Kahramanın boşluğu

Ali K. Metin / Şair, Yazar
7.02.2020

Adorno, her ne kadar “Doğruyla sahici eşitlenemez” dese de ahlaki ve ontolojik tecessüsler arasındaki zımni mütekabiliyeti örseleyecek yahut imkansızlaştıracak insani, makul bir nedensellikten söz edebileceğimizi sanmam. Bu noktada, İslami perspektiften karşı karşıya olduğumuz temel mesele; dinin hakikatini bütün sahiciliği ve doğruluğuyla ortaya çıkarma yetisini kazanıp kazanamayacağımızdır.


Kahramanın boşluğu

Hakikat arzusu insanlardan büyük cesaret hatta bedel ister. Bu bedeli ödeyecek cehti ve cesareti göstermekten kaçınan her kimse, yanılsamaların dünyasına ve oradan da sahte bir dünyaya boyun eğmiş sayılır. Hayatın acımasız gerçekleri ve doğuştan sahip olduğumuz özellikler hakikat için katıksız bir çaba sahibi olmayı her insana yazık ki bağışlamıyor. Sıradan insanların kendileri adına zeka ve sağduyularıyla hareket etmekten başka şansı pek yok. Hakikat ise bizden, bilgi ve düşüncenin dünyasında meşakkatli yolculuklar yapmamızı bekliyor. Bugün haklı olarak küçümseme temayülü içinde olduğumuz televizyon ve internet kültürü sıradan insanlar adına her şeye rağmen önemli bir imkan. Elbette çok kötü sonuçlar da verebilir. Ama burada sonuca bakarak yani kabul ve retlerimize göre bir değerlendirmede bulunmamız doğru değil. Asıl olan belli bir bilgi ve düşünce zemini üzerinde şu veya bu yönde sahip olduğumuz kanaat ve anlayışlardır. Televizyon ve internet kültürüne karşı Donkişotça bir tavırla cehaletin ve doğmaların savunusunu yapmak aptalca olur. Mesele kitabi, nitelikli ve sahih bilgiyle televizyon-internet kültürü arasındaki ilişkiyi daha sağlıklı bir şekilde kurmamızdır. Bu ise entelektüel ortalamanın yükselmesiyle mukayyettir. Kabul edelim ki, bizim bu en büyük derdimizdir. Entelektüel ortalamanın yükselmesi büyük çaplı entelektüellerin ortaya çıkışını beraberinde getirebilir. Sürecin aynı zamanda tersinden işleme ihtimali de var: Büyük çaplı entelektüellerin oluşturduğu zihinsel debi, tabiatıyla entelektüel ortalamayı yukarıya doğru çekebilecektir. Hepsinden önemlisi, ihtiyacımız olan zihinsel irtifa ve sıçramayı sağlamamız, çok büyük oranda büyük çaplı entelektüellerin çabalarını gerektirmekte. Bugün esasen biraz da bunun krizini yaşıyoruz. (Son zamanlarda memleketimizde büyük düşünür, büyük entelektüel, büyük yazar çıkmayışını artık kahramanın olmadığı bir çağda oluşumuzla izah etmeye çalışmak, tek kelimeyle züğürt tesellisidir. Bu türden değerlendirmelerin, sözde entelektüeller ve konformist yazarlar tarafından kurnazca veya şuursuzca bir savunma aracı olarak kullanıldığını belirtmekte fayda var.) İki dünya arasındaki sıkışıp kalmışlığımız karşısında bir taraftan kültürel kaynaklarımıza dönerek oradan bir el alma çabası içine giriyor, ama daha ziyade Batı dünyasının aykırı ve marjinal entelektüellerine ümit bağlıyoruz. Bizim entelektüel vasatımız, ideolojiyle düşünce arasında sağlam, sahici bağlar kurmaya yetmiyor. Ya ideolojimizle düşünsel birikim arasındaki mesafe fazlaca açılıyor ve böylece soyut, anakronik bir hamasete düçar oluyor ya da düşünce ve kültürü entelektüel kibrin ve meziyetin aracı haline getiren bir konformizme müptela hale geliyoruz.

