Karanlığın Yüreği'ne saplanan hançer olmak

Doç. Dr. Bengül Güngörmez - Uludağ Üniversitesi
14.04.2019

Rasyonalizm Batı’ya diğer uygarlıkları yargılama hakkını veriyordu: İrrasyonel, disiplinsiz, tembel, yavaş, mantıksız, yararsız… Ayrıca Batı kendisinde görmek istemediği ahlâk dışı ne varsa Doğu toplumlarına mal ediyordu: Şehvet düşkünü, güdüsel, vahşi…


Karanlığın Yüreği'ne saplanan hançer olmak

Joseph Conrad, edebiyatta modernist akımın öncülerinden sayılır ve yalnızca İngiliz edebiyatının değil, aynı zamanda dünya edebiyatının da en önemli yazarlarından biridir. Denizciliğe aşık bu adam, 20 yıl boyunca denizlerde dolaştı ve İngiliz ticaret gemilerine katılarak uzun deniz seferlerine çıktı. Bu seferlerin ertesinde kaleme aldığı romanı Karanlığın Yüreği’nde Conrad, roman karakteri Marlow’un Kongo’ya seyahatini (belki de kendi seyahati) hikâye etti. Roman dünya edebiyatında bir klasik kabul edildi. Batı kanonunun olmazsa olmaz eserlerinden birisidir. Modern edebiyatın en büyük üslupçularından birisi sayılan Conrad’ın bu eseri Birleşik Krallık ve ABD’de edebiyat öğrencilerine edebiyat araştırmaları, edebi metin incelemeleri derslerinde de okutuluyordu. Hatta İngiliz dili ve edebiyatçılarından birisi Conrad’ın eserinin “İngiliz dilinin, sayısı bir elin parmağını aşmayan büyük kısa romanlarından biri” olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmişti. Conrad’ın eserini edebiyat eleştirmenleri öve öve bitiremezken, yeni kuşaklara da bu övgü sürekli aktarılıyordu. Muhtemelen Conrad eserinin yarattığı tesirden memnun, mezarında bu övgüleri memnuniyetle dinliyordu ta ki Nijeryalı bir şair ve romancı ABD’de kimsenin ummadığı, beklemediği bir konuşma yapana dek. Bu Nijeryalı, Conrad’ın romanını okurken muhteşem bir edebi formun altında yatan ırkçılığı kalbinin en derinliğinde hisseden Chinua Achebe’ydi. Achebe’ye göre Conrad “kör olası bir ırkçıydı” ve diğer edebiyatçılar onunla suç ortaklığı yaparak bu ırkçıyı eleştirmek yerine sürekli övüp duruyorlardı. Bakın, Afrika’nın bu ‘siyah’ adamının, beyaz adama karşı çığlığını, yerli mızrağını sözde medeniyetin kalbine nasıl sapladığını görelim. 18 Şubat 1875’te ABD’de, Massachusetts Üniversitesi’ndeki konuşmasında Achebe salonu dolduranlara şöyle söyler:  

‘Afrika rasyoyu esir alır’  

“Bir halkı diğerine düşürüp yok ettiren bir adama ben sanatçı demem. Kullandığı tasvirler ne kadar etkileyici de olsa, dili ne kadar hoş da olsa ayini tersten yapan bir adama rahip, hastalarını zehirleyen bir adama doktor demediğimiz gibi ona da büyük bir sanatçı diyemeyiz. Nazi Almanya’sında bilim, felsefe ya da sanat alanındaki yeteneklerini korkunç bir ırkçılık için kullanan herkes haklı bir şekilde suçlu bulunmuştu. Yeteneklerini bir halkı diğerine düşürmek için kullanan ve ne yazık ki Conrad kadar başarılı olan sanatçıları gözden geçirmemizin vakti gelmiştir. Yevtuşenko, şairin aynı zamanda köle tüccarı olamayacağını söylerken ve Arthur Rİmbaud’nun köle tüccarlığını seçtiğinde neyse ki şairlik kisvesini bıraktığını dile getirirken bunu kastettiğini düşünüyorum. Şiir insanın köleleştirilmesi değil, onun yüceltilmesi için kullanılabilir; tüm insanlığın kardeşliği ve birliği için – Hitler’in üstün ırkı ya da Conrad’ın “ilkel canları” gibi doktirinler için değil.” (Akt.Nicolas Tredell, “Parçalanma: Karanlığın Yüreği’ne 1970’lerde Gelen İtirazlar”, Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği, İletişim Yayınları, 1994, içinde.) 

