Kadına şiddeti bitirecek sihirli formül nedir?

Prof. Dr. Mazhar Bağlı / KTO Karatay Üniversitesi
5.02.2021


Kadına şiddeti bitirecek sihirli formül nedir?

Kadın cinayetleri ve kadına karşı şiddet, bugün tüm dünyanın en önemli sorunlarından birisidir. Her ne kadar bütün dünyada kadına karşı işlenen şiddet için tek bir nedene işaret etmek mümkün değilse bile giderek kadının toplum ve şehir hayatında edindiği yeni statünün oluşturduğu denklemde erkeklerin mevzi kaybetmesinden kaynaklanan sorunlara işaret etmek mümkündür. Fakat bu konuda esas netleştirilmesi gereken konunun şiddet, ahlak, irade ve erdem olduğunu düşünüyorum.

Bunlardan mevzubahis konu için kilit konuma sahip olan şiddettir. Ancak şiddetin evrensel tek bir nedeni yoktur. Her bir toplum için farklı nedenler vardır. Bundan dolayı da esasında konu sanılandan çok daha karmaşık ve zordur. Buna rağmen şiddeti önleme konusunda yetkili kurumlar ve mekanizmalar herhangi bir tedbir almak istediklerinde ilk önce işe "güvenlik ve adalet" ortak paydasından başlıyorlar.

Bu hamle, pratik-politik çabalar için ve şeklen doğru bir strateji olabilir ama bu meseleyi "dikey bir okumaya" tabi tuttuğumuzda bu "mevzinin" tek başına yetmediğini görüyoruz. Dikey okumadan kastım ise tüm varlığı kuşatan değerler manzumesinin oluşturduğu hiyerarşidir.

Konu sadece teknik bir "suç ve ceza" denklemine indirgendiğinde dahi cezai yaptırımların ağırlaştırılması beklenen başarıyı sağlayamıyor ne yazık ki. Kadına karşı şiddeti önleme mücadelesi veren "her bir kişinin tek tek istediği tüm yasal düzenlemeler" yapılmış olmasına rağmen ne yazık ki bu konuda beklenen başarı elde edilemedi. Kendini güvende hissetmeyen her kadına neredeyse bir yakın koruma polisi görevlendirildiği ve çok sıkı tedbirler alındığı halde vahşet bitmedi, kadın cinayetleri işlenmeye devam ediyor. Cezai yaptırımların ağırlaştırılması ve en üst düzeyde tedbirlerin alınmasına rağmen umut verici bir ilerlemenin olmaması da ayrıca sinirleri germektedir.

Suçlu geleneksel sosyoloji mi?

Her şeyden önce şunu vurgulamak gerekir ki bizim ülkemizde kadına karşı şiddetin kaynağı hep "geleneksel sosyoloji" suçlu ilan edilmektedir. Her kadın cinayetinin potansiyel suçluları bellidir. Her ne kadar bu kesim "kadınlığa büyük bir kutsiyet" atfetse de muhatapları buna asla inanmazlar. Bunlar değil midir ki kadının bir "meta" olarak görülmesine giden yolu açanlar?

Bir başka ifade ile şiddet uygulayan ve cinayet işleyenlerin hep toplumun geleneksel kesiminden gelenler olduğuna dair büyük bir ön kabul var ve kadına karşı şiddetin önlenmesinde de canileri cezalandırmaktan önce bu yapıyla mücadele edilmesi gerektiği inancı hakimdir. Asıl suçluyu değil, topyekun bir sosyolojiyi muhatap olan bir mücadele stratejisinin hiçbir sonuç vermeyeceğinin bilinmediğini kimse düşünmüyor sanırım.

Doğal bir dürtü mü?

Diğer taraftan bu mücadelenin asıl konusu olan "şiddet" ile ilgili var olan mesnetsiz bilgi ve önyargılardır. Ki bunun da bir cehaletten kaynaklandığı kanaatinde değilim. Sıradan bir antropolojiye giriş kitabında bile şiddetin doğal bir dürtü olduğu yazılır. Toplumsal ve tarihsel koşullara bağlı olarak zuhur eden bir güdü değildir. Şeytani-kötücül, nefsani isteklerden birisidir. Her insanda var ancak onu kontrol etmek gibi bir yücelik sahibidir insan. Mesnetsiz bilgiler üzerine inşa edilen modern şiddet paradigması, onu önlemeyi değil yokmuş gibi davranmayı emreder. Var olan bir gerçekliğin yok sayılmasının doğuracağı sonuçlar ise kelimenin tam anlamıyla bir kaostur.