Akıl tutulması

Entelektüalizm adını verdiğimiz bu ikincisi bugün farkına varmamız gereken kültürel marazalarımızdan biri. Akademide de düşünce ve yazı-edebiyat dünyasında da bunun tezahürlerini bolca görüyoruz. Hakikatin muharrik konumunu/vasfını kariyer veya şöhret kaygısının ele geçirdiği hiçbir çaba, bu marazla felç olmaktan kurtulamayacaktır. Bugün çok aşikar şekilde gördüğümüz manzara-i umumiye budur. Diğer taraftan, bu denli farkına varmadığımız hatta genellikle önemsemediğimiz temel problemlerden biri de şudur: Hakikati tevarüs ettiği geleneğe verili bir lütuf ve nasip olarak gören anlayış biçimleri, çeşitli entelektüel kisvelere bürünerek arz-ı endam etmeyi birer marifet haline getirmiştir. Tam da bu sebeple ulemanın yerini bizde bugün birtakım sözde entelektüeller almış bulunuyor. Oysa entelektüel ulemadan farklı bir dünyaya doğmuş, modern dünyanın bir ürünü ve gerçeğidir. Ulemanın zihin kodları ve refleksleriyle hareket eden bir entelektüel, yaşadığımız çağın gerçeklerinden kopuktur. Çağın birikimi üzerinden gerçek bir hakikat yolculuğuna muvafık olmamış sözde entelektüellerin yapabildikleri de nihayetinde ulema formasyonuna sahip olmadan ulema aklıyla söz sahibi olmalarıdır. Bunun kah bilim alanında, kah felsefede, kah edebiyatta birtakım izdüşümlerinin olduğu çok aşikar. Hangi alanda olursa olsun, bir değişim ve yenilenme ihtiyacına karşılık vermek zorunluğundayız. Bu değişimin entelektüel faaliyetlerimizin üzerine giydirdiğimiz yeni elbiselerle sınırlı kalması aslında son derece trajiktir. Çağı anlamaya ve onunla yüzleşmeye kapalı şekilde ürettiğimiz düşünsel, kültürel, sanatsal değerler, bir anlamda buharlaşmaya mahkum. Değişim özsel bir boyuta sahip olmadığı takdirde, sahte bir dilin icracıları olacağımızdan şüphe edilmemeli. Bunu anlayamadığımızda ise biz gerçeği değil, gerçekler bizi yönetmeye başlayacaktır. Bu anlamda gerçeğin acıması yoktur. Bugün hala evrim teorisine karşı kırk dereden su getirerek dini hakikatlere sahip çıkmak gibi bir güdü ve önyargıyla hareket ediyorsak, buna pes demek gerekir. Bunun nasıl berbat bir muhafazakarlık biçimi olduğunu anlamak için, günümüzün asgari düzeydeki entelektüel donanımına ve gerekli zihin yetisine sahip olmak yeter. Ama yazık ki muhafazakarlığın akıl tutulmasına yol açtığı yerde bu tabloları yaşamaya ve normalleştirmeye başlıyoruz.

Entelektüel akıl ve vicdan buna şimdi isyan etmek zorundadır. Dini öne sürerek de olsa böyle bir normalleştirmeye hakkımız olmamalı. Köleliği savunmaya hakkımız olmadığı gibi. Dini anlama konusundaki acziyetimizi kabulleneceğimiz yerde aşikar gerçeklerin karşısına dini koymaya çalışmak ne akla ne de entelektüel ciddiyete sığar. İnsanlık düşüncesine saygı duymayan bir din anlayışı bizi felç etmekle kalmaz, tarihin dışına da iteler. Gerek bilim gerekse felsefe planında bu düşüncenin evrensel verimlerine tam anlamıyla açık olmakla mükellefiz. Değilse gerçekler bizi önünde sonunda teslim alacaktır. Kropotkin, bu evrensel tekamülü hayatın bütün boyutlarıyla ilişkilendirir: “Uzun bir uyku döneminin ardından uyanma anı geldiğinde, ilgili herkesin –yöneticilerin, yasa koyucuların, ruhbanların- onu özenle sarıp sarmaladıkları zincirlerden kurtulur. Bu zincirlerden kurtulur… dinsel, politik, yasal ve toplumsal önyargıların boşluğunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer” (Anarşist Ahlak, Kaos Yayınları, sh. 7).

