Karadeniz’den Şam’a: Enerji hesaplarının yeni adresi

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney / Yıldız Teknik Üniversitesi Öğr. Üyesi.
12.12.2015

Rusya’nın Suriye’de DAEŞ ile mücadele etme amacının arkasına sığınarak uygulamak istediği yeni saldırgan stratejisi, NATO’nun Akdeniz’in sıcak sularına inmesine sebep olmuştur. Üstelik Moskova Ankara ile yaşamakta olduğu kriz nedeniyle Türkiye’ye tavır koyacağım derken, Avrupa yaptırımları karşısında ertelemiş olduğu Güney Akım’ın yerine önerdiği pazarlık kozunu yani Türk Akımı kartını da kaybetmiştir.


Karadeniz’den Şam’a: Enerji hesaplarının yeni adresi

Türkiye ve Rusya; enerji, ekonomi ve ticaret gibi konular üzerinden oluşturdukları karşılıklı bağımlılık sayesinde bugüne kadar ortaya çıkan çeşitli anlaşmazlıkların üstesinden geldiler ve aralarındaki ilişkiyi sürdürmeyi başardılar. Bu durum Ankara ve Moskova hükümetlerinin 4.5 yıl süren Suriye iç savaşında karşıt tarafları desteklemiş olmaları gerçeğine rağmen bozulmadı. Suriye’de barış tesis edilebilmesi için Esad rejiminin görevden nasıl uzaklaştırılacağının, Suriye’de nasıl bir geçiş hükümeti kurulacağının tartışıldığı Cenevre I-II görüşmelerinden sonra Viyana’da da Ankara ve Moskova karşıt/zıt pozisyonlarını muhafaza ettiler. Ancak Suriye krizi nedeniyle iki ülke ilişkilerinde tansiyonu arttıran en ciddi olay SU-24 Rus savaş uçağının Türk hava sahasını ihlal etmesi sonucu Türk jetleri tarafından vurulmasıyla gerçekleşti. Hadise, Ankara’nın 2012 senesinde değiştirmiş olduğu angajman kurallarının doğrudan bir sonucuydu. Söz konusu hadiseyi takip eden günlerde Ankara ve Batılı müttefikler Türkiye ve Rusya arasındaki gerilimi azaltma yönünde gayret gösterdiler fakat Moskova’nın provokatif davranışlarını devam ettirmesi iki ülke arasındaki gerilimi kısa bir sürede ciddi bir krize dönüştürdü.

Önce Avrupa’ya bakalım

Rusya’nın Orta Doğu ve Doğu Akdeniz güvenliğini etkileyen bu yarı saldırgan, kriz tırmandırıcı politikalarını anlamak, özellikle de bu politikaların arkasındaki iktisadi çıkarı ve enerji mantığını kavrayabilmek için yüzümüzü önce diğer tarafa, Avrupa’ya ve Karadeniz’e çevirmemiz gerekiyor.

