Kafamdaki primadonna

Mehmet Ödemiş / Yazar
30.06.2019

Yakında beklenen mehdinin geleceğini ve tüm bu sorunları çözeceğini müjdeliyorum size. Ve sanılanın aksine bu mehdi yukarıdan değil aşağıdan gelecek; hem de oldukça aşağıdan. Artık neredeyse her ülkede bulunan silikon vadilerinden... Evet, bildiniz! Yapay zekalardan bahsediyorum.


Kafamdaki primadonna

İsa’dan önceki yıllardan bu yana ademoğlu kendi hakkında düşünüyor. Bilebildiğimiz kadarıyla kendi hakkında düşünen başka bir canlı yok. Özellikle Darwin ve Freud ile birlikte ‘kendiliğimiz’ (benlik, ego, nefis) hakkındaki fikirler, bilimsel bir derinlik kazanmış adeta yeni bir döneme girilmiştir. İnsanın biyolojik tarafı (maddi) ile psikolojik (manevi) yönü, bu iki bilim insanının yeni verilere ve bakış açılarına dayalı paradigmaları sayesinde yeni bir safhaya geçti. Her ne kadar Darwin’in teorisi hakkında çağdaşları sert tepkiler vermiş olsa da bugün, sahası ne olursa olsun bilim dünyasında, onun adını anmadan konuşan neredeyse yok. Oysa vaktiyle onun nazariyesi hakkında, dillerde pelesenk haline gelmiş cümle şu idi: “Teoride yeni olan her şey yanlış, doğru olan her şey ise eski...” 

Neyse konumuz Darwin değil fakat meselemiz, ‘neye, nasıl karar verdiğimiz’ olunca onu anmadan geçemedim. Zira Darwin’in biyolojisi yıllar sonra nöroloji ile tanışacak ve bu ikisinin tezvicinden nur topu gibi bir velet dünyaya gelecektir: Nörobiyoloji... Bu bilim dalı, insanın benliği hakkında fikir veren davranışlara nasıl karar verdiğine, seçimlerini neye göre yaptığına ve özgür irade mevzuuna, indirgemeci bir perspektifle yaklaşmasıyla ünlüdür. 

Bir rivayete göre, ortalama bir insan, yirmi dört saatlik döngü içerisinde otuz binin üzerinde karar veriyor. Bu kararların büyük çoğunluğu spontane/kendiliğinden ve bilinç dışı bir şekilde gerçekleşiyor. Bilinçli zannettiğimiz pek çok hareketimiz dahi bir süre sonra bilincin biyolojisi içerisinde bir otomasyona dönüşüyor ve farkındalık ve dikkat ağına takılmadan icra ediliyor. Örneğin araba kullanırken yaptığımız pek çok hareket, aslında bilinçdışı bir otomasyon sonucu gerçekleşir. Sözgelimi araba kullanırken dikkatimizi whatsapp yazışmalarına yönlendirebiliyoruz. Bilinci yormadan ifa ettiğimiz hareketlere o kadar çok yenilerini kattık ki artık kalabalıkta yürürken bile dikkat ve odaklanmamızı telefonumuza verebiliyoruz. Beynimizin ‘mesafe kontrolü’ sayesinde, önümüze bir kişi ya da engel çıktığında baktığımız ekrandan bilinçli farkındalığımızı çekmeden yavaşlayıp hızlanabiliyor ya da yön değiştirebiliyoruz. 

Uzatmayalım zira konumuz, teknolojik aygıtların günlük hayatımızı –iradî ya da gayr-i iradî bir şekilde- işgal etmesinin yarattığı imkanlar ve sancılar da değil. 

Seçim mi kör tesadüf mi? 

