Kapitalizmin prangaları

Ali K. Metin / Şair, Yazar
26.08.2022

İktisadın özerk bir konuma getirilmesi burjuva kapitalizminin bir marifetidir. İktisadi verimliliği ve kar arayışını sistemin temeline koymaktadır. Bunu insan doğasıyla temellendirerek kendisine bir gerçeklik değeri kazandırdığını, kazandırmakta ısrarcı olduğunu biliyoruz. Ancak insanı iktisadi hayvan olarak tanımlama ve dahası kurgulama başarısıyla oluşturduğu küresel hegemonya bizi aldatmamalı.


Kapitalizmin prangaları

Kapitalizmle mevcut realite içinde baş edebilir miyiz, bilemem. Arap Baharı dediğimiz ayaklanmalar, bir ucuyla kapitalizme yönelen eleştirileri getirebilirdi mesela, ama hiç öyle olmadı. Sadece kapitalizme değil diktatoryal yönetimlere karşı bile çok nefessiz ve lokal değişimlerden ibaret kaldı. Yine de demokrasi konusunda görece belli bir seviye kat etmiş sayılabiliriz. Kapitalizme gelince, durum gerçekten çok feci. En azından Türkiye özeline baktığımızda kapitalizmi "vahşi" tarafından arındırarak olağanlaştıran yaklaşımların dün olduğu gibi bugün de hayli revaçta olduğunu görüyoruz. Bunu da adına kapitalizm demeksizin serbest piyasacı model ve kriterlere istinaden yaptığımız malum. Serbest piyasayı Adam Smith'in "görünmeyen el"ine itibar etmeksizin, devletin hakkaniyete ve rasyonaliteye dayalı müdahaleleriyle gerçekleştirme yönündeki idealizasyonlar, ne yazık ki kapitalizmin derin gerçekliğine nüfuz etme kabiliyetinden çok mahrum görünüyor.

Kapitalizmin fendi

Adam Smith'in öngördüğü gibi devletin müdahalede bulunmadığı bir kapitalizm hiçbir zaman, hiçbir yerde vaki olmadı. Müdahalede bulunmasaydı daha mı iyi olurdu, belki. O zaman tam da Marks'ın öngördüğü şekilde proleterya devrimleri, gelişmiş ülkelerde kim bilir Avrupa-Amerika Baharı sürecini başlatmış olacaktı. Ancak gördüğümüz şu ki, "kapitalizmin fendi" proleteryayı yendi. Sosyal devlet politikaları ve ardından neo-liberal politikalarla bir asırdır kapitalizmin uzayan baharını yaşıyoruz. Küreselleşen kapitalizm dünyaya kendi baharını yaşatıyor. Ekonomistler kapitalizmin hiçbir dönem bu kadar büyümediğini söylüyor. Büyümeyle beraber toplumun refah seviyesinin artacağı, bundan bütün vatandaşların kazançlı çıkacağı varsayılıyor. Turgut Özal bu öngörüsü/iddiası ile siyaset sahnesinde göz kamaştırıcı bir itibar kazanmıştı. Büyüdükçe daha müreffeh bir toplum haline gelecektik. Yanlış mı, hayır. Öyle de oldu zaten. Başka türlü mümkün mü dersek, cevabımız yine hayır. Zenginlerin daha zengin, yoksulların daha yoksul olduğu bir dünya tarifi, kapitalizmin vahşi dönemlerini resmeden bir şablondan ibaret (Yoksulluğun aynı zamanda inşa edilen sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel bir olgu olduğunu "göz ardı etmek" kaydıyla). Kapitalizm kendi sınırlarını ve ne yaptığını biliyor, bilmek zorunda. İnsanların aptal olmadığını ama pek çok zaafının olduğunu görerek hareket yeteneğini geliştiriyor. Alırken vermek gerektiğinin ayırdında. Başka deyişle, zenginlerin daha zengin ama yoksulların "daha az yoksul" olduğu bir dünya sayesinde kendi hayatiyetini idame ettirmekte . Bir nevi kazan-kazan politikasıyla beşeri, sosyo-ekonomik ve ideolojik bir mecburiyeti yerine getiriyor.

