Kadın erkek eşitliğinin fetişleştirilmesi

Doç. Dr. İshak Torun / Abant İzzet Baysal Üniversitesi
29.11.2014

Ailedeki her işlevi mutlak eşitlikçilik mantığıyla ele almak ilkel bir adalet anlayışıdır. Oysa ailedeki işlevleri (yetki ve sorumlulukları) kabiliyetlere göre paylaştırmak daha kâmil bir adaletin gereğidir. Ailede sadece iktidar işlevi yoktur, bunun dışında birçok işlev vardır.


Kadın erkek eşitliğinin fetişleştirilmesi

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 24 Kasım 2014’te I. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi’nde yaptığı konuşmasında kadın erkek eşitliğini eleştirdi. Kadınla erkek arasında eşitliğin değil, adaletin esas alınması gerektiğini söyledi. Bu söylem laik çizgideki birçok kişi ve kurumu rahatsız etti. Kadın erkek-eşitliği muhafazakarlarla laikler arasındaki belki en önemli fay hatlarından biridir. Türkiye’de ailede muhafazakar değerleri savunmak yıllarca ayıp ve yasak addedilmiştir. Çünkü ideoloji ve siyasal alanda laik elitlerin hegemonyası söz konusuydu. 

Kadın-erkek eşitliğinin birçok veçhesi bulunuyor. Sorun daha çok özel alanda (yani ailede), bilhassa aile içinde iktidarın paylaşımında düğümleniyor. Temel tartışma sorusu şudur: Ailede iktidarı kim temsil etsin, diğer ifadeyle aile reisi kim olsun? Tartışmanın bir kutbunda kadını haremin bir parçası olarak gören ve erkeğin mutlak iradesine ram eden tutucu muhafazakarlık, diğer kutbunda ise kadın-erkek eşitliği savunusu altında aileyi yok etmek isteyen mutlak eşitlikçiler var. Sağduyulu yaklaşım her iki kutuptan da uzak durmayı gerektiriyor.

Mutlak eşitlik var mı?

Meselenin analizinde üç soru ele alınabilir: Birincisi ailede iktidar bölüşümüne ihtiyaç var mıdır? İkincisi iktidarın eşit bir şekilde paylaşımı/temsili mümkün müdür? Üçüncüsü ailedeki işlevleri mutlak eşitlik mantığıyla bölmek zorunda mıyız?

Yapısalcı teoriye göre insanların anlamlı, amaçlı ve sürekli ilişki kurduğu durumda grup doğar. Grubun ahenkle işlemesi kuralların varlığına bağlıdır. Kurallar ise kendiliğinden işlemez, mutlaka bir iktidar merciine ihtiyaç duyar. Yani grubun veya toplumun var olduğu yerde iktidar ve siyaset de kaçınılmaz olarak vardır. Bu kaçınılmazlığı marxistler ile feministler bile reddetmez. Onlar bundan dolayı aile ve diğer bütün gruplara karşıdırlar. Çünkü grubun olduğu yerde iktidar/siyaset kaçınılmaz bir zorunluluktur.  İktidar ise baskı ve zulmün sebebi. Dolayısıyla onlar için kadın erkek eşitliğini savunmak son tahlilde aileye karşı olmak anlamına gelir. 

Birinci sorun: Foucault şeyh mürit, baba çocuk ve bir karı koca ilişkisinde iktidar/siyaset aramanın saçma olduğunu söyler. Ona göre iktidarı/siyaseti var eden şey Marxistlerin iddia ettiğinin aksine eşitsizlik değildir. Eşitsizliğe taraflardan birisinin itiraz etmesiyle iktidar sorununu ortaya çıkar. Eğer karı koca arasında her hangi bir usulde rızaya dayalı karşılıklı paylaşım varsa iktidar da yoktur. Kısaca eşitsizlik bunu sorun kabul edenler için vardır ve iktidar çatışması onlar için kaçınılmazdır. Ailede eşitlik konusunu fetiş haline getirenler marxistler ile Feministlerdir. Bir açıdan kadın erkek eşitliği konusu marxist ve feministler tarafından siyasallaştırılmıştır. Yine Foucault’a göre gerçekte iktidar her durumda zengin kapitalistler ile güçlü erkeklerin tekelinde değildir. İktidar sürekli el değiştirmektedir. Kadının da ailede üstün ve güçlü olduğu zamanlar vardır. Dolayısıyla kadınlar da duruma bağlı muktedirdir.

C. Schmitt’in konuyla ilgili düşünceleri Foucault’u destekler niteliktedir. Schmitt’e göre iktidarı/siyaseti var eden şey husumettir. Yani dost-düşman kamplaşması. Ona göre yetki ve sorumluluğun, nimet ve külfetin dostça paylaşıldığı ailede siyaset ve iktidar aramak anlamsızdır. Ancak karı kocadan biri, diğerini hasım/düşman olarak tanımlar ve bu doğrultuda tavır alır ise orada iktidar/siyasi söz konusu olur. 

