Kadının geleceği

Ali K. Metin/ Şair, yazar
16.04.2021

Kadını handiyse bir köle konumuna yerleştiren Eflatun'dan yüzyıllar sonra, Ortaçağı falan geride bırakıp Aydınlanma dönemini yaşayan Avrupa'nın felsefe dünyasında yeni çığırlar açan Hegel, Nietzsche gibi büyük filozofların kadınla ilgili düşünceleri bize eğer manidar gelmiyorsa, ne diyelim?


Kadının geleceği

Kadın sorunundan bahsetmenin yapay ve zorlama bir gündem olduğuna ilişkin iddialara cevap vermeye çalışmanın dahi bir zaman kaybı olduğunu söylemek zorundayım. Ne kadar muhafazakar, ne kadar dini bütün, dahası ne kadar güçlü önyargılara sahip birileri olursak olalım bazı farkındalıklar için biraz akıl, biraz vicdan sahibi olmamız yeter. Kadın sorununun ardında feminist gruplar var diye deve kuşunun yaptığını yapacak değiliz. Sorunu feministlerin inhisarına bırakmak ne kadar vahimse, feminizmle özdeşleştirmek de o kadar ahmakça bir yaklaşım olmalı. Feminizmin sebepten ziyade bir sonuç olduğunu unutmamak gerekir. Üstelik sadece toplumsal ve kültürel değil, felsefi hatta siyasal içerikli sorunların bir sonucu. Liberal haklara ve hukuk düzenlemelerine rağmen örneğin kadınların seçme ve seçilme haklarını pek çok ülkede ancak yirminci yüzyılın ortalarında alabilmiş olması hukukun siyasallaşmasının belki de en tipik, en tarihsel göstergelerinden biridir. Tabii ki bu göstergeyi, erkek egemen zihniyetin gerek toplumu gerekse insanlık düşüncesini nasıl bir esarete maruz kıldığının bir resmi olarak okuyoruz, okumalıyız. Kadını handiyse bir köle konumuna yerleştiren Eflatun'dan yüzyıllar sonra, Ortaçağı falan geride bırakıp Aydınlanma dönemini yaşayan Avrupa'nın felsefe dünyasında yeni çığırlar açan Hegel, Nietzsche gibi büyük filozofların kadınla ilgili düşünceleri bize eğer manidar gelmiyorsa, ne diyelim? Bunların her biri, bugün biyo-siyaset, biyo-iktidar kavramlarıyla tarif edilen iktidar yapılarının felsefedeki mütekabiliyetinden başka ne olabilir? Felsefe gibi aklın en saf hallerinde bile vaziyet buysa, sosyo-kültürel pratikler içinde sorunun ne gibi uzantıları ve tortularının olabileceğini tefrik etmek sanıyorum pek öyle kolay olmayacaktır. Tabii bunun sadece bir zihniyet yani farkındalık meselesi olmadığını, aynı zamanda erkek iktidarının sürdürülmesine yönelik gizil reflekslerle ilişkili olduğunu, olabileceğini göz ardı edemeyiz. Erkek egemenliği altındaki siyasetin kadın sorununun çözümü konusunda samimiyetine ve ürettiği dile ne kadar güvenmek gerektiği, tabiatı icabı şüphelidir. Ne var ki kadın olmanın da bu konuda güvenilir olmak için yeterli olmadığı doğrudur. Kadın veya erkek, bu iş özünde öncelikle zihinsel bir kavrayışı, daha sonra samimiyeti icap ettiriyor. Her iki açıdan da sadece cinsiyete dayalı bir teminatımız yok.

Hegel'in sonu mu?

Hegel'in kadınla ilgili düşünceleri, felsefenin soyut, tümel düzleminden çıkarılarak bir çeşit kültürel antropoloji ve/veya sosyoloji metni olarak okunabilirse, tersinden kadın sorununun faş edilmesini sağlayan bir anlatıya dönüştürülebilir. Başka deyişle, Hegel'in inşa ettiği kadın söylemini kadın cinsiyetinin bizatihi doğal, gerçek varlığıyla değil ama erkek-egemen kültürün kadın kimliğine yönelik oluşturduğu kodlamaların belli bir izdüşümü diye değerlendirebiliriz. Kültürel pratiklerin doğal olana (doğal potansiyele veya fıtrata) tamamen aykırı olmayabileceği konusundaki ihtiyatımızı saklı tutmak kaydıyla, muhtemelen işin hakikati de budur. Hegel "kadınlara tikellik, sezgisellik, ve pasifliği, erkeklere tümellik, kavramsal düşünce ve "güçlülük ve aktif"liği atfetmekle kalmaz, aynı zamanda insan türünü insan olarak tanımlayan karakteristikleri erkekte bulur" (Modernizm, Evrensellik ve Birey, Ayrıntı y., 323). Kadınları çalışma hayatında ve kamusal alanda özne olma kabiliyetinden yoksun görür. Şeyla Benhabib'in de belirttiği gibi en ilginç olan, Hegel'in tarihin (Tin'in) diyalektiğini nasıl olup da mesele kadınlara gelince durdurduğudur. Benhabib, buna karşı diyalektiğe ironinin yani eleştirel aklın dahil edilmesi gerektiğini söyler. Gayet tabii haklıdır. Hegel eğer yirminci yüzyıla misafir olabilseydi diyalektiğinin büyüklüğünü başka bir taraftan çok iyi görecekti, ancak yaşanan gelişmelere bakarak kadın konusundaki önyargısından büyük utanç duyup insanlıktan özür diler miydi, emin değiliz. Zira çağımızdaki realite de önyargıları her alanda yıkacak düzeyde henüz yeterince netlik kazanmış sayılmaz.

