Kadın olmak: Direnişin zarafeti

Rabia Yavuz/ Uzman Klinik Psikolog
8.05.2025

Kadın olmak, yalnızca bir cinsiyet değildir, aynı zamanda dünyayla kurulan bir ilişki biçimidir. Bu ilişki çoğu zaman ayrımcılıkla, inkârla ve bastırılmayla yoğrulur. Aynı zamanda -belki de tam bu sebeple - içsel direncin, yaratıcılığın ve yeniden doğuşun alanıdır.


Kadın olmak: Direnişin zarafeti

Rabia Yavuz/ Uzman Klinik Psikolog

Son günlerde kadınlık ve erkeklik tekrar gündemimize girdi. Özellikle kadınlık ve erkekliği farklı cinsiyetler bağlamında değil de karşıt kutuplar olarak ele alan yayın ve dizi sektörü sayesinde. Peki, kadın olmak nedir? Erkek olmak ne? Erkek olmadan kadını, kadın olmadan erkeği anlayabilir miyiz? Bu ikili dünyanın bize söyledikleri çatışma mı, dayanışma mıdır acaba?

Kadın olmak, sadece biyolojik bir gerçeklik değil, aynı zamanda bir varoluş halidir de. Kimi zaman zor, katmanlı, kimi zaman boğucu ve belki de bu sayede de bir o kadar doğurucu bir insanlık halidir, kanaatimce.

Bugünün dünyasında kadınlar hem geleneksel hem de modern kalıplar tarafından çerçevelenmekte, anlamları onlar adına belirlenmekte, kimlikleri sabitlenmeye çalışılmaktadır. Bu çit kültürü muhafazakâr toplumsal yapılar, politik erkler ya da seküler düzenin 'özgürlük' maskesiyle sunduğu yeni formlar tarafından belirleniyor. Hangi dünya ya da siyasi görüşe yaslanırsa yaslansın herkes, özellikle de erkekler kadının "nasıl olması" gerektiğine dair fikirlere sahip. Sadece fikirler demek yetersiz kalır. Tahakküm ve yaptırımlar da bu fikretmeden müdahale eden gruplar tarafından tüm kadınların çevresini sarmış durumda. Bu müdahalelerin her biri kadını nesneleştirme potansiyeli taşır. Kadınların yaşamlarının önüne çizilen bu sınırlar, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda düşünsel ve duygusal kısıtlamaları da içerir.

Ne yazık ki bu çitlerin en görünmeyen ama en tehlikelilerinden biri, belli bir yaşın üstünde olan, toplumsal cinsiyet rolleriyle özdeşleşmiş, eril sistemi içselleştirmiş bazı kadınlardan gelmekte. Bu kadınlar çoğu zaman genç kadınları bastırmaya, onları "terbiye etmeye" ya da hizaya sokmaya çalışır. Henüz insan olmanın ahlaki olgunlukla birleştiği türden bir içsel özgürlük bu kadınların çoğunda gelişmemiş olabilir. Belki de onlar da zamanında kendi kadınlıklarına yer açamadıkları, kendi arzularını bastırmak zorunda kaldıkları için şimdi başkalarının arzularına gölge düşürmektedir. "Ben çektim, sen de çek" dercesine geçmişin mazlumları şimdinin zalimlerine dönüşür bir yanıyla. Bu toplumumuzda sıkça görülür üstelik. Bu müdahaleleri her yerde görmek mümkündür. Bir zamanların gelini kaynanaların kendi gelinlerine bakışından tutun, bir zamanların öğrencisi üniversite hocalarının şimdiki öğrencilerine davranışına kadar. Zincirleme kaza devam etmektedir.

Stockholm sendromu

Bu durum bir çeşit Stockholm sendromu olarak yorumlanabilir de. Zira baskılayanla özdeşleşen kişi, artık baskının varlığını tehdit değil düzen olarak kabul eder. Bu kadınlar, yıllarca mücadeleden yorularak sadece hayatta kalmanın yolunu uyum sağlamakta bulmuş olabilir. Bu bir tercihten ziyade çoğu zaman hayatta kalma stratejisidir. Ancak ne yazık ki, kendi kadınlıklarını bastırırken başkalarının kadınlığını da tahrip eden bir zihinsel alışkanlık halini alır. Sürekli çevrelerindeki kadınları terbiye etme görevini üstlenmişlerdir.

Bu çağda, bu coğrafyada, bu toplumda kadın olmak bir tür "ahlaki kahramanlık" gibi tekinsiz ama tekil bir yerde kalmayı gerektiriyor bazılarımız için. Zor ama anlamlı bir içsel yolculuk ve esnek duruşla. Çünkü kadın olmak, yalnızca bir cinsiyet değildir, aynı zamanda dünyayla kurulan bir ilişki biçimidir. Bu ilişki çoğu zaman ayrımcılıkla, inkârla ve bastırılmayla yoğrulur. Aynı zamanda -belki de tam bu sebeple - içsel direncin, yaratıcılığın ve yeniden doğuşun alanıdır.

