Kamikaze tape siyaseti

Doç. Dr. Ertan Aydın/Siyaset Bilimci
1.03.2014

Bir dini cemaat neden o kadar insanın mahrem bilgilerini toplamak ister ve bunu ahlaksızca, kendi dindar takipçilerinin sevap kazandıklarını düşündükleri sosyal medya üzerinden dünyaya yaymak ister?


Kamikaze tape siyaseti

Son iki ay boyunca Türkiye siyasi gündemini meşgul eden Gülen örgütüne bağlı paralel devletin bürokratik darbe girişimi, Türkiye’de demokratik devletin kurumsallaşmasına karşı direnen bir siyasi geleneğin hastalıklı genlerini de ortaya çıkarmaktadır. Türkiye’de hukuk sistemi içerisinde özgürlüklerin yerleşmesi ve çok partili rejimin kökleşmesine rağmen, belli kesimler hala demokratik mekanizmalar ile seçmenlere mesajları iletme, parti teşkilatlanması ve uzlaşı gerektiren bir çoğulcu siyaset yapmak yerine, kestirmeden iktidara gelmeyi hedefleyen ajitasyonlar, söylemler ve komploları tercih etmektedirler. Şefkat Tepe dizisinde işlenen komplocu ve paranoyak ruh hali, sadece Gülen örgütüne has bir hastalık değil, Jön Türkler, CHP ve geçmişteki darbeci gelenekten devralınan bir zihniyeti de yansıtmaktadır. Türkiye’nin başbakanını, güya evinde milyarlarca dolar çalıntı para saklayan, İran’a uşaklık eden ve El-Kaide teröristlerine yardım eden birisi olarak göstermeye çalışmak Gülen örgütünün paranoyak komploları olmanın ötesindedir. Zira bu tür bir siyaset, ileride kendilerinin potansiyel olarak hükümet edecekleri devletin haysiyeti ve ciddiyetine sahip çıkıp, bürokrasideki dini cemaatleşmeye karşı çıkması gereken CHP ve MHP’nin de, tam tersi bir tercihle büyük beğenisi ve desteğini kazanmaktadır. 

Daha önce Adnan Menderes’in idamına giden süreçte benzer örnekleri görülen bu “hain” başbakan ajitasyonu, Osmanlı’nın son dönemindeki Jön Türk siyaset diline hakim “seçilmiş” azınlığın, bir yandan Türkiye’nin çoğunluğunu milletin iradesine rağmen kurtaracakları şeklindeki mesihçi bir yanılsamaya ve elitizme ve diğer yandan ise son on yıldaki çok partili seçim sisteminde iktidara gelme ihtimali görmeyen siyasi partilerin umutlarının sahtekar kompolara bağlanmasıyla açıklanabilir. 

Gülen örgütünün nihayetinde başarısızlığa uğramaya mahkum çirkin siyasetinden gerekli dersleri çıkarmak, Türk demokrasi tarihi için çok hayati bir öneme sahip olacaktır. Bu yazıda çok önemli üç meselenin altını çizmeyi gerekli buluyorum.

1- CHP ve MHP’nin niçin bir anda ortaya çıkan illegal sızıntı kasetler üzerinden siyaset yapmayı, namuslu bir seçim kampanyasına tercih ettiği sorusu AK Parti nazarında ciddiye alınması gereken bir sorudur. Zira devletin ve milli iradenin namusuna kasteden bu kamikaze tape faaliyeti, Türkiye Cumhuriyeti’nin tüzel kişiliğine karşı bir saldırı hareketini de içermektedir. Hiçbir Avrupa ülkesinde, muhalefet partileri, salt belli bir zümrenin çıkarlarını korumaya odaklanmış ve adeta devlet içinde devlet haline gelmiş bir paralel yapının o ülkenin başbakanının telefonlarını gizlice ve illegal olarak dinledikten sonra, yaptıkları montajları basına sızdırmasını benimsemez. 