Rusya Federasyonu Soğuk Savaş sonrası ilk on yılda Batı karşısındaki askeri ve iktisadi kapasite kıyaslamalarında ne kadar geriye düşmüş olduğunu fark etti. Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra Baltıklar, Orta ve Merkezi Avrupa ve Orta Asya’da ciddi toprak kayıpları veren Moskova, bir de NATO’nun da kendini sınırlarına doğru genişlediğini fark edince Batı karşısında kendini tamamen çevrelenmiş hissetti. Bu nedenle, Moskova yönetimi Batı karşısındaki mevcut açıklarını telafi edebilmek amacıyla yeni ve farklı bir strateji geliştirmek zorunda olduğu sonucuna vardı. Bu strateji iki ayaktan oluşuyordu: İlk ayak, iktisadi sermaye birikiminin oluşturulmasında etkili olacak enerji kaynaklarının bölgesel ve küresel piyasalarla buluşturulması hedefine dayandırılıyordu. Rusya, diğer ayakta ise Moskova’nın sınırlı askeri imkânlarını kullanarak Batı’nın yakın çevresine doğru ilerlemesini durdurmaya çalışacaktı. Hatırlanacaktır 1990’lardan itibaren Batılı aktörler (NATO/ ABD ve AB) bir yandan Rusya öncelikli yani Moskova’yı kazanmaya yönelik politikalarını sürdürüyor, diğer yandan da Soğuk Savaş sonrası istikrarsızlık barındıran Balkanlar, Orta ve Merkezi Avrupa ve Baltıklar gibi bölgeleri hızla istikrara kavuşturmak için bu bölgeleri Batı’ya entegre edecek politikaları benimsiyorlardı. Bu çerçevede Batı için Rusya’nın yanı başındaki alan Ukrayna, Karadeniz bölgesi ve Güney Kafkaslar (Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan) üste anılan Batı’ya entegre edilecek bölgelerden ayrışıyordu. Bu kuşağın istikrarı da Brüksel ve Washington için bir güvenlik, enerji güvenliği ve demokratikleşme meselesiydi ama bu kuşak için Avrupa’nın yanı başındaki diğer alanlar gibi iktisadi ve siyasi bir bölgeselleşme ve Batı ile iktisadi entegrasyon düşünülmemişti. Renkli devrimler o nedenle Batı’da bölgede yaşananlara yönelik gerçek bir müdahale isteğini değil, bölge halklarının taleplerine yönelik sempatiyi doğurdu. Üstüne üstük uzun bir süre AB Moskova ile enerji alanında karşılıklı bağımlılık ilişkisinin devam etmesini tercih ettiği için ABD’nin bu alanda Rusya’ya alternatif olabilecek yani Moskova’yı dışlayacak, Hazar odaklı hidrokarbon geçiş güzergâhlarını oluşturulması fikrine de uzak durmuştu. Batı cephesinde bunlar yaşanırken Moskova ABD’nin Hazar petrollerinin Avrupa piyasalarına tedarik edilmesini sağlayacak alternatiflere yatırım yapan stratejisini düşmanca bir tavır olarak okuyordu. Washington bu stratejiyle hem Rusya’ya hem de OPEC’e alternatif yaratmayı amaçladığını saklamak gereğini duymayacaktı zaten. Sonuçta jeopolitik mücadele başlamıştı ve bu çerçevede petrol fiyatlarının artmasıyla iktisaden toparlanmaya başlayan Moskova en azından yakın çevresinde etkisini hissettirmek gereğini duyacak,  yakın çevresine yönelik stratejilerinde “hırçınlaşacaktı”. Bu hırçınlığın nerelere varabileceği önce 2006 Ukrayna doğalgaz krizinde sonra da 2008 Gürcistan’a askeri müdahalede görüldü.

Moskova için genelde Batı’nın özelde de ABD’nin kendi enerji kaynaklarına alternatif kaynak ve güzergâh oluşturması kabul edilebilir bir şey değildi. Zira Rusya elindeki enerji kartını kimi zaman cezalandırıcı kimi zamanda mükâfatlandırıcı bir dış politika aracı olarak kullanarak yakın ve uzak çevresinde bir Rus hegemonyası oluşturmayı amaçlıyordu. Tabi, Moskova’nın bütçe gelirlerinin büyük bir kısmını enerji kaynaklarından tedarik ediyor olması neden bu tür bir tercih yapmış olduğunu da açıklıyordu. Bu noktada soluk alıp, bölgede yaşanan önemli bir gelişmeyi, Bakü- Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattı projesini- hatırlatmakta yarar var. Rusya’yı bay-pass ederek farklı bir güzergâhtan Hazar petrollerinin Avrupa’ya taşınmasında etkili olacak ilk proje olan BTC, ABD’nin desteğiyle 2005 yılında gerçekleşmişti. Bu proje ile Washington Azerbaycan’ın bağımsızlığını güvence altına alıyordu. Neden BTC’yi hatırladık, çünkü 2008 Gürcistan müdahalesi sonrasında AB’nin bu kuşak alanda bölge inşasında etkisiz olduğunu görünce Azerbaycan konusunda rahatlamış olan Washington, Moskova’ya bu bölgede sınırlı da olsa ayrıcalıklı bir çıkar alanı (sphere of privaleged interest)  bırakmayı tercih etti. ABD bundan sonra, Rusya’nın bu ayrıcalıklı çıkar alanında ne yaptığını izlerken Avrupalı aktörlerin ve AB’nin öne çıkarak Rusya’ya itiraz etmesini bekleyecekti. Geriden liderlik (leading behind) stratejisi artık sahnedeydi. Obama yönetiminin başa gelmesi ile ABD bu stratejiyi sadece bu bölgede değil açık bir biçimde Ortadoğu’da da uygulayacaktı. Rusya, 2009 Ukrayna krizinden başlayarak Batılı aktörlerin benimsedikleri konumu test etti ve ABD’nin Arap Baharı sonrası özellikle Ortadoğu’da sergilemiş olduğu geriden liderliğin sahada jeopolitik tutukluk olarak tezahür etmesini büyük bir keyifle izledi. Suriye krizinin başından beri Moskova’nın Esad rejiminin arkasında durmuş olması aslında Batı’nın Suriye’deki muhalif güçleri destekleme konusunda göstermiş olduğu kararsızlıkla ve yalpalama ile doğrudan ilgilidir.

