NATO üyesi ülkeler ile Rusya'nın karşı karşıya gelme olasılığı ya da Ukrayna'nın saldırılarının giderek genişleyen bir deniz çatışmasına dönüşmesi ihtimali göz ardı edilmemelidir. Bu nedenle Türkiye'nin istikrar odaklı ve güvenlik merkezli politikası, Karadeniz'deki kırılgan dengelerin korunması açısından son derece kritik bir rol oynamaktadır.
Doç. Dr. Merve Suna Özel Özcan/ Kırıkkale Üniversitesi
Karadeniz, tarih boyunca sadece bir su havzası değil; imparatorlukların güç hesaplarını, ticaret arterlerini, bölgesel denge arayışlarını ve büyük stratejik kırılmaları belirleyen bir jeopolitik alan olmuştur. Bu bölgeyi anlamak aslında hem Avrupa'nın doğuya açılan kapısını hem de Asya'nın batıya uzanan damarını birlikte okumayı gerektirir. Dolayısıyla Karadeniz, tarih boyunca hep bir "rekabet çarpanı" olarak var olmuş; güç mücadelelerinin ve bölgesel siyasetin merkezine yerleşmiştir.
18. yüzyılın ikinci yarısında Rusya'nın Karadeniz'e inmesi ve 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile bölgenin uluslararasılaşması, Karadeniz tarihinin en büyük kırılma noktasıdır. Karadeniz artık sadece Osmanlı'nın değil, hızla yükselen Rus jeopolitiğinin de bir güç alanı hâline gelmiştir. Bu dönemden itibaren Karadeniz, Osmanlı–Rus rekabetinin ana sahnesine dönüşmüş; bölgesel dengeleri doğrudan belirleyen bir güç mücadelesi alanı olmuştur. Bugün ise Karadeniz; Rusya–Ukrayna savaşı, enerji koridorları, lojistik hatlar, dron savaşları, denizaltı altyapılarının kırılganlığı ve büyük güç rekabetinin hızla keskinleştiği yeni bir jeopolitik evreye girmiştir. Bu nedenle Karadeniz'in tarihsel önemini anlamak, hem bölgesel kırılmaları hem de küresel rekabetin yönünü doğru okumak açısından kritik bir eşiktir.
2022 sonrasında Türkiye'nin Karadeniz'de bölgesel istikrar sağlama girişimleri
İkinci Dünya Savaşı'na giden süreçte Boğazlar meselesi ve Karadeniz'in güvenliği, özellikle Sovyetler Birliği'nin giderek agresifleşen talepleri ekseninde uluslararası gündemin en kritik başlıklarından biri hâline gelmiştir. Bu konjonktürde Türkiye hem kendi güvenliğini hem de bölgesel istikrarı korumak için Boğazlar'ın hukuki statüsünün yeniden tanımlanmasını zorunlu görmüştür. Bu çerçevede 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi üzerinden geçen deniz trafiğini düzenleyecek bir alan oluşturmus; Türkiye'nin denetiminde, uluslararası hukuk kurallarına uygun ve dengeli bir sistem içinde bölgedeki deniz ekosisteminin ve stratejik dengenin güvenliği sağlanmıştır. Montrö'nün imzalanmasının temel nedeni, Lozan'da Türkiye'nin Boğazlar üzerindeki egemenliğini sınırlayan yapının sürdürülemez hâle gelmesi ve büyük güçlerin yükselen rekabeti karşısında bölgenin istikrarsızlığa sürüklenmesinin engellenmek istenmesidir. Ayrıca, Sovyetler Birliği'nin Boğazlar üzerinde askerî baskı kurma eğilimi, Türkiye'yi kendi egemenlik haklarını uluslararası hukuk çerçevesinde yeniden tahkim etmeye yöneltmiştir. Nitekim o günden bu yana Boğazlar demek, Karadeniz'in güvenliği demektir; çünkü Karadeniz'in kıyıdaşlarına baktığımızda Rusya ve Ukrayna'nın yanı sıra, NATO üyesi olan Türkiye ile Romanya ve Bulgaristan gibi diğer müttefik ülkelerin varlığı bölgenin güvenlik mimarisini son derece hassas bir dengeye oturtmaktadır. Bu nedenle Boğazlar üzerindeki denetimin Türkiye'de olması, sadece ulusal güvenlik açısından değil, Karadeniz'deki genel istikrarın korunması bakımından da vazgeçilmez bir stratejik değere sahiptir.
Bu kapsamda, 2022 Şubat ayında başlayan Rusya–Ukrayna Savaşı'nı takiben Türkiye hızla aksiyon almış ve Montrö çerçevesinde Boğazlar'a ilişkin geçiş güvenliği ve seyrüsefer emniyeti konusunda üzerine düşen yükümlülükleri tarafsız, dengeli ve uluslararası hukuka uygun bir yaklaşımla yerine getirerek bölgesel istikrar ve güvenlik temelini yeniden tesis etmiştir. NATO üyesi olmasına rağmen Türkiye, Rusya ile sürdürülen ilişkiler ve Ukrayna ile devam eden çok boyutlu iş birliklerinin hukuki zeminini gözeterek, Karadeniz güvenliğini merkeze alan bir politika izlemeye özen göstermiştir.