Peki ama buna razı olmalı mıyız? Kapitalizmin verdiği havuçların hayvana değil insana verildiğini düşünmediğimizde yani bir insan olmamız hasebiyle onur, saygınlık ve adaletin refahtan daha mühim olduğunu idrak etme cehdini göstermediğimizde, evet razı olmak mümkün. Hadi kendimize haksızlık etmeyelim; bu idraki göstersek bile reel dünyanın acımasızlığı ve kanunları karşısında boynumuzu bükme mecburiyeti içinde kalabiliriz. Bilhassa böyle bir mecburiyet halini, sağduyumuzun gereği olarak anlayışla karşılayabileceğimizi sanıyorum. Fakat kapitalizmle ve dahası onun uzak-yakın akrabası niteliğindeki her türden sömürü düzeniyle nerede, nasıl uzlaşıp uzlaşamayacağımızı az çok tefrik edemiyorsak burada bizim için iyi sayılmayacak bir şeyler vardır. Entelektüel alandaki kısırlığımız muhtemelen bizi kapitalizmin ideolojik ve politik egemenliği karşısında defansa kilitlemiş gibidir. Bir taraftan kapitalizmi eleştirmekten hiç vazgeçmesek bile, onun toplumsal, ekonomik hedefleriyle az veya çok uzlaşmaya devam ederek sanıyorum bir alicengiz oyunu oynuyoruz. Kapitalizmi yine kapitalizmin kurallarıyla dönüştürmek gibi bir kandırmaca içinde olduğumuzdan bahsediyorum. Entelektüel ufkumuzun kapitalizmin ideolojik, zihinsel nosyonlarını aşamayacak kadar daralmış olması, bugünkü en büyük açmazımız olarak görünüyor. Pragmatizm, yaşadığımız topraklarda yazık ki gerçek bir diriliş ruhunun/paradigmasının canlanmasına imkan vermeyecek bir ağırlığa sahip. Ne entelektüel ne de toplumsal düzeyde pragmatizmi sigaya çekecek ahlaki, ideolojik hassasiyete sahibiz. "İtidal" övgüsüne dayanarak geliştirdiğimiz pragmatik, kültürel ve sosyal refleksler, bizi kapitalizmin cenderesi altında iğdiş etmeye yetiyor.

Bu cendereden çıkabilmenin tabii ki bir bedeli var. Pragmatizmin rasyonalitesi de zaten burada. Fakat ben, burada kahramanlık diskuru çekerek bedel ödemeye cesaretimiz var mı yok mu diye sormayacağım. Bunun kahramanlıktan ziyade kolektif bir şuur ve varoluşun tecessümüyle koşullu bir dönüşüm olduğunu biliyorum. Milli asabiyeye veya kutlu davaya dair politikalar/retorikler ise başka bir konu. Meseleyi oraya taşıyarak sapla samanın karıştırılmasını istemem. Burada kimlerin, nasıl ve neden bedel ödeyeceğini bilmemiz hepsinden daha önemli olmalı. Hangi ortak değer ve ortak hedefler adına mücadele ediyoruz? Kapitalizmin kovanına çomak sokar gibi yaparken mesela neyi murat etmekteyiz? Günü kurtarmaya yönelik popülist veya hamasi politikaların ötesinde hangi toplumsal, siyasal tahayyülün peşindeyiz acaba?

Kapitalizmin Truva Atı

Kapitalizmi, kapitalizmin iktisadi aklına/parametrelerine teşne olaraktan aşabileceğimiz zannediliyorsa buna "Hadi canım!" dememiz gerekir. İktisadın sadece iktisat olmadığını bilmiyor olmak, ne entelektüeller ne de siyasetçiler için geçerli bir mazeret olmaktan artık çıkmıştır. Marks'la birlikte kuşkuya yer vermeyecek hale gelmiş olan ekonomi-politik diye bir gerçek var: İktisat akademisyenlerinin ezberlerini bozan, iktisat bilimini sosyal bilimlerden ziyade doğal bilimler kategorisine oturtmaya çalışan iktisatçı tayfasının şemalini bozan bir gerçek. Sadece akademisyenlerin değil, kapitalizmin efendilerinin de rahatını kaçıracak anti-konformist bir parazit elbette. Türkiye'nin siyasi çekişmelerle manipüle edilen kısır gündemi içinde faizin sebep mi sonuç olduğunu doğru düzgün tartışan bir iktisatçı ve entelektüel bildiğim kadarıyla göremedik. Meseleyi reel siyasetin koşulları ve hedefleriyle sınırlandırılmış bir zeminde ele almaktan bir adım daha öteye taşıyamadığımız için şöyle veya böyle kapitalizmle aynı yatağa girmeye devam ediyoruz. Gerçekçiliğin sistemle uzlaşmak olduğunu zannediyoruz. Siyasi aktörlerin faiz konusundaki yaklaşım ve eylemleri sisteme yönelik bir muhalefetten mi kaynaklanmaktadır, doğrusu hiç öyle gözükmüyor. Sisteme değil ama, belki iktisat biliminin (klasik-liberal iktisadın) kurallarına ilişkin bir muhalefetten söz edilebilir. Nitekim kamuoyunda ve entelektüel çevrelerde hadise böyle algılanmıştır. Burada dinin yasaklarına dair bir hassasiyet mi, yoksa mevcut iktisadi koşullar özelinde/çerçevesinde iktisat bilimin ezberlerine güvenmemekten kaynaklanan politik bir tercih mi söz konusu olmuştur, emin olabilmek çok zor. Muhtemelen bu ikisi bir araya gelmiş, daha açık söylemek gerekirse dini hassasiyet politik tercih konusundaki güveni güçlendirici ve destekleyici bir payanda rolü oynamıştır. Bizatihi buradaki tercihin ne anlama geldiğini ise iktisadi dünyanın soyut/teorik nitelikteki genel kuralları dışında politik aktörler ve süreçlerle de iç içe olduğu, en azından bunun olabilirliği varsayımıyla ilişkilendirebileceğimiz kanaatindeyim. Konuyu derinlemesine irdeleyecek olduğumuzda Marks'ın ATÜT kavramlaştırmasına kadar giden, doğu-batı sorunsalıyla ilgili tartışmalara bile buradan bakılabilir. Ezcümle, faizin sebep mi sonuç mu olduğu tartışması doğu-batı toplumları arasındaki yapısal-tarihsel dolayısıyla iktisadi farklılaşmalardan bağımsız olarak değerlendirilemez diyebiliriz. İktisat akademisyenlerimizin ekonomi-politik konusundaki ilgisizlikleri maalesef iki boyutlu (arz-talep ilişkisine dayalı) bir iktisat görüşüyle ufukları sınırlandırıyor. Bu da nihayetinde –sözde diyebileceğim- iktisat bilimini kapitalizmin Truva atına dönüştürmekte çok kullanışlı bir aparat haline getiriyor.