Amerikan ve İngiliz edebiyat çevrelerinde işler tıkırında ve her şey süt limanken okyanusun ötesinden gelen birisi beyazların salonunda “Kral çıplak!” diye bağırıvermişti. Achebe konuşmasında “Kral çıplak!” demekle kalmamış, Afrika’yı, Afrikalılığı aşağılayan insanlara haddini de bildirmiştir. Ona göre “Karanlığın Yüreği, Afrika’yı ‘öteki dünya’ olarak gösterir: Avrupa’nın ve dolayısıyla medeniyetin karşıtı: İnsanın yüce zekâsının ve adabının coşkulu bir hayvanlık tarafından alay konusu edildiği bir yer.” (s.212) Afrika, Conrad’a göre cinnetin, dehşetin, gizemin, şehvetin ve arzuların, hayvani içgüdülerin çevrelediği bir yerdir. Sizi karanlığın içine çekerek teslim alabilir: Batılı aklınızı, rasyonuzu bir anda yok edip esir alabilir, tıpkı roman başkahramanını teslim aldığı gibi. 

Nijeryalı Achebe, onurunu koruyor. Kendi onurunu, bütün bir Afrika’nın onurunu. Batı karşısında aşağılanmış halkların onurunu. Amerika karşısında dünya mazlumlarının onurunu. Onurumuzu… Achebe, konuşmasının devamında şunu söylemektedir:  “Şu ana kadar söylediklerime iki şekilde itiraz edilebilir. Birincisi, edebiyatın konu aldığı insanları memnun etmek zorunda olmadığıdır. Bunu kabul ederim. Fakat ben insanları memnun etmekten bahsetmiyorum. İnsanoğlunun bir kesiminin geçmişte başından geçen, bugün de pek çok yerde pek çok şekilde gördüğü acıları ve eziyetleri önyargı ve hakarete başvurarak bayağı bir şekilde sergileyen bir kitaptan bahsediyorum. Siyah insanların insanlığından şüphe edildiği bir öyküden bahsediyorum.”  (s.223) 

Batı’nın karşısında biz 

Kalbim, Achebe ile. Edebiyat onurumuzu korumayacaksa neye yarar? Achebe ile o salonda olmak ve dinleyicilerin, o anlı şanlı edebiyat çevrelerindeki şaşkın ve öfkeli suratları görmek isterdim. Conrad’ın romanıyla birlikte Achebe’nin konuşmasının tamamını okumanızı tavsiye derim. Hatta edebiyat hocalarımız üniversitelerde öğrencilere ikisini birlikte okutmalılar. Achebe kendisine gelen sert tepkilerden de söz ediyor. Konuşmasının sonrasında yaşlı bir İngiliz profesör yanına gelerek şöyle demiş: “Bu ne cesaret!” Conrad’ı tekrar okumak gerektiğini düşünen profesörlerin de olduğunu ekliyor Achebe. Fakat “Bu ne cesaret!” tepkisi bizim için çok daha anlamlı. Gerçekten karşı çıkmaya nasıl cesaret edebiliriz ki? Batı’nın karşısında biz kimiz? Bakın Conrad, romanında bir Afrikalıyı neye benzetiyor: “Bu işlerin arasında da ateşçiliğimi yapan vahşiyle uğraşmam gerekiyordu. Gelişmiş bir türdü; bir dikey kazanı ateşlemeyi biliyordu. Aşağıda, tam altımda duruyordu ve ne yalan söyleyeyim, ona bakmak, bir palyaço pantolonuyla tüylü bir şapka giydirilmiş, arka ayakları üzerinde yürüyen bir köpeğe bakmak kadar eğitici bir şeydi.” (Conrad, s.121) 