Oysa şiddet zaten kaosu sever. İnsan doğasında var olan şiddeti sahip olduğu irade ile kontrol edebilir. Hem bu alana operasyon yapıp hem de buradan evrensel doğruluk için bir karar beklemek mümkün bir iş değildir. Yanlış bir okuma üzerine kurulu olan şiddeti önleme projeleri boş uğraşlardan öte anlamlar ifade etmezler.

Şiddet, tarihsel ve toplumsal koşullardan tamamen bağımsız bir şekilde insan doğasında var olan bir duygudur. Şiddetin varlığı bizatihi olumsuz bir konu değildir. Söz gelimi adaletin uygulanması için gerekli olan gücü de şiddet olarak görebiliriz. Aslolan şiddeti kontrol edecek iradeyi kullanmaktır ve erdem-ahlak gibi yüce değerlerin anlamı da buradan kaynaklanır. İnsan olarak bize düşen şiddeti yok saymak değil, varlığını bilmek ve güçlü irademizle onu kontrol etmek, edebilmektir. İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özelliği de budur zaten. İradesini kullanabilme becerisini göstermektir.

Buraya kadar sanırım yazılanlara kimsenin bir itirazı olmayacaktır. Pencereden gördüğümüz ağaç, çamgiller familyasından mezarlık servisidir. İğne yapraklıdır, yaz-kış yeşildir, eksi yirmi ile artı otuz derece iklimde yetişir vs dediğimiz zaman gördüğümüz nesneye ilişkin temel özelliklerden bahsettiğimiz gibi insanın da temel bir özelliğinden, ruhunda var olan "şiddetten" bahsettik. Ama ben yukarıdaki paragraftan hemen sonra "şiddetin varlığını ifade etmek onu olumlamak anlamına gelmemelidir" diye bir cümle yazmak zorunda hissediyorum. Yaşını başını almış, akademik tecrübesi olan ve iyi kötü kamuoyunun huzuruna çıkabilen bir profesör olarak şiddeti olumlamadığımı, sadece varlığından bahsettiğimi niçin birkaç kez söylemek zorunda hissediyorum acaba?

Beni birkaç kez bu cümleyi söylemeye icbar eden mahalle baskısı, bu konudaki tüm işleyişi belirlemektedir ve kadına karşı şiddete kaynaklık ettiğini iddia ettiği her neye ve kime işaret ediyorsa devlet de toplum da adalet de onunla savaşmak zorunda kalmaktadır.Cinayeti işleyen bir katil ama suçlu iktidar. Cinayeti işleyen hasta ruhlu ve iradesi terbiye edilmemiş bir cani ama suçlu tüm toplum. Cinayeti işleyen sosyalleşmesini tamamlayamamış ilkel bir yaratık ama suçlu İslam dini.

İşaretleri doğru okumak

Oysa hem hukukun hem de ahlakın gerektirdiği normal olan durum, her bir olayın tek başına ele alınması gerektirdiğidir. İktidarın, toplumun ve dinin peşinen suçlu gösterilmesi esas suçluyu bulmayı engelleyen bir ortam oluşturmaktadır. Elbette her işlenen suçun toplumsal ve sosyo-politik bir alt yapısı var ama bu konuyu anlamamıza yarayacak yolculuk için atacağımız ilk adım, bireyin kişisel hikayesinin izini sürmektir. Bir kez daha altını çizmek isterim, burada işaret etmek istediğim sadece ve sadece konuyu anlamaya giden yoldaki işaretleri doğru okumaktır. Hunharca işlenen bir cinayete kılıf aradığım düşünülmesin lütfen.

2007 yılında, Diyarbakır Dicle Üniversitesinde çalışırken İsveç Tıbbi Bilimler Akademisi Karalinska Enstitüsü Aile Sağlığı Merkezinden bir e-posta aldım. Muhatabım, birkaç akademisyen meslektaşıyla birlikte önemli bir konuyu araştırmak üzere Türkiye'ye geleceklerini ve beni de ziyaret etmek istediklerini talep etmişti. Sekiz ay öncesinden randevu talebine alışkın olmadığım için çok şaşırmış ve daha sonra da hayranlıkla onları takdir etmiştim. Her neyse heyet geldi, İsveç toplumunun bir prototipi idi adeta. Gürcü, Arap, Türk, Kürt, Fars, Slav ve diğer etnik orjinlerden müteşekkil İsveç vatandaşı heyetin araştırdığı konu ise töre cinayetleri idi.

