Kadının fendi

Ali K. Metin / Şair-Yazar
25.08.2019

Kadın kimliğinin aile ilişkileri içindeki rolüyle tanımlanması,  her şeyden önce erkek egemen bir anlayışın ikrarı anlamına gelmektedir. Kadını da erkeği de anne veya baba olmaktan önce insan olarak değerlendirmemiz gerekir. Çok basit gibi gözüken bir hakikatten bahsettiğimizin farkındayım. Lakin bu basit hakikatin derin anlamına nüfuz etmek istediğimizde işin aslı düşündüğümüz gibi olmayabilir. Eşitlik ilkesinin de adaletin de apriori/normatif şekilde dogmatize edilmesini eleştirmemiz mümkün. Eşitlik ilkesinin bizatihi eşitsizliğe yol açabilme ihtimalini son derece ciddiye almamız icap eder. Gerçekten de işin özüne gitmek istersek, iki insan arasındaki ilişkide tahakkümün esas mesele olduğunu görebiliriz. Her türlü tahakküm eşitlikle de adalet ilkesiyle de çatışır.


Kadının fendi

Kadınlara büyük değer veriyoruz, acaba öyle mi? Önce, “hangi kadına?” diye birileri çıkıp sorar. Sonra da “değer vermek, neyi çözer, ne ifade ediyor?” diye sormamız gerekir. Kadına nerede, nasıl değer verdiğimiz önemli, ama bu, zihnimizdeki kadın tasavvurunu kabule şayan kılmaya yetmez. Gelenekten gelen ataerkil değerlerin kadına bakışımız üzerindeki derin etkilerini göz ardı ettiğimiz sürece kadın haklarıyla ilgili evrensel bir bakış açısına sahip olmamıza imkan yoktur. Bu hususta, modernleşme yönünde geçirdiğimiz sosyo-kültürel evrime bağlı olarak belli mesafeler kat ettiğimiz yadsınamaz. Kadının yeri evidir diyen bir anlayış artık muhafazakar kesimler içinde bile itibar görmemekte; en azından epeyi marjinal hale gelmiş bulunuyor. Kadına yönelik şiddetin önlenmesi, kadının toplumsal statüsünün yükseltilmesi yönündeki yasal düzenlemeler, kurumsal ve ferdi çabalar da yine yaşadığımız toplumsal evrimin kazanımları arasında yer almaktadır. Yaşadığımız değişim sürecine bakaraktan, muhafazakar bir yapı içinde söz konusu evrilmenin gideceği son nokta neresidir sorusu bile bana doğrusu yersiz gelmektedir. Zira muhafazakarlık, evrensel veya baskın nitelikteki değişim dinamiklerine karşı sadece reaksiyoner bir tutum izlemekten öteye gidemiyor. Modernleşme süreçlerini ya biraz öteleyerek ya da küçük tashihlerle yerelleştirerek/yerlileştirerek aslında zevahiri kurtarma refleksleriyle çalışıyor. Bugün İslamcılığın, siyasal pratik yoluyla muhafazakarlaşma süreci içine girmiş olması hiç de garip ve anlaşılmaz değil.  Modernleşme travmasının bir tezahürü olarak ortaya çıkan İslamcı düşünce, belki önemli pek çok konuda doktriner bir muhteva üretmeye çalıştıydı. Fakat ne dün ne de bugün eklektizmi aşacak bir seviye ortaya koyabildi. Reaksiyoer tutum İslamcı düşünceyi de büyük ölçüde etkisi altına aldı. Dolayısıyla vücuda getirdiği eklektizmde muhafazakar normlar ister istemez ciddi pay sahibi oldu. Dahası İslamcılığın entelektüel ve toplumsal planda dolduramadığı boşluğu şimdi artık muhafazakarlık dolduruyor. O da bunu, dediğimiz gibi eciş bücüş bir eklektizme ram olarak yapıyor. İslamcılıkla modernleşme arasındaki gerilimi çözmede bir tür katalizör işlevi görerek, aslında modernitenin tarihsel üstünlüğünü teyit etmiş oluyor. 