Bu kaspamda Montrö'nün 19. ve 21. maddeleri, savaş hâli ya da savaş tehdidi ekseninde Türkiye'ye Boğazlar'ı savaş gemilerine kapatma yetkisi tanınmakta olup Türkiye Karadeniz'in "kapalı deniz" statüsünü fiilen koruyan en önemli güvenlik bariyeri sağlamaktadır denebilir.
Karadeniz güvenliği = Küresel güvenlik
Bölgede savaşın yayılma riski içinde olduğunu her daim dile getirmekte fayda vardır; çünkü hiçbir çatışma alanı kendisini sınırlı tutmaz. Gerek aktörel gerekse de teritoryal olarak yayılabilen savaşlar, bu açıdan dördüncü yılına giren Rusya–Ukrayna cephesinde de karşımıza çıkmaktadır. Buradaki en önemli konu, Türkiye'nin Karadeniz güvenliği noktasında sürdürdüğü politikanın, savaşın başladığı dönemden itibaren ne kadar kritik olduğunun görülmesidir. Son bir haftada üç gemiye yönelik saldırı gerçekleşmesi, yalnızca askerî güvenlik bağlamında değil, Karadeniz'in ekosisteminin korunması bağlamında da okunmalıdır. Peki, son bir haftada Karadeniz'de neler yaşandı ve bunlar neden önemlidir? Bu iki soru aslında yalnızca bölgesel değil, küresel sistemde ortaya çıkan tehdit dinamikleri ekseninde değerlendirilmelidir. Öncelikle, Karadeniz sürecin başından bu yana Rusya–Ukrayna savaşının etkilerinin doğrudan hissedildiği bir alan olmasına rağmen, Türkiye'nin istikrar odaklı ve güvenlik merkezli yaklaşımı sayesinde gerilim uzun süre sınırlı bir çerçevede tutulabilmişti. Ancak Trump'ın 28 maddelik barış planı ve onu takiben yapılan çevre görüşmeleriyle metnin 19 maddeye inerek yeniden şekillenen olası barış senaryoları, bölgedeki belirsizliği ve tansiyonu artıran yeni bir kırılganlık yaratmıştır. Bu nedenle Karadeniz'de son günlerde yaşanan saldırılar, sadece Rusya–Ukrayna cephe hattının değil, küresel güç mimarisinin de yeniden şekillenme sürecinin doğrudan bir yansıması olarak okunmalıdır.
Karadeniz'de olası bir savaş genişlemesinin doğuracağı sorunlar son derece büyük ölçekli olacaktır. Bunun en dikkat çekici noktası, Türkiye'nin 2022 yılında Tahıl Koridoru Anlaşması kapsamında küresel gıda krizini önlemeye yönelik attığı adımın hatırlanmasıdır. O dönemde hayata geçirilen Tahıl Girişimi, özellikle Afro-Avrasya hattında kritik bir gıda güvenliği mekanizmasının oluşmasını sağlamıştı. Bugün ise dengelerin değiştiği süreçte ticari gemilerin hedef alınması, olası sonuçların birkaç temel başlıkta ele alınmasını kaçınılmaz kılmaktadır. İlk olarak, seyir ve seyrüsefer güvenliğinin tehlikeye girmesi, sigorta sistemini doğrudan etkileyerek gemilerin risk alma davranışlarını değiştirecek ve risk primlerini ciddi ölçüde artıracaktır; bu da gemilerin çok daha yüksek fiyatlara sigortalanması anlamına gelir. İkinci olarak, olası bir enerji veya ham madde akışının kesintiye uğraması—tıpkı pandemi döneminde Ever Given gemisinin Süveyş Kanalı'nda sıkışması örneğinde olduğu gibi—küresel ticaret üzerinde zincirleme sonuçlar doğuracaktır. Bu durum sadece ekonomik boyutla sınırlı değildir; enerji güvenliği ve tedarik zincirlerinin kırılganlığı da ön plana çıkmaktadır. Üçüncü olarak, çevresel riskler özellikle petrol sızıntıları bağlamında ele alınmalıdır. Petrol sızıntılarının ne kadar katastrofik sonuçlar yarattığı ve deniz ekosistemlerini nasıl tahrip ettiği ortadadır; bu risk, Karadeniz'de faaliyet gösteren tüm gemiler için geçerlidir ve bölgesel çevre güvenliği açısından "sessiz ama derin" bir tehdit oluşturmaktadır.
Dördüncü ve en çok konuşulan başlık ise askeri boyuttur. Zira NATO üyesi ülkeler ile Rusya'nın karşı karşıya gelme olasılığı ya da Ukrayna'nın saldırılarının giderek genişleyen bir deniz çatışmasına dönüşmesi ihtimali göz ardı edilmemelidir. Bu nedenle Türkiye'nin istikrar odaklı ve güvenlik merkezli politikası Karadeniz'deki kırılgan dengelerin korunması açısından son derece kritik bir rol oynamaktadır. Yayılma eğilimindeki bir savaş yalnızca bölgesel değil, küresel ölçekte etkiler yaratır ve son dört yıldır sahada gördüklerimiz—hayatını kaybeden siviller, yerinden edilen insanlar, yıkılan şehirler ve kesintisiz bir silahlanma döngüsü—bize ağır bir bedelin ödenmekte olduğunu göstermektedir.