Kaotik çatışmadan kaotik çözüme doğru Suriye iç savaşı

Dr. Veysel Kurt / İstanbul Medeniyet Üniversitesi Öğretim Üyesi
4.02.2017

Trump’ın Suriye krizinin çözümünde hızlandırıcı bir rol oynaması da süreci daha fazla karmaşıklaştırması da olası. PYD ile nasıl bir ilişki kuracağı ise Türkiye açısından en önemli boyutu oluşturmakta. Bu konuda Obama stratejisini devam ettirmesi hem Trump’ın yeni bir yaklaşım geliştiremediği hem de Türkiye, Rusya ve İran’ın inisiyatifi ile oluşmaya başlayan siyasi çözüm mekanizmasını bozmaya çalıştığı anlamına gelecektir.


Kaotik çatışmadan kaotik çözüme doğru Suriye iç savaşı

Suriye krizi zaman geçtikçe dönüşmekte ve derinleşmekte. Henüz bir yıl öncesine kadar oldukça net hedefler üzerinden blokların savaşı şeklinde devam eden kriz, bugün tarafların masaya oturduğu ve blokların dağıldığı bir resimden bahsetmek mümkün. Bir tarafta Rusya, İran, Hizbullah ve Esed yönetiminin oluşturduğu ve Esed rejiminin bir şekilde devam etmesi üzerinde ısrar eden blokun karşısında ABD, Türkiye ve Suudi Arabistan ve bir çok muhalif grubun oluşturduğu rejim değişimini savunan bir başka blok. Oysa bugün bambaşka bir tablo ile karşı karşıyayız. Her şeyden önce bu blok çatışmasından bahsetmek imkansız hale geldi ve taraflar pozisyonlarını dönem dönem değiştirmek durumunda kaldı. ABD ile Türkiye’nin Suriye’ye dair temel argümanlarının örtüşmediği artık çok açık. Dahası, Obama’nın PYD yatırımı, iki müttefik ülkenin ilişkilerini olabilecek en gergin noktaya taşıdı. Bugün İran ve Rusya Suriye’de ne kadar müttefikse o derecede rakipler. Hatta bu iki aktör arasındaki rekabetin gittikçe kızıştığına yönelik haberler gelmeye devam ediyor. Özellikle dağılan Suriye ordusunun nasıl yapılandırılacağı ve Şam-Lazkiye hattının kimin kontrolünde olacağı meselesi potansiyel ayrışma konularının başında geliyor. Rusya’nın orduyu teknolojik olarak kendine bağımlı kılmaya devam ettirme çabası, İran’ın ise Şii milislerle domine etmek istediği artık gün gibi ortada.

Bugün gelinen noktada, çatışan tarafların ödediği maliyetin her geçen gün arttığı ve savaş yorgunluğunun ağırlaştığı daha da görünür hale geldi. Taraflar bir yandan bu maliyeti düşürmek için çözüm arayışına girerken öte yandan değişen şartlar karşısında pozisyonunu yenileme ve tahkim etme telaşında. Moskova görüşmeleri ile başlayan ve Astana ile devam eden yeni dönemeç de bu arayışın bir parçası. Türkiye ve Rusya’nın Suriye krizinin çözümü noktasında insiyatif alması 2015 yazına kadar götürülebilir. Ancak bu senaryonun gerçekleşmesi uçak krizi dolayısıyla ancak bir yılı aşkın sürelik gecikmeyle gerçekleşebildi. Aralık ayındaki Moskova görüşmeleri ve bu sürecin bir devamı olarak geçtiğimiz hafta Astana’da yapılan heyetler arası toplantı çeşitli eksikliklerine ve handikaplarına rağmen Suriye krizinin çözümü için yeni bir girdi niteliği taşımaktadır. Tarafların böylesi bir sürece Halep’in düşüşünden sonra gelmiş olması tesadüf değil. Halep’in düşüşü, Suriye krizinin mahiyetine ilişkin çok önemli göstergelere sahip. Yaşanan insani dram ise krizin başından beri uluslararası toplumun karşısında üç maymunu oynadığı yakıcı bir gerçek. Muhalefet açısından bölünmüşlük, kapasite ve organizasyon yetersizliği; Suriye rejimi açısından İran ve Rusya’ya bağımlılık, Rusya ve İran açısından ise savaşın maliyeti, ABD’nin krizin bütününe yönelik ilgisizliği bu göstergelerin başında gelmektedir.