Özerklik aldatmacası

Adam Smith'in piyasayı Tanrısal veya otomatik bir düzenleme kabiliyetiyle açıklayan "görünmez eli" neyse, iktisat bilimine de adeta böyle bir rol biçildiğini görmekteyiz. İktisadı politikadan veya ahlaki, sosyal dünyadan/değerlerden özerk hale getirerek sadece hayatın merkezine koymuş olmuyor, aynı zamanda ona sosyo-ekonomik anlamda hiyerarşik bir tahakküm zemini sağlıyoruz. Bunun arka planında, burjuva sınıfının tarihsel gerçekliği ve ideolojisinin bulunduğunu söylemek için ispata ihtiyacımız olduğunu sanmıyorum. İktisat bilimini nesnel, iktisadi hayatı ise özerk bir hüviyete kavuşturma çabaları, aslında kapitalizme nasıl maruz ve mağlup hale getirildiğimizin donelerini yeterince vermektedir. İktisadı özerkleştirmekle, insanı eni konu iktisadi bir hayvana dönüştürmeye başladığımız aşikar. Bunun bilimsel veya rasyonel gerekçelere dayanılarak yapılması ise cahillik veya şartlanmışlık değilse eğer, tam bir üçkağıttır. "Kapitalizm Ahlaki midir?" kitabında Andre Comte-Sponville'in sergilediği yaklaşımı başka bir yere koymakta zorlanıyorum. "Ahlakın bu işte etkisi yoktur. Ekonominin de ahlaka etkisi olmaz. Ahlaki olarak kimsenin aç kalmaması gerekliliği, ekonomik olarak buna imkan olması ya da olmaması hakkında bir şey ifade etmez. Düzeylerin ayrımı. Fiyatları belirleyen ahlak değil, arz-talep yasasıdır. Değeri belirleyen erdem değil, iştir. Ekonomiyi yöneten ödevler değil, piyasadır" (s. 68).

Arz-talep yasası

Ne arz-talep yasasının ne de büyüme temelli ekonomi politikalarının dünyamıza bu kadar hakim hale gelmesini, burjuva realitesini dikkate almadan açıklayabileceğimizi sanıyorsak yanılırız. Burjuvayla sınırlı olduğunu söylemiyoruz elbet. Burjuva tarihi öncesinde de sosyalist rejimlerde de bunun etkili olduğu bir gerçeklik düzeyi var. Fakat iktisadın özerk bir konuma getirilmesi burjuva kapitalizminin bir marifetidir. İktisadi verimliliği ve kar arayışını sistemin temeline koymaktadır. Bunu insan doğasıyla temellendirerek kendisine bir gerçeklik değeri kazandırdığını, kazandırmakta ısrarcı olduğunu biliyoruz. Ancak insanı iktisadi hayvan olarak tanımlama ve dahası kurgulama başarısıyla oluşturduğu küresel hegemonya bizi aldatmamalı. Kapitalizmi şüphesiz ki kumdan kale diye görme aptallığına düşemeyiz. Fakat insana ve politikaya olan umutlarımızı güçlendirebiliriz. Dünyanın ne halde olduğuna dair insani ve ahlaki perspektiften doğru, yeni bir bilinçlenmeyi başarabilirsek kapitalizmle baş etme konusunda önemli bir mesafe almamız mümkün olacaktır.

[email protected]