Kadın gerçeği değişiyor

Kadınların bugün kamusal hayatta hala yeterince etkin düzeye gelemedikleri bir veri olarak alındığında, bunun gerçek anlamda fırsat eşitliğinin sağlanamamasından dolayı mı böyle olduğu, yoksa pozitif ayrımcılık gibi bütün imtiyazlı koşullara rağmen kadınların tabiatı ve yeterlilikleriyle ilgili bir dezavantajdan mı kaynaklandığı sorusu, mutlaka üzerinde dikkatle durulmayı gerektiriyor. Fakat Hegel'in kastının sadece bu sorunun cevabıyla sınırlı olmadığı hatta bir yerden sonra alakasız hale geldiği görülebilir. Devlet de dahil sosyal, siyasal, ekonomik hayatın içerisinde kadının niceliksel (sayısal) olarak etkinlik kazanması başka, bütün bu alanlarda tabi, edilgen konumdan çıkarak niteliksel önem kazanmak yani değer üreten bir özne olmak başkadır. Hegel'in bilhassa ikinci yönüyle bir kadın tanımlaması yaptığı aşikar. Ancak diyalektiğin bir kuralı, niceliğin niteliksel sıçramaya doğru evrilmesidir. Kadınların tekil düzeyde de olsa kamusal alandaki niteliksel başarılarından (özne olma kabiliyetlerinden) söz etmek için bugün artık belgeye ve şahitliğe ihtiyacımız olduğunu sanmıyorum. Bu konuda dünyadan ve ülkemizden yeterince somut, ikna edici örneklere sahibiz. Dolayısıyla şahit olduğumuz örneklerin kadın cinsiyeti içerisinde bir istisna diye addedilmesi söz konusu olamaz. İşin doğrusu, tarihin belki "kadim" etiketiyle ambalajladığımız kural ve değerleri artık geçerliliğini kaybetmekte, kadın-erkek rolleri ciddi bir değişime uğramaktadır. Kadınların niceliksel planda kazandığı etkinlik ve güç, kendi diyalektiği içinde niteliksel boyutlar kazanacak, niteliksel gelişmeyi tetikleyecektir.

Bu sürecin kamusal alandaki kadın-erkek rollerinde olduğu gibi aile ilişkileri açısından da etkili olacağı şüphesizdir. Muhafazakar aile modelini kutsamaya kadar giderek yaşanan değişime ayak diremeye çalışmanın rasyonalitesi artık kalmamış gibi gözüküyor. Pandora'nın kutusu açıldıktan beri insan hakları, eşitlik, adalet ve özgürlük kavramları kah bir gerçeklik kah bir hayalet halinde aramızda yaşıyor. Bu kavramların bütün toplumsal ilişkilere ve iktidar yapılarına dokunup cinsiyet ilişkilerine dokunmamasını kimse beklememeli. Bekleyenler bildiğimiz o devekuşunun kaderini paylaşacaklardır. Mesele akıntıya karşı kürek çekmek değil sağ salim yolumuzu bulmaktır. Bilelim ki, aileyi koruma ve güçlendirmenin yolu da bu değişimi en rasyonel şekilde gerçekleştirmekten geçmektedir. Değişen dünya gerçekliği içinde aile realitesi değişmesin demek, kadın tasavvurumuz ve kadının dünyaya bakışı değişmesin diye beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Daha açıkçası fıtratımıza aykırıdır.