Putin’in hesabı

Tarih tekerrürden mi ibarettir, bilinmez ama Putin yönetimi Batı’nın Ortadoğu’daki yalpalamalarının ve hareketsizliğinin süreceğini hesapladı. Moskova, Şam rejimini destekleyerek Soğuk Savaş sonrası dönemde Ortadoğu’da gerçekleşmiş olan alan kaybını Esad rejimine verdiği destek üzerinden Doğu Akdeniz’de siyasi, iktisadi ve en önemlisi de enerji alanlarında etkili olmak suretiyle telafi etmek istedi. Meşru kılıf da hazırdı: Esad ile birlikte DAEŞ’e karşı mücadele. Batı’nın DAEŞ tehlikesine odaklandığını, Esad rejiminin yaratmış olduğu güvenlik sorunlarını görmezden geldiğini bilen Moskova yönetimi 30 Eylül’de Suriye’ye yönelik hava akınlarını başlatmakta bir sorun görmedi. Moskova yönetimi böylece sadece Suriye’de bayrak göstermekle kalmayıp Türkiye gibi bir NATO ülkesinin de hava sahasını -Ankara’nın ikazlarına rağmen- birden fazla taciz ederek hem Türkiye’nin hem de Avrupa-Atlantik toplumunun bir yerde sabrının sınırlarını zorlamayı başardı. Bu tacizlerle birleştirildiğinde Rusya’nın Suriye’deki aşırı askeri yığınağı DAEŞ’le mücadelenin çok ötesinde mesajlar veriyor, keza Batılı kaynaklarca da tespit edildiği üzere, Rus hava saldırılarındaki hedefler DAEŞ’e yönelik olmaktan ziyade daha çok Suriyeli Arap muhalif güçleri ile Bayır Bucak Türkmenlerine yönelik gerçekleşmiştir.

Peki, Moskova Ortadoğu-Doğu Akdeniz jeopolitiğine neden geri dönmek için bu kadar ısrarlı? Rusya Federasyonu mali bütçesinin bugün yaklaşık yüzde ellisi doğalgaz ve petrol satışlarıyla karşılanmaktadır. Moskova yönetimi petrol fiyatlarının varil başına 40 Dolara kadar inmesiyle birlikte Batı menşeli yaptırımların ağırlığını daha da hisseder hale geldi. Rusya, Ukrayna politikasının bedeli ile karşılaşıyor, Rublenin de değer kaybetmesi sonucu ciddi bir iktisadi kriz yaşamakta. Doğu Akdeniz’de Mısır, Gazze ve Kıbrıs açıklarında zengin doğal gaz rezervlerinin bulunmuş olması, Kuzey Irak’taki zengin doğal gaz ve petrol kaynaklarının varlığı Moskova’nın içinde bulunduğu bu zor koşullar içerisinde yeni fırsatlar olarak değerlendirilmekte. Tabi fırsat çanları sadece Kremlin için çalmıyor. Günümüz enerji jeopolitiğinin koşullarında, Batı’nın hem Doğu Akdeniz hem de Kuzey Irak petrol ve doğal gaz kaynaklarını Avrupa’nın enerji tedariki konusunda Rusya’ya olan bağımlılığının giderilmesinde yeni bir alternatif olarak kullanmak istemesi Moskova’nın AB ülkeleri üzerinde kurmuş olduğu doğal gaz tedariki tekelini kırabilir. Son OPEC toplantısında Rusya’nın petrol üretiminin kısılması yönündeki talebinin karşılık bulmamış olması Moskova’nın elinde uygulayabileceği sadece tek seçeneği bırakmış görünüyor: Esad rejiminin hâkim olacağı bir Nusayri devletinin varlığının bir an evvel garantilenmesi.