öyle bir durum olduğunda hemen anayasal ilkeler gereği hükümetin yanında tavır gösterir. Burada belki AK Parti’nin, CHP ve MHP ile diyaloğa daha fazla önem vermesi ve bu partilerin liderleri ile belli anayasal ve devlet meseleleri hakkında istişare ve işbirliği içinde olmasının gereğinden söz edilebilir. Ancak, böyle bir diyalog eksikliğinin tek sorumlusu AK Parti değildir. Zira CHP ve MHP’nin anayasal ilkelere ve hükümete yönelik söyleminde de kendi kendine zarar veren bir nihilizm görülmektedir. Bunun en temel sebebi, son on yıldaki seçim sonuçlarında, AK Parti ile muhalefet partilerinin aldığı sonuçlar arasındaki farkın bir uçurum kadar yüksek oluşu gelmektedir. Zira CHP ve MHP üç seçim yenilgisinden sonra bir daha seçim sonucunda devleti yönetecek hükümet olma tahayyülünü de bırakıp, kendilerini radikal ve hayali söylemlere itmeye başladılar. Seçimle iktidara gelmeyi ummayan bir parti ümitlerini darbeler, skandallar ve demokrasi dışı güçlerin yardımına bağlamış görünmektedir. Örneğin, kendisini adeta doğal bir felaket sonucu AK Parti’nin ortadan kalkmasına şartlandırmış bir CHP liderliği, bugün Türkiye’nin karşılaştığı en ciddi anayasal problemlerden biri olan Gülen örgütünün paralel devlet kurma çabalarını da görmezden gelmektedir. Zaten CHP, Ergenekon soruşturmasındaki paralel yapının rolünü son iki ayda hiç dillendirmediği gibi, laiklik konusundaki hassasiyeti de AK Parti’ye devretmiş durumdadır. İronik bir şekilde, İslamcı ve irticacı olarak suçlanan AK Parti bugün Türkiye’de gerçek anlamda din ve devlet işlerinin ayrılması şeklinde bir laikliğin, CHP ile Gülen örgütü arasındaki zimni işbirliğine karşı en önemli temsilcisi durumuna gelmektedir. 

‘Şerrin sıradanlığı’

2- Gülen örgütünün komploları Türkiye’de uzun yıllar kamuoyunu ve siyaseti meşgul etmiş olan laiklik-İslamcılık ayrımının ne kadar anlamsız olduğunu gösterirken, asıl meselenin siyasi ahlak, anayasal ilkeler ve hukukun üstünlüğü olduğunu kamuoyunun çoğunluğuna göstermiş olmaktadır. Türkiye’nin muhafazakar demokrat çoğunluğu, uzun yıllar kısmen milliyetçi bir ruh haliyle sempati ile baktıkları Gülen örgütünün yurtdışı faaliyetleri ve eğitim kurumlarını, şimdi adeta 19. Yüzyılda sömürgeciliğe hizmet eden Hıristiyan misyonerleri gibi görmeye başlamaktadırlar. Zira tek tek Hıristiyan misyonerleri de “hizmet” ve medeniyet için gittikleri Afrika ve Asya toplumlarında, tüm iyi niyetlerinin ötesinde, o toplumları beyaz Avrupalı ırkın tahakkümü altında tutan sömürgeciliğe alet etmekteydiler. Örgüt’ün dünya çapındaki okulları da garip bir şekilde ‘Türk İslamı’nın misyonerleri olarak görülüp, Türkiye laikleri tarafından bile övülebilmekteydi. Ancak, böyle küresel bir yapının liderliğinin amaçları bilinmediği gibi, siyasi olarak manipülasyonu da, neticede tüm iyi niyetli kişisel hizmetlerin, Hannah Arendt’in Nazi rejimine hizmet eden Almanlar için kullandığı “Şerrin Sıradanlığı” (banality of evil) prensibine dönüşebilmektedir. Binlerce Cemaat üyesi polis, öğretmen veya savcı, kendilerini kurtuluşa götüreceğini düşündükleri bir dini cemaatin üyesi olarak, cemaat ağabeylerinden gelen direktifler doğrultusunda meslek ahlaklarını ihlal ettikleri gibi, Türkiye’de pek çok insana zarar veren şer eylemleri gözlerini kırpmadan yapabilmektedirler. Eğer cemaat üyeleri bir birey olarak ahlaki ilkelerini işletip, yaptıklarının sonuçlarını şeffaf bir şekilde tartışabilecekleri bir siyasi ahlak ve teorik birikime sahip olsalardı, ağabeylerden gelen direktiflere körü körüne itaat etmez, abiler de ahlaksız işleri cemaatin menfaati adına meşrulaştırmaya çalışmazlardı. Binlerce masum insanın özel hayatını, sırf Türkiye’deki güçlerini arttırıp, iktidarı daha sıkı kontrolleri altına almak için, yıllarca takip etmek, bir ahlaksızlığın ötesinde, kişisel yozlaşmayı ve robotlaşmayı da beraberinde getiren bir süreçtir. 