Seçimler gelip geçiyor hayatımızdan. (Bazılarımızdan hiç geçmiyor; geliyor ve kalıyor o ‘politik hal’. Oysa hayatı hep politik okumak, şu gerçeği ıskalatır: “Bu hayat, aslında başka bir hayatın demosudur.”) Çok önemli bir karardır, sizi beş yıl kimin yöneteceğine karar vermek. Birini seçmek... Zordur... Sandığa gidinceye kadar yaşanan amme arbedesini gözlemleyince, kazananların sonrasındaki şehvetperest hallerini analiz etmek daha kolaylaşıyor. George Ainslie, Breakdown of Will adlı kitabında, ‘iradeye en çok atfedilen spesifik özelliğin, bireysel seçimlerin daha büyük bir ilkeye refere edilebileceği algısı’ olduğunu söyler. ‘Antik çağlardan bu yana yazarlar, dürtülerin, yalnızca eldeki seçeneklerden ziyade bir dizi seçenek içeren kategorilere, ilkelere göre karar vererek kontrol edilebileceklerini önermiştir.’ İnsanlar, hayatlarına yön veren ilkelere göre karar verirler çoğu zaman. Bazen de pragmatist niyetlere ya da dürtülere yenilirler. Siyasette denklemler çok hızlı değişir. Küçük politik dokunuşlar, devasa sosyolojik dalgalanmalar yaratabilir. Sanırım bu seçim de bir açıdan öyleydi. 

Özgür irade hissi

Unutulmamalı ki siyaset, ‘olasılıklar sanatı’dır. İçimizdeki bazılarının da artık ‘ya ondadır ya bunda’ ruletini bırakıp ‘hem ondadır hem bunda’ sürümüne geçmesinde belki de  fayda vardır. Dikotomik yaklaşımın yol açtığı içsel gerilimler hakkında konuşabiliriz lakin konumuz naylon demokrasilerin bir hilesi olan seçimler de değil... Kızmayın canım! Anahtar kelimemiz ‘seçmek’ ve ‘karar’ olunca böyle oluyor. Bizim zihin hinterlandımız da bu ülkenin karasularıyla mukayyet nihayetinde. Ama rahat olun, belki de şöyle diyen kuantum teorisyenleri haklıdır: Seçimlerimiz kör tesadüflerle belirlenmiştir ve hatta kendini özgür ve hayatının yönelimi hakkında hakim sanan herkes de bir illüzyonu solumaktadır. 

İnsanın seçim ve edimlerini özgür bir iradeye dayanarak ve bilinçli zihinsel süreçlerden geçirerek gerçekleştirmediğini savunan hayli bilim oyuncumuz var artık. Nörobiyologlar, nörofizyologlar, nöropsikologlar, nörologlar ve bilumum nörobilimciler... 

Örneğin gelişimsel sinirbilim üzerine çalışmalarıyla bilinen İngiliz psikolog Bruce Hood, şöyle der: “Çoğu zaman kendi kişisel seçimlerimizi yapıyor gibi hissederiz ama pek çok örnekte bunlar, aslında farkına bile varamayabileceğimiz dışsal etkiler tarafından kontrol edilir. Bu, bilhassa reklamcıların uzun süredir bildiği bir şey. Antik Babil’deki ilk reklamlardan beri satıcılar, insanların, satılan şeyin ismini bilmelerinin faydasının farkındadır.” 

Ama rahat olun! Aksiyomatik matris teorileri hakkında çalışan Amerikalı matematiksel fizikçi Henry Stapp, hemen ayağa kalkar ve insanı hiçleştiren bu varsayıma kafa tutar. O, ‘The Hard Problem: A Quantum Approach’  isimli makalesinde şu afili cümleyi namluya sürer: “Her insan, kendisini bulduğu durum hiçbir zaman tam olarak kontrolünde olmamasına rağmen, her birinin sağladığı organik anlamlı seçimlerle noktalanmış, mikroskobik olarak kontrol edilen deterministik bir evrim sürecinde, hem kendisini hem de eylemlerini yaratır.” 

