Kahraman mağluplar ya da Arendt, Stirner’i nasıl aştı?

Ayhan Koçkaya / Yazar
9.01.2016

Dünyanın farklı ülkelerinde, husûsen de 19. asırdaki manasıyla birileri hâlen devrim bekliyor. Devrim sloganıyla üç kişi bir araya gelse onların bu oyunlarının dördüncüsü olmaya, oynaya oynaya gidecek bir sürü naif insan var hâlâ. Fakat bu uykudan uyanılmadığı sürece sloganlar ve kavramlarla daha çok zihin manipüle edilecek belli ki.


Kahraman mağluplar ya da Arendt, Stirner’i nasıl aştı?

Türkiye’de de bazı çevreler bu romantik motivasyonla hareket ediyor. Ülkede elân Paris Komünü’nün hayaleti dolaşmaya başladı. Bu bir mücâdele. Tabii söylem itibariyle her mücadele bir gâlibiyet motivasyonuyla yapılır. Mücâdelenin motivasyonlarından birisi de kazanma ümîdidir. Fakat düz aklın kabul ettiği bu teori ülkemizde yıkılalı çok oldu. Devrim, özgürlük, eşitlik gibi kavramları fetişize eden (solcu) çevreler gâlip olan taraf olmak için illâ kazanmak zorunda değiller. Onlar için kazanmanın yollarından birisi de mağlup ve dolayısıyla da mazlum olabilmek. Daha fazla dayak yemek, daha çok işkence görmek ve daha derin yaralara sahip olabilmek. Kısaca maksat ne üzüm yemek ne de bağcıyı dövmek. Amaç daha fazla mazlum olabilmek ve böylece de “kahraman mağlup” pâyesini elde edebilmek.

Türkiye’de devrimci mücadele, bir genç Hegel’ci olan Max Stirner’i başaşağı eden bir pratiktir. Kısaca izah edecek olursak, Stirner Biricik ve Mülkiyeti isimli eserinde, insanın, daha özelde ‘Ben’in kendini kabul ettirme sürecinin galip geleninin efendi olduğu bir mücadele şeklinde cereyan ettiğini belirttiği cümleleri naifçedir. Efendi olmak için bazen mağlup taraf olmanız gerekir. Açık ki Stirner’in efendisi Hannah Arendt’in iktidar (power) kavramının içinde bir yerlerde bulunabilir, fakat ikincisi birincisinden, yani iktidar (sahibi) efendiden daha komplikedir. Arendt’ci manada bir kişinin “iktidarda” olduğunu söylemek, onun iradesiyle bir grubun mobilize edilebileceğini söylemek demektir. Peki bu iktidar sahibinin her “mücadele”den muzaffer çıktığı manasını taşır mı? Bu iktidar sahibi her zaman galip midir? Ben o kanaatte değilim. Bazen iktidar olmak için kaybeden olmak gerekir. Ve bu iktidarın sorgulanamazlığı tam da kaybeden olduğundan veya kaybeden tarafta olduğundan kaynaklanır. Devletin yaptığını söylediği zulmü yapar, ama sorgulanması imkânsızdır. Örneğin siz devlet iktidarınca öldürülen solcuların anmasını çok duyarsınız, fakat “örgüt içi infaz” ile hayata gözlerini yuman bir solcuyu dava etmek örgütü dava etmektir, örgütü dava etmek ise davayı dava etmek... Öyleyse bu örgüt iktidarı sorgulanamaz demek değil midir?

İşte bu bakımdan Stirner’in Arendt tarafından başaşağı edildigi söylenebilir. Ya da Almanlar’ın “Aufhebung” dediği durumdur söz konusu olan. Arendt, Stirner’i, ondaki doğruları muhafaza ederek, dolayısıyla da onu kısmen ihtiva ederek aşmıştır.

İnsan yüzlü devrim

Sol görüşlü insanların anlamadığı bir şey var: 20. yüzyıl artık geride kaldı. Doğu Almanya çöktü, Sovyetler yıkıldı ve gerisinde hesaplaşamadığı gulagları bize miras bıraktı. Devrimci Mao, kültür devrimiyle 10 milyondan fazla kişinin ölümüne yol açarken ve Pol Pot’un Kızıl Kmer rejimi dört senede 3 milyondan fazla insanı “ölüm tarlalarına” gönderdi. Bütün bunlar maskelerle örtüldü, zira 20. yüzyılda “insan yüzlü sosyalizm” söylemini dile getirenler aslında bir gerçeği açığa çıkarıyorlardı: Sosyalizm (devrimi de dahil etmeliyiz buraya) hiçbir zaman insanî bir şey olmadı. Sadece bir insan maskesi taktı.  Ve o maskenin altında yatanın ne olduğunu da Alexandr Soljenitsin’in İvan Denisoviç’in Bir Günü bize özetler nitelikte. İşte devrim sevdalılarının da bu yüzü görmeleri gerekiyor. Fakat ümit ışığı belirdi mi? Ben henüz belirdiği kanaatinde değilim maalesef.

O kanaatte olmamamın sebeplerinden birisi de bu devrim severliğin Müslümanlara da bulaşmış olması. İran Devrimi’nin 21. yüzyıldaki uzantıları olan “Devrimci Müslümanlar”, “Antikapitalist Müslümanlar” gibi küçük gruplar, “sınırsız ve sınıfsız toplum” söylemleri ve daha birkaç başka örnek... Sloganlarla hareket eden bilincin şahikalarına emsal teşkil eden bu grupların kapitalizme karşı bir argümanlarının olmadığını da ayrıca belirtmek gerekiyor. “Yav bu adamlar da amma para harcıyolar, ne kötü ne kötü” demekle bırakın kapitalizmi yıkmak, kapitalizmin karşıtı olmak bile imkânsızdır.

First as tragedy then as farce

Şu hendekler bahsine gelelim. Bu olayın da kökenindeki devrimcilik, solculuk semptomlarını görmek zor değil. 19. Yüzyılın romantik/naif bir tekrarıdır bu olan biten. Ek olarak bugün Türkiye’nin bir bölümünde devrim ve zaferi adına yapılanlar Paris Komünü’nün kötü bir taklidini anımsatır nitelikte kanaatimce. Ve bu da bize Marx’ın Hegel’e düştüğü bir notu anımsatıyor. “Hegel” diyor Marx Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde “Tarihteki büyük olayların iki kere yaşandığını söyler. Fakat Hegel şunu eklemeyi unutur, birincisinde trajedi, ikincisinde ise bir komedi olarak.”

[email protected]