Astana çözümün başlangıcı mı?

Moskova’da Dışişleri Bakanlarının katılımıyla gerçekleşen toplantı Suriye krizinin askeri yöntemlerle çözümünün mümkün olmadığını kabul eden şartlar altında gerçekleşti. Bu durum aslında tarafların kendi sınırlarını gördüklerini ve askeri yöntemlerin eskiye nazaran çok daha fazla maliyet üreteceği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla siyasi bir çözüm için önemli bir irade ortaya çıktığı söylenebilir. Moskova’da belirlenen makro plan, Astana görüşmeleri ile daha fazla detaylandırıldı. ABD’nin diğer aktörlere nazaran daha düşük düzeyde katılım gösterdiği Astana’dan çıkan mutabakat metnine bakıldığında üç önemli unsurun göze çarptığı ifade edilebilir: Birincisi, ateşkesin kararlılıkla devam ettirilmesi. İkincisi, siyasi çözüm süreçlerine katılan muhalefet ile rejim güçlerinin ve bu güçleri destekleyen uluslararası aktörlerin kendi aralarında değil, terör örgütleri ile mücadele etmesinin vurgulanması ve siyasi çözümün Suriye’nin toprak bütünlüğü üzerinden şekillenecek olması. Ateşkesin sürdürülmesi hem insani dramları engellemek hem de çözümün siyasal boyutta devam ettirilmesi açısından önem taşımakta. Bu ateşkes sürecinin öncekiler gibi akim kalmaması ve tarafların yeni bir çatışmaya hazırlandığı bir süreç olmaması için oldukça hassas davranılması gerekmektedir. Rejim ile muhalefet arasındaki kapsamlı yeni bir çatışma, garantör ülkelerin de karşı karşıya gelmesine neden olabilir. Tarafların başta DEAŞ olmak üzere terör örgütlerine karşı harekete geçmesi ise müzakere güveninin oluşturulması ve Suriye’nin geleceğinde güç dağılımının konuşulması açısından önem taşımaktadır. Bu noktadaki handikap ise iç içe geçmiş muhalefet resminde hangi grupların terör örgütü olarak tanımlanacağı meselesidir. Suriye’nin toprak bütünlüğü ise Türkiye’nin de en önemli hassasiyetlerinden birisidir. Bu konu üzerinde doğacak herhangi bir tartışma, siyasi çözüm sürecini daha da zorlaştıracak ve toprak kavgası üzerinden yeni çatışmaların yaşanması kaçınılmaz olacaktır.

Halep’in rejimin kontrolüne geçmesi muhalif gruplar için de yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Yaklaşık beş yıldır bir türlü biraraya gelemeyen gruplar Halep’in düşüşünün ardından birleşmeye başladı. ÖSO dışındaki önemli muhalif grupların Ahrarüş Şam ve Tahrirüş Şam altında birleştiklerine dair haberler geliyor. Bugüne kadar neden birleşemediği sorusu bir yana, bu durum muhalefet için temel bir handikapı da barındırmakta. Gruplar birleşirken hem yeni kopmalar meydana gelmekte hem de birleşen gruplar arasında önemli ölçüde kamplaşmalar oluşmaktadır. Astana görüşmeleri sürecinde en güçlü grupların birbirleri ile çatışmaları ve karşılıklı cepheleşmeleri bu durumun en somut göstergesi. İkinci cephenin en önemli gücü ise Rusya’nın ısrarla terör örgütü olarak nitelediği Şam’ın Fethi Cephesi (eski adıyla Nusra). Büyük oranda muhalefetin kalesi İdlib’de etkili olan bu iki önemli grubun hem birbirlerine hem de ÖSO’ya karşı takınacakları tavır hem müzakere sürecinde hem de güç parametrelerinin yeniden dağıtımında elde edecekleri avantajları da etkileyecek.