Kadın ve aile

Kadın konusundaki zihinsel ve söylemsel tutarsızlıkları bugün aile kavramına dayanarak çözmeye çalışıyorsak, bulunduğumuz noktayı tam da sözünü ettiğimiz eklektizmin bir yansıması olarak tespit etmek mümkün. Kadın kimliğinin aile ilişkileri içindeki rolüyle tanımlanması,  her şeyden önce erkek egemen bir anlayışın ikrarı anlamına gelmektedir. Kadını da erkeği de anne veya baba olmaktan önce insan olarak değerlendirmemiz gerekir. Çok basit gibi gözüken bir hakikatten bahsettiğimizin farkındayım. Lakin bu basit hakikatin derin anlamına nüfuz etmek istediğimizde işin aslı düşündüğümüz gibi olmayabilir. İşin aslı dolayısıyla şaşırabiliriz de. Bunun için, gerek kadına gerekse erkeğe verdiğimiz cinsel kimlik veya rollerin aslında sosyal ve kültürel kodlamalardan ari olmadığını tefrik ederek işe başlamalıyız. Ancak biliyoruz ki bu bizim yumuşak karnımızdır. Sadece Müslüman ve muhafazakar kesimlerin değil, esasen insanlık aleminin yumuşak karnıdır. Bunu da gayet tabii saymamız lazım. Cinsel kimliğe ve rollere dayalı olarak gelişen aile müessesesi, insanlığın sahip olduğu en önemli değerlerden biri. Aile müessesesinin zafiyete uğratılması toplumlar için elbette çok büyük tehlikedir. Her toplumun bu hassasiyet içinde aile değerlerine sahip çıkması hem saygıya değer bir tutum hem de bir zorunluluktur. Dini inanışlarımız bir tarafa, bu noktada kültürel muhafazakarlık evrensel bir gereklilik haline bile gelir.  Ancak mesele bundan ibaret değil.  Burada doğrudan her insanın sahip olduğu özgürlük alanıyla ilgili bir mesele söz konusu. Aile değerleri ve cinsel kimlik bu özgürlük alanının dışında tutulabilir mi, tutulamaz mı diye sorduğumuzda belki esas noktaya parmak basmış olacağız. Buysa hiç kolay değil. Hele İslami değerler içinden dünyaya bakan birisi için ateşle oynamak gibi bir şey. Fakat paradokslarımız ve sahip olduğumuz değerler hiyerarşisi bizi gerektiğinde fazla cesur olmaya sevk edebiliyor. Belki de Müslümanlar/İslamcılar olarak asıl sorunumuz bugüne kadarki zihinsel ürkekliğimiz oldu. Geleneğin prangalarını İslamlaştırmaktan dünyada ne olup bittiğini anlayamıyoruz bile. Daha önemlisi, Müslümanlığımızla çevremiz (başkaları/toplum) arasındaki ilişkiyi kurarken nihai ölçütün ne olduğu konusunda net bir anlayış tarzını bir türlü ibraz edemiyoruz. Hala çünkü doğru düzgün bir ahlak felsefemiz yok. Evrensel değerlere giden yolun sağlam, güçlü bir ahlak teorisinden geçtiğini anlamadığımız sürece sanıyorum havanda su dövmeye de daha çok devam edeceğiz. 

Kadına veya erkeğe verilen cinsel rolün dayandığı biyolojik ayrışmayı bir veri olarak almamızda hiçbir beis olamaz. Normal ve makul olan budur. Bununla ilgili toplumu eğitici her türlü tedbiri almaya hem ihtiyacımız hem de hakkımız vardır. Ancak bu bize, insanın hür iradesine müdahale edecek bir hakkı verir mi dediğimizde, kendimizi tutacak bir olgunluğu göstermek zorundayızdır. Burada sözünü ettiğimiz ahlakın icabı, kişiye esas itibariyle kadın veya erkek diye değil, insan olarak bakmayı bilmemizdir. Ortada patolojik bir hadise bile olsa, bize düşen insanın hürriyetini korumak olmalı. Ahlakın yasası, iki insanın hürriyeti bakımından eşitliğini emreder. Kadın erkek eşitliği elbette, ama aynı zamanda burada iki insan arasındaki hürriyet eşitliğinden söz ediyoruz. 

Şiddetten değil, çözümden yana

Yaratılış gayesini cinsiyet ayrışması üzerinden okuyan gelenekçi bir İslam anlayışıyla meseleye bakma kolaycılığı elimizi kolumuzu bağlıyor. Cinsel sapkınlığı dini ve sosyal açıdan eleştirme hakkımız tabii ki her daim mahfuz. Sapkınlığı normalleştirilmek ise bir toplum için sonun başlangıcı demektir. Toplum olarak bu konudaki asıl zafiyetimize gelince, o da sapkınlığa karşı gereken kültürel, ahlaki tedbirleri almamak olabilir. Devletin de yine bu tedbirleri almakla ilgili sorumlulukları vardır. Neslin korunması toplumun istikbal meselesidir çünkü. Ancak işin içerisine tahkir ve şiddet girdiğinde olayın rengi değişir. Meselenin bam teli de buradadır. Sapkınlığın normalleştirilmesiyle sapkın unsurlara karşı tahkir ve şiddeti normalleştirmek arasında bir fark handiyse yok gibidir. Tahkir ve şiddet, direkt olarak insan hürriyetine bir tecavüzdür. Buna karşılık, bir fiilin gayri meşru olması başka, failin psikolojik veya fiziki olarak darp edilmesi başka şeyler. Bu anlamda cinsel kimlik, herkesin kendi mahremiyetini ilgilendirir. Üstelik sapkınlık dediğimiz şeyin kategorize ettiğimizden çok daha geniş bir yelpazeye sahip olduğunu da unutmamak lazım. Her toplum kendi içsel ve ahlaki değerleriyle sapkınlığa karşı çözümler üretmek zorunluluğundadır. Tahkir ve şiddet çözüm değil bir acziyeti ifade eder, dahası gayri ahlakidir. Lut kavminin yaşadığı inhiraf ve bozulmanın bedeli, sosyal yaptırım değil ilahi gazap olmuştur. 