3- Gülen örgütünün Türkiye’de emniyetten iktisada, eğitimden yargıya kadar her alana adamlarını sokup, sonra değişik metotlarla o sahalarda hakimiyet ve kontrol kurmaya çalışmaları ve bu süreçte son teknolojilerden istifade etmeye çalışmaları, modernlik, din ve totalitaryan çeteleşmeler hakkında da düşündürücü sorular ortaya çıkarmaktadır. Zira cemaate bağlı polis ve yargı mensuplarının Türkiye’de herkesi dinleyebilme kapasiteleri, devlet imkanlarıyla satın alınıp, sonra suiistimal edilerek sivil iradeye yönelik suikasta dönüşmektedir. Yine gelişmiş bilgisayar teknolojisi ile montajlar yapılıp, ortaya çıkan ürünler daha 10 yıl öncesine kadar olmayan twitter ve facebook gibi kanallarla, cemaat üyeleri tarafından anında Türkiye kamuoyuna sunulmaktadır. Öyle görülüyor ki, Cemaat belli bir rakamsal ve kadrosal güce ulaştıktan sonra, ABD’deki liderlerinin küresel güç tamahı ile tüm bu teknolojik ve istihbarati kontrol mekanizmalarını en kapsamlı bir şekilde kullanmaya başlayıp, adeta zamanla bu kontrol kapasitesinin tiryakisi haline gelmişlerdir. Zira bir dini cemaat niye o kadar insanın mahrem bilgilerini toplamak ister ve bunu ahlaksızca, kendi dindar takipçilerinin sevap kazandıklarını düşündükleri sosyal medya üzerinden dünyaya yaymak ister? Bu bağlamda, Türkiye’deki aydınların teknoloji ve diktatörlük rejimleri arasındaki ilişkiyi de yeniden düşünüp, cemaatin teknoloji bağımlısı kontrol ve darbe girişiminden sonra muhalefeti ve demokrasiyi güçlendirecek çözümler üzerine kafa yormaları gerekmektedir. Zira bu paralel yapı kendi güç hırsı ile meşruiyet ve itibarını yitirip, Türk siyasi tarihinin ibret dolu karanlık sayfalarında yerini alırken, ileride başka siyasi oluşum ve yapılar da benzer metotlarla demokrasiyi tehdit etmek isteyebileceklerdir.

Demokrasiler için siyasi seçimler her zaman bir kendini yenileme ve dirilme fırsatları verirler. Cemaat darbesinin zamanlaması Mart sonundaki seçim öncesi sivil hükümeti yıpratıp, manipüle etmek idiyse, gerek bu yerel seçim ve gerekse ondan sonra yapılacak iki seçim, bu krizi aşmamıza yardımcı olacak mekanizmayı da sunmaktadır. Umarız Türkiye’nin özgürlükçü kamuoyu ve siyasi partileri de son krizden gereken dersleri çıkarıp, bunu Türk demokrasisini güçlendirecek bir istikamette yorumlarlar.

[email protected]