Trump’ın tercihleri

Türkiye, Rusya ve İran’ın mutabakata varmış olması elbette ki önemli. Çözüm iradesinin Suriye’deki üç temel aktörün inisiyatifi ile ortaya çıkması ve dahası bu ülkelerin sürecin garantörlüğünü üstlenmesi, belirlenen hedeflerin gerçekleşmesi açısından oldukça önemli. Yine bu mutabakatın Cenevre için bir veri olarak kullanılacak olması da önemli. Ancak siyasi çözüm için yalnızca başlangıç sayılabilir. Trump’lı ABD’nin bu sürece nasıl dahil olacağı en kritik meselelerden biri olarak duruyor. Zira ABD hesaba katılmaksızın geliştirilen bir formülün işlemesi çok mümkün değil. Henüz seçim kampanyası devam ederken Trump DEAŞ’la savaşacağını açıkça dile getirmekteydi. Bu açıdan Obama’nın kaldığı yerden devam edeceği açık. Ancak bunu nasıl yapacağına dair henüz net bir açıklama yok. Kurmaylarından bir ay içinde hazırlanmasını istediği “DEAŞ’ı Yenme Planı”nın  Amerikan silahlı kuvvetlerini daha yoğun bir şekilde mi yoksa DEAŞ’a karşı müttefiklerden oluşan bir kara gücü oluşturma yoluna mı gideceği henüz net değil. Planın hazırlanması için verdiği bir aylık sürenin bitimi aynı zamanda Cenevre görüşmelerinin yapılması planlanan tarihe denk gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında Cenevre’nin Suriye için önemli bir dönemeç olacağı açık. 

Astana görüşmelerinin akabinde ABD’nin güvenli bölgeler kuracağını ilan etmesi ise Suriye krizinde DEAŞ’la savaşmakla kalmayacağının işaretleri olarak okunabilir. Güvenli bölgelerin kurulması özellikle Suriye’den yoğun göçlerin yaşandığı dönemlerde Türkiye’nin uluslararası toplum nezdinde sürekli dile getirdiği en önemli enstrümanlardan biriydi. Türkiye bu konuyu hala dile getirse de Trump’ın “güvenli bölgeler” yaklaşımıyla ne kadar örtüşeceğini kestirmek zor. PYD’yi koruma altına alacak bir güvenli bölge yaklaşımını Türkiye’nin desteklemesi beklenemez. Kısacası, Trump’ın Suriye krizinin çözümünde hızlandırıcı bir rol oynaması da süreci daha fazla karmaşıklaştırması da olası. PYD ile nasıl bir ilişki kuracağı ise Türkiye açısından en önemli boyutu oluşturmakta. Bu konuda Obama stratejisini devam ettirmesi hem Trump’ın yeni bir yaklaşım geliştiremediği hem de Türkiye, Rusya ve İran’ın inisiyatifi ile oluşmaya başlayan siyasi çözüm mekanizmasını bozmaya çalıştığı anlamına gelecektir.  

Türkiye’nin pozisyonu

Rusya ile birlikte ciddi bir inisiyatif alan Türkiye, Fırat Kalkanı Harekatı ile sahaya inerek Suriye krizinde yeni bir aşamaya geçti. Fırat Kalkanı hem yakın terör tehditlerinin bertaraf edilmesi hem de Suriye’nin yeniden yapılandırılması açısından Türkiye için önemli bir avantaj sağladı. Trump’ın izleyeceği Suriye stratejisi Türkiye ile Rusya arasında oluşan denklemi etkileyebilir. Bu noktada Trump’la masaya otururken Suriye’nin kuzeyinde oluşacak senaryolara dikkat kesilmesi ve DEAŞ’ın daha fazla maliyet üretmesinin önüne geçecek tercihleri öncelemesi gerekir. Hem Rusya hem de Türkiye’nin gözetmesi beklenen şey ise, çatışmanın yeniden derinleşmesinin önüne geçmektir. Siyasi çözüm süreci en az çatışma dönemleri kadar karmaşık ve kaotik olacaktır. Ateşkes sürecini zorlayacak önemli sorunlar da bulunmaktadır. Türkiye bu süreçte hem kısa vadeli tehditlere hem de Suriye’nin yeniden yapılanması dolayısıyla oluşabilecek risklere dikkat kesilmelidir.

[email protected]