Şu bir hakikat ki seçimlerimizin özgür iradeye dayalı ve bilinçli bir şekilde gerçekleşmemesi durumunda ortaya çıkabilecek durum, tam anlamıyla kallavi bir nihilizmdir. Hukuk ve ahlaktan bahsetmiyorum bile. Bırakalım nihilizmin niteliği ve de neliği hakkında Nietzsche konuşsun! Biz âdemi bir anlamda ademe/yokluğa icbar edecek bu tutumu tutmayalım! 

Kararlar, içinde tereddüt ve muhakeme barındıran zihinsel süreçlerin sonladığında ortaya çıkan zihinsel çıktılardır. Çoğu zaman özel bir us süreci gerektirmeyen tamamen dürtüsel, düşünmeden verilen yargılarımız da vardır. Bunlar birincilerin aksine reflektif (fikri bir değerlendirmeye dayanan) değil, refleksif (bir tefekkür süreci gerektirmeyen) kararlardır. Bir uslamlamaya bağlı olarak verilen kararlarda fark ettiğimiz şey, davranış çıktısı üzerindeki kontrol hissidir ve ‘başka türlü de olabilirdi’ ihtimali, özgür iradenin kanıtıdır. Sosyal biliş ve sinir bilim üzerine yazdıklarıyla ünlenen bir bilim felsefecisi olan Cordelia Fine’ın da altını çizdiği gibi; irade, içimizdeki primadonnadır. 

Öte yandan ‘seçme’nin bir işkenceye dönüştüğü çağın çocuklarıyız hepimiz. ‘Seçmek zorunda kalmak’ dediğimiz vakıalar zincirine ulanmış hayatlar yaşıyoruz. İnsanın sabah kalkıp sokağa çıkacağında, gardırobunu açıp ne giyeceğini karar vermesi bile onun için bir eziyete dönüşmüştür artık. Çünkü seçenekler çoğalmıştır. Seçmek dediğimiz şey ancak birden fazla seçenek söz konusu olduğunda mümkündür. Kimileri bu nicel bolluğu, büyük bir özgürlük imkanı olarak değerlendirebilir. Kuşkusuz/belki öyledir de. Ama teorisinin ana omurgasını sanıldığının aksine ‘insanın özgür olmadığı, özgür iradenin bir yanılsamadan ibaret olduğu’ düşüncesi oluşturan  Hood, buna da şerh düşer: “Karar vermenin insanda yarattığı depresif nedenlerden biri de verilecek karardaki seçeneklerin çokluğudur. Ne kadar çok seçeneğimiz olursa o kadar az özgürleşiriz çünkü en iyi kararı vermeye çalışırken hep sürüncemede kalırız.” 

Hood haklı olabilir mi? Kendi hayatlarımıza kestirmeden bir göz gezdirelim. 

Ne giyeceğini seçmek, işe neyle gideceğini seçmek, restoranda yiyeceği şeyi seçmek, instagramda arkadaşlarının paylaşımlarını beğenip beğenmemeyi seçmek, facebookta hangi fotoğrafı paylaşacağını seçmek, öğle arasında telefonundaki oyunlardan hangisini oynayacağını seçmek, gudubet iş arkadaşına selam verip vermemeyi seçmek, akşamüstü hangi kafeye takılacağını seçmek, mönüden içecek seçmek, akşam hangi diziyi izleyeceğini seçmek, yirmi oturaklı ama altmış kişinin taşındığı otobüslerde başınızda dikilen teyzeye yer verip vermemeyi seçmek, İstanbul buluşmaları grubuna kandil mesajı yazıp yazmamayı seçmek, hangi adaya oy vereceğini seçmek, hangi kitabı okuyacağını seçmek, hangi yazıyı yayımlayacağını seçmek... Kişisel alışkanlıklar işin içine girdiğinde, eminim liste her bir kişi için daha da uzayacak. 