Türkiye engel mi?

Nusayri devleti için Suriye’de Türkiye’nin desteklemiş olduğu ılımlı muhalefetle Türkmenlerin hâkim oldukları alanlardan uzaklaştırılmaları ve Lazkiye’den yukarı doğru püskürtülmeleri şarttır. Türkiye’nin Rus uçağının düşürülmesinden hemen önce ABD’yle planlamış olduğu ve uygulamak üzere olduğu Azez ve Cerablus arasında terörden arındırılmış bir bölgenin oluşturulması bu bağlamda Rus planlarıyla doğrudan çakışmaktadır. Bu nedenle Moskova şu taktiklerle harekete geçti: Söz konusu bölgede kendi savaş uçaklarını uçurup, buraya PYD kuvvetlerini yönelterek ve eşanlı olarak Suriye muhalefetini vurarak doğrudan Türkiye’nin istikrarsızlaştırılmasına öncelik vermek. Böylelikle Moskova Türkiye’yi kendi iç sorunlarıyla meşgul ederek Doğu Akdeniz’de oluşmakta olan yeni siyasi ve en önemlisi de enerji denkleminin dışında tutmak istedi. Rus savaş uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi akabinde Türkiye ile olan ilişkilerini tırmandırarak bir kriz noktasına getirmiş olması da aslında bundandır. Şimdiye kadar Moskova’nın “ben de varım” diyerek pekiştirmeye başlamış olduğu hırçın imajının uçak meselesiyle yıpranmış olduğu doğrudur ama bu iddia Moskova ve Ankara arasında artan gerilimin krize dönüşmesini açıklamakta sınırlı kalmakta. Uçak krizinin ardından Rusya’nın, Ankara ile olan gerginliği sadece yaptırımlar ile sınırlı tutmayıp Suriye’deki savaş alanında Türkmenlere yönelik başlattığı saldırılarla sürdürmesi Putin’in Esad üzerinden oluşturacağı olası bir Nusayri devletiyle Doğu Akdeniz’e çıkış sağlamayı ne kadar önemsediğini; bu suretle olası enerji nakil hatları üzerinde etkili olmayı ne kadar istediğini gösteriyor. Ancak, Rusya’nın Suriye’de DAEŞ ile mücadele etme amacının arkasına sığınarak uygulamak istediği bu yeni saldırgan stratejisi hiç de istemediği bir biçimde NATO’nun Akdeniz’in sıcak sularına kadar inmesine sebep olmuştur. Üstelik Moskova bugün Ankara ile yaşamakta olduğu kriz nedeniyle Türkiye’ye tavır koyacağım derken Avrupa yaptırımları karşısında ertelemiş olduğu Güney Akım’ın yerine önerdiği pazarlık kozunu yani Türk Akımı kartını da kaybetmiştir.

Türkiye-Rusya arasında başlayan uçak krizinde Ankara’nın gerilimi düşürme politikası henüz Moskova nezdinde karşılık bulmamıştır. Ancak bu kriz iki ülke arasında yaşanan gerilimin ötesine de geçti ve Doğu Akdeniz’de suların iyice ısınmasına neden oldu. Bundan sonra Rusya ve Batı ilişkilerinin gidişatının bir ayağını da Akdeniz’de NATO varlığı ile sınanması oluşturacaktır.

[email protected]