Kahramanlık yolunda

İtikadımız ve dünya görüşümüz adına yaşadığımız çatışmanın kültürel bir çatışma olduğunun ayırdındayız. Başka deyişle eğer bir kültür çatışması söz konusuysa bunun özünde itikadi unsurların olduğunu bilmemiz lazım. Ancak kültürel kimlikleri dogmalaştırmak gibi bir tuzağa da düşmemeli. Bunun için muhafazakar kültür ve anlayışlarla ciddi bir hesaplaşmaya, temelli bir özeleştiriye ihtiyacımız var. Bizi bir taraftan egemen anlayış biçimlerine rapteden zihinsel konformizme, diğer taraftan hayatımızın handiyse bütün alanlarına hakim vaziyetteki eklektizme dair bir rahatsızlığı ve reddiyeyi somutlaştıracak uygun perspektife ve programa sahip değilsek, yapacaklarımız son derece sınırlı bir düzeyde kalacaktır. Zihinsel ve kültürel plandaki sıkışmışlığımızın temel sebeplerinden biri sanıyorum budur. Bu açıdan bugün mesela “kahramanın ölümü”nden söz edenler düştükleri tuzağın farkında bile değildirler. Böylesi hallerde, muhafazakar akılla Batılı-postmodern aklın oluşturduğu acayip bileşke, zihin ve kültür dünyamızın acziyetini örtbas eden bir hilkat garibesi olarak karşımıza çıkıyor. Oysa entelektüel olduğu kadar aynı zamanda varoluşsal bir tedirginliğin düşüncede, edebiyatta hatta siyasette karşılığını ortaya koyacak kahramanlıklar gerekiyor. İşimiz sadece eleştiri yapmak değil, eleştiriyi bir istikamete ve yeni bir hayat tasavvuruna doğru ilerletmektir. Kahramanlık, düşünceden eyleme, imgeden tasavvura giden yolda temayüz ettirdiğimiz bir yürüyüş biçimidir. İktidarla ve sistemle baş etme yolundaki iradenin seçkin, kabule şayan bir tezahürüdür.

Söylemek bile fazla: Bugünün kahramanı tabii ki yenilenmiş, çağın bilinciyle konuşabilen özneler olmak zorundadır. Bu yüzden kahraman kisvesine bürünmekle kahraman olmak çok başka şeyler. Muhafazakarlığın ve İslamcılığın dilemması da esas itibariyle burada. Taşra kültürü ve kodlarıyla şehri dönüştürmeye çalışmanın sonu hüsranla bitecektir. Dönüştürmekle bizatihi dönüşüyor olmak arasındaki gerilim ancak yaşadığımız kültürel şizofreninin hazin bir hikayesinden ibaret diye kabul edilebilir. Ne ki bu hikayeyi sosyal ve kültürel tarihimizin gereği olarak bir şekilde yaşamak zorundayız. Şizofren olmak kötü değil; kötü olan bunun farkında bile olamamak. Hatta daha kötüsü içe kapanaraktan sağlıklı kalma lüksü içinde davranmaktır. Dışa açılmanın bir sonucu olan şizofreni biraz da kültürel göçebelikten yeterince kurtulamamış olmamızdan kaynaklanıyor. Geleneğin dünyasında eskiyle yeniye ait unsurlar eklektik bir karışım halinde rahatsız edici olmadan devam edebiliyordu. Şimdi de gerçi postmodern düşünce bu türden bir eklektizmi meşrulaştırmış bulunuyor. Ancak unutmayalım ki Batı dünyasının eklektizmi büyük ölçüde oryantalist bir tutum ve zemine sahip. Başka kültürleri soğuran ve nesneleştiren bir benlik, dahası bir hayat tarzıyla mücehhez. Bizde ise eklektizm muhafazakar ve İslamcı düşünce planında şizofrenik bir nitelik kazanmakta. Tarihsel birikim ve gelişmelerle beslenememiş güdük bir din tasavvuruna bağlı olarak ontolojik bir sorunsala dönüşüyor. Dolayısıyla eklektizmle şizofreni arasındaki organik ilişkiyi göz ardı ettiğimizde kendi hayatımızın kahramanı olmamız hiçbir şekilde beklenmemeli. Kahraman başkalarının hayatını yaşamayı reddederek, daha yerinde bir ifadeyle köleliğe isyan ederek kendi varoluşunu içsel bir tutarlılığa kavuşturma cehdiyle mücessemdir. Bu anlamda milletlerin kahramanlığını sadece savaşlarla ölçemeyiz. Milletler, diğer taraftan hayat tarzı ve anlamı etrafında ortaya koydukları varoluş iradesiyle bir üstünlük ve/veya meziyet sahibi olurlar.

Dinin hakikati

Kahramanlık arzusunun bugün her şeyden çok bir hakikat şuuruna ihtiyacı var. İktidara ve güce karşı evrensel bir meydan okumanın nüvesini eni konu inşa edeceğimiz hakikatler oluşturacaktır. Bunu da ancak yalana ve sahteye karşı verdiğimiz mücadeleyle başarabiliriz. Sahiciliği temin edilemeyen bir hakikat iddiasına şüpheyle bakıyor, baktığımızı söylüyoruz. Adorno, her ne kadar “Doğruyla sahici eşitlenemez” dese de ahlaki ve ontolojik tecessüsler arasındaki zımni mütekabiliyeti örseleyecek yahut imkansızlaştıracak insani, makul bir nedensellikten söz edebileceğimizi sanmam. Bu noktada, İslami perspektiften karşı karşıya olduğumuz temel mesele; dinin hakikatini bütün sahiciliği ve doğruluğuyla ortaya çıkarma yetisini kazanıp kazanamayacağımızdır.

[email protected]