Aileyi değerlerle güçlendirme

Sosyo-kültürel değerler (muhafazakar ölçütler) ile temel insani değerler arasındaki çatışma bizi nihayetinde bir yol ayrımına getirmekte. Çatışma süreçlerinin sağlıklı bir şekilde yönetilmesi elbette sosyo-kültürel değerlere ihtiyatla yaklaşmayı gerektirir. Toplum ve kültür dediğimiz organik yapılara bir makine parçası gibi "çıkar-tak" muamelesi yapılamaz. Bildiğimiz gibi Cumhuriyet devrimlerinin en büyük basiretsizliği buydu. Fakat temel insan hakları ve değerleri etrafında bir kavrayış ufku ve pozitif bir tutum geliştirmeye niyet sahibi değilsek, sadece Cumhuriyet devrimlerindeki basiretsizliğin bir benzerini "karşıtı"yla yapmış olacağız. Buysa bize zannettiğimizden çok daha büyük bir bedel olarak dönecektir. Bu yüzden meselemiz, aileyi gelişen insani değerlerle güçlendirme becerisini ilanihaye göstermektir. Mevcut veya muhtemel cinsiyet ilişkilerinde hak, adalet ve özgürlük sorununu tespit ettiğimiz nispette bunu bir kadın sorunu diye telaki edecek olgunluğa erişmek zorundayız. Sorunu sadece aile refahı ve huzuru gibi kriterlere dayandırmak, sadece buradan bakmak dünyanın kenarında kalmakla eşdeğer bir aymazlıktır. Oysa dünyanın öznesi olalım istiyoruz. Kadını özne haline getirememiş, getirme niyeti ve derdi olmayan bir toplumun bugünün dünyasına söyleyecek güçlü bir sözü olmayacaktır. Dünya bugün erkek-egemen zihniyeti tiye almış, olabildiğince sönümlemektedir. Temel hak ve insani değerlere dayalı perspektif muhafazakar refleksleri artık başkalaşmaya doğru iyiden iyiye sürüklüyor. Kadının sosyal, siyasal, entelektüel açılardan güçlenmesini aileyi saran bir tehlike ve erozyon algısıyla yorumlayanlar, bir bakıma muhafazakar konformizmin sefası hep sürsün istemektedirler. Muhafazakar asabiye ile muhafazakar konformizmin ne kadar iç içe olduğunu fark etmek için tabii ki derin gözlem ve tahlillere ihtiyaç olduğunu biliyoruz. Ancak kadını "insan" olma onuruna, kabiliyetine ve hakkına sahip bir varlık olarak gördüğümüz takdirde, söz konusu asabiyeye gereken mesafeyi koymak peşin borcumuzdur. Geldiğimiz noktada Hegel de muhafazakar dogmatizm için güvenli bir liman olamayacaktır. Dini hakikatlerimiz ise bu konuda bizi sanıyorum sahih olduğu kadar evrensel bir yoruma zorluyor.

Fıtratın ölçüsü

Fıtrat kavramının/gerçeğinin yerleşik alışkanlıklar ve değerlerle özdeş hale getirilmesi kültürel bir illüzyondan ibarettir dersek abartmış olacağımız kanaatinde değilim. Fıtrat yani doğal halimiz ve yaratılışımız, felsefeden ödünç alacağımız bir ifadeyle aslında birer "tabular rasa" sayılabilir. Ferdi ve toplumsal süreçlerle söz konusu boş levhaya kendi dünyamızın şeklini veriyoruz. Fıtratımz içinde kıskıvrak yaşadığımız bir zırh değil; inancımız, kültürümüz ve yaşadığımız koşullarla şekilleniyor. Sahip olduğumuz hayvani istekleri fıtraten diye dokunulmaz kılmıyoruz. Poligami olmamız değerler ve kurallarla bunun kısıtlanamayacağı anlamına gelmiyor. İnsan olmak tam da aslında fıtratın belli değerler ve amaçlarla disipline edilmesini gerekli hale getiriyor. Hak, adalet, özgürlük, merhamet, fazilet gibi değerler etrafında inşa ettiğimiz insani dünya eylemlerimizi sınırlıyor. Dolayısıyla fıtratımız doğrultusunda yaptığımız her şey makbul ve meşru sayılmak durumunda değil.

Ancak fıtratı terbiye etmekle onu bozmak bambaşka şeyler. Fıtrata yapabileceğimiz müdahalelerin belli bir sınırı vardır ve/veya olmalıdır. Fakat söz konusu sınırlamayı yaparken bile değerlerimizden hareket ediyor, değerlerimizin içinden konuşuyoruz. O yüzden cinsel tercih meselesini basitçe bir özgürlük meselesine indirgememiz doğru olmaz. Bunun bir sapma, bir maraz olduğunu söylemek için şüphe götürmeyecek düzeyde bir biyolojik gerçeğimiz var. Özgürlük, adalet, eşitlik gibi değerlerin nötr ve mutlak bir içeriğinin olmadığını da bu örneğe bakarak daha iyi anlıyoruz.

Dolayısıyla karı-koca ilişkileri başta olmak üzere cinsiyete yüklenen toplumsal, kültürel rolleri şablonlaştırmak fıtrata saygı anlamına gelmeyeceği gibi özü itibariyle kadına bir saygısızlık olabilmektedir. Kadın fıtratını cendereye alan bir tür şiddet, zulüm ve haksızlık anlamı taşıyabiliyor. Buna karşı, kadının sahip olduğu kabiliyet ve potansiyeli tahrip edici nitelikteki yapı, değer ve anlayış biçimleriyle hesaplaşmak, daha insani, daha hakkaniyetli bir dünya adına elzem niteliktedir.

[email protected]