İsveç, töre ve namus saikıyla işlenen Fadime Şahindal cinayeti ile resmen şok olmuş ve ayağa kalkmıştı. Büyük bir korku ve telaşa kapılıp konunun araştırılmasına koyulmuşlar. Zira kendi kızını, eşi ve diğer çocuklarının gözü önünde öldüren baba Rahmi Şahindal, mahkemede pişman olmadığını, onurunu temizlemek için cinayeti işlediğini, benzer hareketleri yapan bir başka çocuğu olsa yine aynısını yapabileceği anlamına gelen ifadeler sarf etmişti ve bu soğukkanlı itiraf ve meşrulaştırma çabası deyim yerindeyse ülkeyi ayağa kaldırmıştı. 25-30 yıldır burada yaşayan bu insanların hala İsveç toplumunun temel değerlerinden çok uzak bir düşüncede kalmış olması onlar için çok büyük bir eksikliğe işaret ediyordu. İlk defa duydukları ifadeler, bilmedikleri konular vardı. Dahası bütün dünyaya örnek olarak gösterdikleri çok kültürlülük politikalarının çökme riskiyle de karşı karşıyaydılar. Bu sorunu behemehâl çözmezlerse büyü bozulacak, ülkenin prestiji sarsılacaktı. Hemen bir ekip görevlendirip töre ve namus cinayetlerinin detaylı araştırmasını istemişler. Heyet başkanı da bir vesileyle bana ulaştı.

Araştırmalar ne diyor?

Bu deneyimi anlatmamın esas nedeni, görece pek çok ülkeden daha fazla töre-namus cinayetlerinin işlendiği ülkemizde bu konuyu araştırmaya diğer ülkelerden daha az hevesli olmamızdır. Peşin yargılarla konuyu tanımlayıp önlemeye çalışıyoruz. Ne yazık ki bu durum beklenen sonucu doğurmuyor ve karanlığa kurşun sıkmaya devam ediyoruz. Kadına karşı şiddet veya töre namus cinayetleri bahsi her açıldığında "feminist okuma biçimine" gönderme yapmazsam eksik kalır biliyorum. Zira bugün cari olan kanunların tamamı, feminist lobilerin talepleri doğrultusunda eksiksiz olarak hazırlandı. Dahası mevcut iktidar partisi kendi kitlesini incitme, yaslanmış olduğu temel değerlerden uzaklaşma pahasına dahi bütün bu düzenlemeleri yaptı. Kadın haklarını savunan hiçbir dernek bugün çıkıp, "kadın cinayetlerinin önlenmesi ve kadına karşı şiddetin bitirilmesi için biz hükümetten şöyle bir kanuni düzenleme talep ettik ama onlar bunu yapmadılar, isteklerimizi kabul etmediler" diyemez. Yine bu çevrelerden hiç kimse çıkıp kamuoyuna, "bu hükümet, bu konuda biz ne istediysek onu yaptı, kendilerine müteşekkiriz minnettarız" da demedi ve asla demeyecek. Bütün talepler yerine getirildiği halde rızaları tahsil edilemedi. Aynı zamanda işlenen cinayetler de bitmedi. 2007 yılında, TUBİTAK'ın desteği ile yürütmüş olduğumuz bir projede cezaevlerinde töre ve namus cinayeti işleyen suçlu-mahkumlar üzerine yaptığımız araştırmanın verilerine göre bu cinayetleri işleyenlerin eğitimi, gelir durumu, doğum yeri, dini tutum ve değerlere olan bağlılık, etnik köken ve cezai yaptırımın niteliği bu cinayetlerin işlenmesinde belirleyici değişkenler olarak görülmediler. Töre ve namus cinayeti işleyenlerin eğitim düzeyi Türkiye ortalaması ile aynıydı. Türkiye'nin her yöresinde görülen cinayetlerdir. Siyasal tercih ve dini inanç belirleyici bir konu değildir. Bu bağlamda, hazırladığımız çalışmada kendisine referansta da bulunduğumuz bir doktora tezini burada bir kez daha anmak isterim.

Farkındalık oluşturmak

Harvard Üniversitesi Antropoloji Bölümünde, Sharon Denise Lang, hazırlamış olduğu "Sharaf Politics: Constructing Male Prestige in Israeli-Palestinian Society" konulu doktora tezinde o coğrafyada yaşayan her üç semavi dinin mensuplarının bu konuda aynı reflekslere sahip olduklarını gösteren bulgulara ulaştığını söyler. Bu konuda sağlıklı bir zemine oturabilmenin ilk şartı, şiddetin evrensel bir içgüdü olduğunu ve bunu kontrol etmenin ya da ehlileştirmenin evrensel-ahlaki yollarını tartışmaktır. Öfke kontrolüne ilişkin özel bir farkındalık oluşturmanın parametrelerini belirlemediğimiz sürece bu vahşet bitmeyecektir.