Achebe’nin başarısı, itirazının yeri ve zamanlamasıdır. Afrika’da kendi kendine ya da çevresine konuşsa aynı etkiyi yaratamayabilirdi. Batılıların tam da ona romandaki başarısından dolayı ödül üstüne ödül verdikleri, Neil Gunn Uluslararası Üyeliği’ni kendisine bahşettikleri, Amerika Modern Dil Birliği Derneği’ne fahri üye yaptıkları, kendisini övdükleri sırada Achebe bombayı patlatmıştı. Konuşmanın sonrasında edebiyatçılar arka arkaya Achebe’nin eleştirilerine karşı cevap yazıları yayınlamışlar. Ama nafile. Bir Afrikalı olarak edebiyattaki üstün başarısı onun sessizlerin sesi, mazlumların yüreği olmasını sağlamıştı. (Ne yazık ki sormadan duramıyorum. Batı’da kendilerine uluslararası ödüller verildiğinde bizim edebiyatçılarımız, edebiyat eleştirmenlerimiz ne yapıyor? Nobel ödülünü almadan önce ve sonra nasıl konuşmalar yapıyorlar? Edebiyat çevrelerindeki arkadaşlarımın bu konuyu bir ara incelemelerini dilerim.) Montaigne Batı’nın Doğu’ya bakışının yarattığı umumi mitlerin ötesinde, “herkes kendisinin alışık olmadığı şeye barbarlık der” diyordu. Batı rasyonalizmi tarihteki bütün toplumları rasyonel eleştiriye tabi tuttuğu gibi kendisinin dışındaki çağının toplumlarını da rasyonel eleştiriye tabi tuttu. Doğu Batı’nın ötekisi olarak, yabani, vahşi, egzotik, şehvet dolu, irrasyonel, mistik ve zaman zaman da büyüleyiciydi. Kendimizi tarif etmek için ötekini tanımlarız. Batı kendi kimliğini ortaya koyabilmek için kendisinde olmadığını düşündüğü bütün özellikleri ötekine, yani Doğu’ya yüklüyordu. Rasyonalizm Batı’ya diğer uygarlıkları yargılama hakkını veriyordu: İrrasyonel, disiplinsiz, tembel, yavaş, mantıksız, yararsız… Ayrıca Batı kendisinde görmek istemediği ahlâk dışı ne varsa Doğu toplumlarına mal ediyordu: Şehvet düşkünü, güdüsel, vahşi… 