Schmitt iktidarın kimde olduğuyla ilgili bütün formel, göze görünen şekilleri yıkar. Ona göre iktidarı dışarıya karşı kimin temsil ettiğinin, kimin koltukta oturduğunun önemi yoktur; aksine kritik kararları kimin verdiği önemlidir. Ev-araba alma, çocukların isimlerini ve okullarını belirleme, dostları belirleme, konut seçimi, iş ve memleket değiştirme kritik kararlara örnektir. Bir araştırma vesilesiyle TÜİK’in yaptığı bir çalışmadan yararlanarak Türk ailesinde kritik kararları kimin verdiğini analiz etmiştim. Ve bir Türk erkeği olarak hemcinslerimden utanmıştım. Çünkü çok bariz şekilde Türkiye’de aile reisinin kadın olduğu anlaşılıyordu! Türkiye’de belki evliliğin ilk yıllarında erkekler öne çıkıyor. Anlaşılan ilerleyen yıllarda kadınlar aile reisliğini ele geçirmektedirler. Çünkü Türk kadını aile için yetiştiriliyor. Ailedeki ilişkileri sürdürecek becerilerle donatılıyor. En azından geleneksel kültür konsepti içinde bunu söylemek mümkün. Modern kadın ise ilişkilerin başlaması noktasında daha beceriklidir. Ama ailevi ilişkilerin sürdürülmesinde sınıfta kalmaktadır. Literatürün bize söylediğine göre aile ilişkisinin başlatılması ile sürdürülmesi için gerekli nitelikler birbirinden tamamen farklıdır. Devam eden ilişkilerde kim daha becerikli, kim diğer tarafa daha az bağımlı ve kim ailede daha fazla iş görüyorsa iktidar o oluyor. Türk erkekleri sadece araba alımında kadının önünde yer alıyor. Diğer konularda hep gerilerde. Bu genellemenin büyük ölçüde orta tabaka aileler için geçerli olduğunu belirtmiş olalım. En üst ve en alt tabakada bulunan erkekler ailenin her durumda tek hâkimidir. Sadakatlerine en az güvenilmesi gereken erkekler kümesi de bu tabakalarda yer almaktadır.  

İkinci sorun: İktidarın iki kişi tarafından temsili, yani bir iktidar koltuğuna iki kişinin oturması ontolojik olarak mümkün değildir. Yani ailedeki iktidar koltuğuna erkek ya da kadından biri oturmalıdır. Aynı anda iki muhtarın, iki valinin, iki başbakanın olması literatüre dayalı bilgilimize de sağduyumuza da aykırıdır. Belki ailede iktidarın eşitlikçi/demokratik bir şekilde bölüşümünü demokrasinin hazır uygulamasına bakarak halledilebiliriz.

‘Kamil adalet’ anlayışı

Kadın erkek eşitliği belki kararların oluşma aşamasında aranabilir. Yani aile ile ilgili kararlar kadın ve erkeğin eşit katılımıyla alınması mümkündür. Kadın aileyle ilgili kararların alınmasında erkekle eşit düzeyde söz hakkına sahip olabilir. Nevar ki bu açıklama biçimi iktidar temsilinin bir kişi tarafından deruhte edilme zaruretini ortadan kaldırmıyor. Çünkü kararların alınması ile iktidarın temsili farklı konulardır.

Kadının erkek karşısında alt bir tür olarak tanımlayan ataerkil mantığın mutlaka sorgulanması gerekir. Kadın kendi adıyla, bireyliğiyle erkeğin yanında eş olarak var olmayı elbette hak ediyor. Ancak aileyi dernekle, şirketle ve bir siyasal birlikle karıştırmamak gerekiyor. Mutlak eşitlikçiler kadını erkekle eşitlerken hakikatte aileyi yok etmektedirler. 

Üçüncü sorun: Ailedeki her işlevi mutlak eşitlikçilik mantığıyla kadın ve erkek arasında tek tek denkleştirmek ilkel bir adalet anlayışıdır. Oysa ailedeki işlevleri (yetki ve sorumlulukları) kabiliyetlere göre paylaştırmak daha kâmil bir adaletin gereğidir. Ailede sadece iktidar işlevi yoktur, bunun dışında birçok işlev vardır. Mutlak eşitlikçi (denkleştirici) adalet anlayışında her işlev kadın ve erkek arasında tek tek ikiye bölünürken, dağıtıcı/paylaşımcı adalet anlayışında her işlev farklı oranlarda dağıtılmakta, ama toplam dağılımda (blanço değerinde) eşitlik aranmaktadır. Sonuçta mutlak eşitlikçi yaklaşım adaletin tek uygulama biçimi olmadığı gibi en kâmil türü de değildir.

[email protected]