Toplumda kabul görmüş itibar, namus, şeref, haysiyet ve onur gibi bazı temel kavramların içeriğini değiştirecek bir kültür politikası üretilmediği sürece bu konular sorun olmaya devam edecektir.

Kadına dair temel konuların dahi tartışılmaya cesaret edilmediği bir iklimde mevcut sorunlara çözüm projelerinin üretileceğini beklemek büyük bir hayaldir. Bu konudaki egemen düşünce veya genel geçer kabul edilen paradigma, işi giderek büyük bir açmaza sürüklemektedir. Çünkü özgürce konuşmanın mümkün olmadığı bir atmosfer var. Ve bu da doğal olarak konuyu sağlıklı bir şekilde okuyup analiz etmeyi imkansız bir hale getirmektedir.

Son olarak, kadın, aile ve cinsiyete dair temel olarak benimsediğimiz ve inandığımız değerlerin ürettiği paradigma ile günümüzün cari paradigması arasında bir uyumsuzluk ve denklik sorunu olduğu gerçeğini dikkate almak gerekir. Söz gelimi geleneksel değerlere göre kadın kutsal olduğu için dokunulmaz ama modern paradigmaya göre ise güçlü olması gerektiği için dokunulamaz. Kadınların sahip oldukları "kadınlık rolleri"nin ve toplumsal konumun onların "doğası"ndan mı kaynaklandığı yoksa "toplumsal kurum"ların oluşturduğu konusu, bilim tarihinin en tartışmalı konularından birisidir. Toplumsal değerleriyle örtüşen değişimlere sahip olan toplumlarda dahi bu konu, sanıldığından daha sorunludur. Kaldı ki tüm geri kalmış -gelişmemiş- veya gelişmekte olan toplumlardaki değişim, çoğunlukla "dışsal faktörler" sayesinde var olagelmektedir. Bu dışa bağımlı değişim çabaları ise, kimi zaman bu toplumların kendi varoluş şartlarını tehdit eden düşünceler etrafında odaklandığı fark edilmemektedir.

Davranışları ne belirler?

Aslında kadına yönelik çalışmalarda temel sorun; kadının biyolojik bir varlık olarak görülmesi ile sosyal bir kategori olarak ele alınmasının varabileceği/vardığı alanın birbiriyle uyumluluk gösteremeyen niteliklerde olmasıdır. Sosyal kategori olarak ele alınmasında belirleyici olan onun aile içindeki yeri ve rolüdür. Biyolojik bir varlık olarak bahse konu olması ise, kadının sahip olduğu "kadınlık" özelliklerinin verili olmasını öngörür ve aslında bu konuda söylenebilecek pek fazla bir şeyin olmadığına da neden olur. Bilindiği gibi bu, birçok antropoloğun da en çok üzerinde durduğu konulardan birisidir. Acaba insan davranışlarını belirleyen içsel dürtüler midir yoksa çevresel faktörler midir?

Ünlü Antropolog Margaret Mead'in teorisi tartışmanın merkezi sayılır. Mead, Güney denizlerindeki birçok yeri gezdikten sonra, o zamana kadar var olan temel anlayışın tersine insan davranışlarını belirleyen asıl şeyin "yetişme tarzı" olduğunu keşfettiğini söyler. Teorisini açıkladığı kitabı Samoa'da Gençlik Çağı (1928), en çok okunan antropoloji kitapları arasında yer aldı. Fakat daha sonra Avustralyalı bir profesör, Derek Freeman, aynı yerde yaptığı araştırmada Mead'ın bulduğunu iddia ettiği verilerle örtüşen hiçbir bulguya rastlamadığını, dahası buradaki yerlilerin onunla bol bol dalga geçtiklerini yazar. Freeman'a göre, Mead'in Samoa hakkındaki iddialarının tamamı hatta mantığa da aykırıdır.

Yine konunun tartışmalı olan bir diğer yönü ise, tarihin belli bir döneminde aslında insanlığın anaerkil bir sıra düzenin (hiyerarşinin) olduğu bir toplumsal forma sahip olduğudur. Böyle bir dönemin gerçekte olup olmadığı veya oldu ise nasıl dumura uğradığı çok net değil ama net olsa bile, bilimin bugünkü gerçekliği bir veri olarak kabul ettiğini dikkate aldığımızda da yeni bir açılımın sağlanması olası değildir. Çünkü kadınlar, analık ve taşıyıcılık özelliklerinden dolayı toplum tarafından kendilerine biçilen roller içinde kendi tanımlamalarını sağlayacak yapıyı kendileri üretmektedirler.

[email protected]