Kadınlar boğuldukça yeniden doğar, çünkü varoluşsal anlamda ölüm yalnızca fizikseldir; ruhsal düzlemde ölüm, yenilenmenin habercisidir. Sevgi en çok da kayıplarla beslenmez mi? Belki kadınlık da öyledir. Her bastırılma, her haksızlık, her reddedilme, derinlerde bir potansiyeli daha canlandırır. Kadın olmak hem acı bir deneyimi hem de bu acının içinden anlam doğurma gücünü içinde taşır. Yeter ki, acılarla acılaşmadan, canı acıdığı için başkasının canını yakmadan, kendi acısını dindirme dirayetini gösterebilsin insan. Bu nedenle kendisine yapılan haksızlıkları fark edebilen kadın, haksızlığı yapandan çok hak ve hukuk temelinde kalabilsin. Zalimiyle girdiği savaşta zalimine benzemeden kendi yolunu çizebilsin. Aksi halde ne erkek ne kadın, insan olmanın ahlaki bilincinden her sapmayla karşıt kutuplarda kendimizi bulabiliriz. Kadın-erkek, genç-yaşlı, mazlum-zalim, muktedir-mustaz'af...

Sorumsuzlukla sorunluluğun iç içe geçtiği bir kimlik

Modern dünyada erkeklik ise çoğu zaman, sorumsuzlukla sorunluluğun iç içe geçtiği bir kimliğe bürünmekte her geçen gün. Prensesleşen erkeklerden, yetişkin hayatının sorumluluklarından kaçan erkeklere kadar değişen erkeklik hallerinden daha çok bahsedilir oldu. Duygularından kopuk, kendi gölgesiyle yüzleşmemiş ve varoluşsal sorumluluğu almaktan kaçınan bir erkeklik formu makbul erkek olarak yaygın. Bu form, yalnızca kadınlar için değil, erkekler için de yıkıcıdır. Çünkü insan olmak, yalnızca kendinle değil, ötekiyle de sahici bir ilişki kurabilmeyi gerektirir. Kadın ve erkek arasındaki ilişki bir güç mücadelesi değil, bir anlam ve sorumluluk ortaklığının alanı da olabilir.

Kadının yaşadığı zorluklar, onu daha derin, daha kapsayıcı bir bilgelik biçimine yaklaştırır. Spinoza'yı hatırlarsak, çünkü "Her gerçek bilgi, sevinç getirir." Kadınların kendi deneyimlerinden damıttıkları bilgi, onları yalnızca güçlü kılmaz; aynı zamanda sezgisel, duygudaş ve bağ kurabilen varlıklar haline getirir. Bu hal, ne naif bir yüceltme ne de romantik bir idealleştirmeyle değil ancak gerçekliğin zemininde kalmakla yaşanabilir. Gerçek insanı özgür kılar. Mutlu kılar mı, bilmem, ama özgürlük insana en yakışan haldir. Mutluluktan daha çok. Bu özgürlüğü tadanlar mutluluğu değil belki ama sevinci ve huzuru kendi gerçeğinde keşfedebilir. Bu gerçeklik kadınların yaşadığı tarihsel acıların ve bastırılmışlığın içinden doğan bir varoluşsal zenginliğe zemin de açan haldir.

Herkes rakip, herkes düşman

Elbette, kadın olmak zor. Erkek olmak da. Hele ki, yeni medya aygıtlarının "ne olmamız gerektiğine" dair verilerle hepimizi kuşattığı, neoliberal kapitalizmin hepimizi birbirine rakip ve düşman ettiği bu dünyada. Ama her zorluk, anlamın hamurunun yoğuruldu yerdir. Psikolojik esneklik tam da bu toprakta yetişir. Kadın, o hamurdan bir varoluş yoğurur: Bilgeliğin, şefkatin, düşünmenin, sevmenin ve direnmenin yeni bir biçimini. Tüm bu çitlerin, baskıların, normların ortasında hâlâ kadın kalabilmek kendi başına çok büyük bir cesarettir. Bu cesaret ve özüne sadakat, gösterişli bir zafer değil, gündelik varoluşun içinde kendi kalabilmekle yakından ilgilidir. Kendine sadık kalmak, içindeki kadınla barışmak, içindeki erkeği anlamak, başkalarının kadınlığına ve erkekliğine alan açmak: Bunlar, bir toplumun en sağlam etiğidir.

Bugün kadınların ihtiyacı olan şey tanınma, görülme ve saygıdır. Had bildirilmeden, can kulağıyla dinlenen, olması gerektiği varsayılan haliyle değil, olduğu ve olabileceği haliyle görülen... Bir kadının kendi içindeki değeri bilmesi, tüm dışsal onaylara duyduğu ihtiyacı azaltır. Bu özgürlük, özü gürleştiren kaynaktır. Zamanla dalga dalga yayılır: Önce kendi içinde, sonra yakın çevresinde ve nihayet toplumsal dokuda.

Ahlak ve kimlik, kendiliğinden oluşmaz; inşa edilir. Kadınlar bu inşanın hem mimarı hem de işçisidir. Sadece kendi hayatlarını değil, başkalarının da hayatını taşıyan, yürekleriyle onaran varlıklardır. Her yeniden doğuşla yalnızca kendi benliklerini değil, buldukları dünyanın da ruhunu biraz daha güzelleştirebilirler.