21. yüzyılın dünyasında insanlığın ulaştığı değerler merhalesini göz ardı ederek çağımıza öncülük edemeyiz. Müslümanlar olarak böyle bir derdimizin olmadığını pekala söyleyebiliriz. Allah’ın rızası bizim için elbette her şeyden daha önemli. Burada bunun hilafına bir iddia içinde olduğumuzun ileri sürülmesi, olsa olsa ya kuru bir zannın ya da anlama problemiyle ilgili bir önyargının sonucu olabilir. Toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgili meseleyi de bu sebeplerle doğru düzgün değerlendiremiyor ve aklımızı yazık ki vur abalıya anlayışıyla işlemez hale getiriyoruz. Sözgelimi, İslami bakış adı altında kadını erkeğin tamamlayıcı bir unsuru olarak görmeye devam edip etmediğimiz sorusuna ne cevap vereceğimizi aşağı yukarı tahmin etmek mümkün. Büyük oranda evet cevabını alacağımızı bilmekle beraber, Müslüman-muhafazakar çevreler de dahil, evet şeklindeki düşüncenin giderek daha itibarsızlaştığını ve taraftar kaybettiğini de biliyoruz. Evrensel değerler istesek de istemesek de hükmünü cari kılma yolunda ilerliyor. Adem’in topraktan, kadının ise Adem’den yani onun kaburga kemiğinden yaratıldığı konusundaki ayetlere bakarak, aklı başında hiç kimse bundan, kadının bağımlı, aciz bir varlık olduğu anlamını artık çıkarmıyor. Çıkarmak isteyenler bile kadını ikinci sınıf bir varlık olarak görme konumuna düşmekten endişe edebiliyorlar. Çağın değerleri geleneksel kadın tasavvurumuzu bu şekilde giderek aşındırıyor. Kadının şahitliği ve miras hakkıyla ilgili sayısal eşitsizlikler konusunda da bugün bir kafa karışıklığı içinde olduğumuz kolay kolay reddedilemez. Ne ki bu mevzu, çok daha derin bir tahlil ve kavrayış düzeyini de gerektiriyor. Daha açıkçası, din-fıkıh ilişkisi bağlamında daha bütüncül bir perspektifi öngörmekte. Bu yüzden henüz, mevzu hakkında radikal denebilecek ilerlemeler kaydedebilmiş değiliz. Kadın-erkek eşitliğini İslami esaslar içinde nasıl realize edebileceğimizden pek emin değiliz. Bir çözüm istiyor ama nasıl yapacağımızı bilemiyor gibiyiz. 

İşin özü

Toplumsal cinsiyet eşitliği yerine adalet kavramını ikame etmek isteyişimiz de söz konusu kafa karışıklığının bir ifadesi olarak gözüküyor. Pek tabii eşitlik ilkesinin de adaletin de apriori/normatif şekilde dogmatize edilmesini eleştirmemiz mümkün. Eşitlik ilkesinin bizatihi eşitsizliğe yol açabilme ihtimalini son derece ciddiye almamız icap eder. Gerçekten de işin özüne gitmek istersek, iki insan arasındaki ilişkide tahakkümün esas mesele olduğunu görebiliriz. Her türlü tahakküm eşitlikle de adalet ilkesiyle de çatışır. Bu perspektiften baktığımızda çözüme ulaşma şansımız artacaktır. Lakin adalet ilkesini bu asli yerinden ederek değer ve gaye eksenli bir anlam içine almaya çalıştığımızda, yaptığımız şey bir aldatmacaya dönüşür. Erkeğin kadın üzerinde tahakkümüne zemin hazırlayan ve bunu meşrulaştıran bu şekil bir cinsiyet tasavvuru, adalet kavramını dejenere etmekten öteye gidemez.   

[email protected]