maneviyatına ait ayırt edici niteliğini özetlemek için tek bir kelime olarak kötümser demek yetmez.  O, her şeyi; kendi hayatını, etrafındakilerin gidişatını ve hareketini, geçim ve hayat tarzını, memleketin, hükümetin, idarenin, halkın halini fena bulur ve günden güne artan bir kara görmek ihtiyacıyla her gördüğünden bir şikâyet vesilesi çıkarmak için uğraşırdı” ifadelerini kullanır. 

Tevfik Fikret’in felsefî anlamda derin ve köklü bir sistemi yoktu ve hiçbir fikir akımına da bağlı değildi. Dillendirdiklerinin ana fikri çok basitçe ne pahasına olursa olsun Batılı olmaktı. Fikret’in hedeflediği Batılılaşma, ilkeleri, sebepleri ve sonucu bilinmeyen, Avrupa’da görülen maddî gelişme namına ne varsa taklit yoluyla benimseyerek ona ermeye çalışma gayretiydi. Oğlu Haluk’u İngiltere’ye yollarken ona seslenişi, arzuladığı bu Batılılaşmanın öyle ayakları yere basan bir proje olmaktan çok “Kaç kurtar kendini” psikolojisiydi. 

Haluk’a Vedası’nda İngiltere’yi gayret, azim, onur ve özgürlük ülkesi olarak görüyordu: “Atılırken sen İskoç ellerinin/ Sisli, yağmurlu, karlı, buzlu, fakat/ Cidd ü himmet, vekar ü hürriyet/ Dolu peygule-i temeddününe”. Buna karşın kendisinin kaldığı Müslüman-Türk İstanbul ise şöyle tasvir ediliyordu: “Köhne, avare, bi-haber, bi-zar” 

Tevfik Fikretgiller 

Yine aynı şiirde oğlu Haluk’a hitaben bu ülkenin gençlerine Bizans’a benzettiği İstanbul’dan arkalarına bakmadan Batı’ya kanat çırpmalarını öğütlüyordu: “Ey Bizans’ın çürük, sukût-âlûd/ Kollarından, pür iştiyâk-ı suûd./ Sıyrılan yolcu, bakma arkana hiç;(…)/ İşte fermân-ı azm ü pervâzın.” 

Her ne kadar akıl ve bilime inandığını söylese de Tevfik Fikret’in düşüncesi Batı’nın ütopik hümanizmiydi. Bundan ilham alarak şiirlerinde insanlığın çektiği tüm sıkıntıların suçlusu olarak milliyet ve din düşüncesini mahkum etmişti. Bu konuda en ünlü şiiri Tarih-i Kadim’dir. Burada Müslüman-Türk bünyesine ait ne kadar manevi değer varsa saldırdı. Bu şiiri döneminde o denli tepkiyle görmüştü ki şiire reddiyeler dahi yazılmıştı. Fikret, Harb-i Mukaddes şiirinde vatan savunmasına ve Allah için cihada giden Müslüman askerlerin şehit olduğu inancına da tiksinerek bakmaktaydı. Hatta dizelerinde şehit yakınlarının cennette sandığı askerlerin cennette değil köpeklerin midesinde olduklarını yazarak manevi değerlere pervasızca saldırmıştı: 

Ayat u ehadis (Ayet ve hadislerle) ile milyonları harbe, 

Kalbeylediniz (çevirdiniz) herkesi bu kanlı türabe.(toprağa) 

Haksız yere mahvoldu, evet, bunca şehidan, 

Evlâtları çıplak ve susuz kaldı, perişan. 

Cennette imiş hep beraber bekleyedursun. 

(…) 

Cennette değil, parçalamış nâşını itler. 

Kopmuş, çürümüş, her biri, bir parça sürükler. 

Ezası bütün akbaba, kartal yuvasında. 

Cennette değil, hayyelerin (kurtçukların) midelerinde. 

Kısacası Tevfik Fikret, bugün dahi radikal Batıcı kesimin söylemlerini bir asır öncesinden üreten bir şair oldu. O, bir aydınlanma çınarı değil, Aşiyan’daki evinden çıkmayan, içinde yaşadığı toplumun gerçeklerine asla nüfuz edemeyen marazî bir düşüncenin sembolüydü. Gerçeklikten kopuk karamsarlığının tüm öfkesini de dine yöneltmişti. Kafasındaki tek kahramanı ise Yunan mitolojisinde tanrılardan ateşi çalıp insanlığa getiren Prometeus’tu. O da ateş yerine bilimi getirecek kendi Prometeus’unu bekliyordu. 

Fikret’in zihniyetinin ürünü ne mi oldu peki? Fikret’in arkana bakmadan Batı’ya kanat çırp dediği oğlu Haluk 1965 yılında bir Protestan kilisesinin papazı olarak öldü. 

@koray_serbetci