Günde verilen yaklaşık otuz bin kararın vasati yüzde on ila on beşi bilinçli karar. Yani üzerinde düşündüğümüz ve belli bir zihinsel eforun neticesinde ortaya çıkan yargılar. Rakamı hesaplayın lütfen ve çoklukların yarıştığı çağın her geçen gün biraz daha bizi seçeneklere boca ettiğini de unutmayın. Demem o ki yarın bugünden daha iyi değil, eğer mehdi gelmezse! (‘Bu bahse’ birazdan döneceğim.) 

Bu kadar çok alternatifin olması ve hep seçmek zorunda kalmak, post-modern insanı yorgun düşüren en önemli faktörlerden biri. Bazı araştırmacılar, iradeyi düşünce ve eylemlerimizle mücadele eden ancak çoğu zaman başarısız olan bir “ahlaki kas”a benzetmişlerdir. Kandan ve etten yapılmış her kas gibi o da kullanıldıkça yorgun düşer. 

Sürü psikolojisi   

İşte bu yorgunluğun yol açtığı ve karar verme özgürlüğünü sakatlayan sonuçlardan biri, kalabalığa uyma eğilimidir. Günlük hayatında karar vermekten ve seçmekten yorulan insanlar, pek çok hususta kitle psikolojisi ile hareket eder ve tercih etme zahmetinden kaçınır. Mesela internette alışveriş yaparken en çok puan alan opsiyonlar üzerinde daha çok durur ve genelde tercihimizi o yönde kullanırız. Az puan almış bir ürünü tercih etmek için yeterince cesaretimiz yoktur, zira. Bu biraz da bilgi sahibi olmak ve emekle ilgilidir. Başkalarının deneyimlerinden yararlanmak, kolayımıza gelir. Hem o kadar insan, bu ürünü tercih ettiyse bunun bir nedeni olmalıdır. Sürü psikolojisi devreye girer ve karar, zihin konforumuzu da bozmayarak kolayca verilir. Aksi takdirde bilişsel/düşünsel süreçlerde yorgun ve bitkin düşmek, bu zihinsel ameliyeler esnasında beynimizin enerjimizi tüketmesine göz yummak zorunda kalırız ki değmeyeceğini düşünür, vaz geçeriz. Riske girmekten kaçınırken haddizatında riski seçeriz. Başkalarının kolektif deneyimi, kararlarımızın şekillenmesinde etkili olur. Evet, bu bir sürü psikolojisidir ama ataların hakikatperver bir deyişi, davetsizce gelip oturuverir aklımızın başköşesine: “Sürü tersine dönerse uyuz keçi lider olur.” 

O yüzden Mushaf, çokluğu hiç bir zaman bir hakikat işareti şeklinde değerlendirmez. Bilakis tersinin daha mümkün oluşundan yola çıkarak Enam Suresinde taraftarlarını uyarır: “Yeryüzünde insanların çoğunluğuna uyarsan seni Allah’ın yolundan (doğru yoldan) saptırırlar!” (Bu burhanî ifade için bu surenin seçilmiş olmasını hep önemsemişimdir.) 

İçinizi bu kadar kararttıktan sonra yukarıdaki paragraftan fazla uzaklaşmadan, yakında beklenen mehdinin geleceğini ve tüm bu sorunları çözeceğini müjdeliyorum size. Müjdeci bir İsa Mesih olmasam da! Ve sanılanın aksine bu mehdi yukarıdan değil aşağıdan gelecek; hem de oldukça aşağıdan. Artık neredeyse nispeten her ülkede bulunan silikon vadilerinden... Evet, bildiniz! Yapay zekalardan bahsediyorum. Bizim yerimize düşünen, bizim yerimize karar veren hatta sonunda bizim yerimize icra edecek olan android insanlardan. İnsan, evrim geçirmeye devam ediyor ve bu sefer ki evre, Darwin’i mezarından hortlatabilir! Ha unutmadan, içinde bulunduğumuz çağın, Trans-human evresi olduğunu biliyorsunuz değil mi? DNA’larınızı sıkı saklayın ki Post-human çağında görüşebilelim. 

Et continue... 

[email protected]