Aydınlık güçlerin elçisi 

Rasyonel bir toplum ütopyasıyla Aydınlanma felsefesi jakobenlere kendi toplumlarını tepeden inme bir tarzda değiştirme, toplumu bir bahçe olarak düzenleme ve bu duruma geleneğe yaslanarak direnen ayrık otlarını yolma gücü verdi. Rasyonel düşünme, bilimsel düşünme, hakikat, rasyonel eleştiriye tabi tutulamayan her şey mit, inanç, hurafeydi. (Bugün bilimsel düşünce ve mit arasındaki ilişki çok sayıda düşünür tarafından vurgulanmaktadır). Bu felsefe aynı zamanda sömürgeciliği meşrulaştıran, bir yandan sömürürken öte yandan Doğulu toplumları aşağılayan bir felsefeydi. Tek kusuru her şeyi akılla eleştiren aklın kendisini eleştirilmez saymasıydı. Modern silahlarla tropik ülkelere “aydınlık güçlerin elçisi” olarak beyaz adamın gönderilmesi bu felsefeyle meşrulaştırılıyor böylelikle sömürgelerin doğal kaynaklarıyla kâr sağlanıyordu. Vahşiler fethedilmeliydi. Vahşiler, akıl ve mantıktan uzak yabanlardı. Sömürgeler zamanla bağımsızlıklarını kazandılar ve Batılılar sömürgeciliğin eski haliyle sürdürülemeyeceği konusunda bir fikre vardılar. (Bu konuda en büyük sömürgecilerden birisi olan Britanya İmparatorluğu’nun liberalleri sömürgecilikten vazgeçme konusunda önemli rol oynamışlardır. Bu savunularında elbette etik nedenlerden çok liberal ekonomik nedenler daha etkiliydi. Sömürgeciliğin ağır mali bedellerini ödemek yerine özgürce ticaret yapmayı önermişlerdi. Bunları ben söylemiyorum. Dedesi John, Ekvator’daki yerlilere hırdavat ve kaçak viski satarak geçinen İmparatorluk kitabının yazarı Niall Ferguson söylüyor.) Sömürgeciliğin bitişi ve yeni sömürgecilik başlıklı çok sayıda metin bulabilirsiniz. Sömürgecilik sonrasında yeni formlarda devam etmiştir. Batılılar, girdikleri çoğu ülkede bağımsız siyaset yapma şansını halktan alarak arkalarında istedikleri gibi müdahale edebildikleri kartondan yöneticiler bırakmışlardır. Bu sözde yerli yöneticilerin her biri aynı zamanda birer kartondan Mefistotelestir. Modernleşme, kalkınma, kalkındırma, sanayileşme başlıkları altında Batı’nın istediği türde bir değişimi başlatmış olan bu kartondan Mefistotelesler halklarına bu ideal doğrultusunda zulmetmişler kimi zaman toplu kıyımlar, katliamlar yapmışlardır. “Bangladeşli yazar Mahasweta Devi, Shishu (Çocuklar) adlı duygusal öyküsünde, kabile halklarının bağımsızlık sonrası Hindistan’da nasıl kötürümleştirildiklerini anlatır. Kabile kültürleri ya da inançlarına ulusal kalkınmada yer yoktur.. Kabile halkları batıl inançlara sahip, medeniyetten nasiplenmemiş, geri insanlardır. Genel kalkınma modeline uymayan insanlar ormanda açlığa terk edilirler. Öykünün insanın kanını donduran düğüm noktasında açlıktan kırılan bedenlerini Bay Singh’in gözüne sokan, onu birer çocuk olmadıklarını, özgür Hindistan’ın marifetiyle bodurlaştırıldıklarını görmeye mecbur eden ‘çocuklar’la yüz yüze geliriz.” (Aktaran, Ania Loomba, Kolonyalizm, Postkolonyalizm, Ayrıntı Yayınları) Küresel beyaz kültür, sömürgecilerin fiili çekilmelerinden sonraki asıl işgalcidir. 

Peki bize düşen nedir? Kalbimizin payı nedir? Şair Cahit Zarifoğlu, “o sabah camimizde ezan sesi gelmedi Korktum bütün insanlar, bütün insanlık adına” dememiş miydi? Zarifoğlu’nun kalbi Hama’da öldürülen binlerce Müslümanla, yani Nijeryalı Achebe ile atıyordu. Bizim de kalbimiz Achebe ile atmadığı sürece, küresel beyaz kültürü kendi silahlarıyla da olsa vurmadığımız sürece Türkiye’nin elitleri olarak kaybetmeye mâhkûmuz. Beyaz elitlerimiz Türkleri Medenileştirme Derneği adı altında sürekli olarak faaliyetlerini sürdürüyorlar. Beyaz elitler, sonuncusu da dahil olmak üzere tarihimizdeki darbelere bakınca ülkemizde Orta Afrika’yı Medenileştirme Derneği’nin Afrika’da yarattığı vahşetten daha mı az vahşet işlediler? Bugün kendimize, en azından içimizdeki oryantalistlere karşı birer Achebe olabilir miyiz sorusunu sorma vaktidir. 

[email protected]