Herhangi bir İslam ülkesine gittiğimizde Mavi Marmara hatırına ücret almayan taksici, içtiğimiz kahvenin parasının Davos’ta ödendiğini söyleyen esnaf ümmete ve dünyaya bizi izah ediyor. Biz ne gâvura kardeşimizi şikâyet ederiz, ne de kendimizi izah etmek zorunda hissederiz. Zira kardeşini şikâyet eden kendini izah edemez!
M. Mücahit Küçükyılmaz / Yazar
Tanzimat’tan beri derdimizdir; kendimizi dünyaya, özellikle de Batı’ya ve Avrupa’ya izah edemeyiz. Edemedikçe gerilir ve hata üstüne hata yaparız. “Acaba böyle mi olmalı?” diye hiç kendimize sormadan, içeride yaşadığımız sorunları dışarıdan destek ve güç devşirerek çözmeye çalışırız. Bugüne kadar dış destekle hangi sorunu çözdüğümüz meçhuldür ama kavgalarımıza sırf yabancı destek olsun diye gâvuru karıştırdığımızdan beri parlak sonuç aldığımız bir mevzu görülmüş değil. En somut kurumsal ifadesini İngiliz Muhipleri Cemiyeti ya da Amerikan mandasını talep eden Wilson Prensipleri Cemiyeti’nde bulan şikâyetçi anlayışın kol bükme girişimleri genellikle ifade hürriyeti veya basın özgürlüğü üzerinden oldu. Benzer bir savruluşu 28 Şubat döneminde mağdur dindarlar yaşadığında İsmet Özel, durumu şöyle özetlemişti: “Avrupa Birliği’ne girmek, istediğini yiyebilmek ama ‘bana ne yediriliyor?’ diye soramamaktır.” Ardından eklemişti: “Doymak daha iyi doymak için güç toplamaktır.”
Sadece şikâyet ederken değil, yerel bir başarı elde ettiğimizde de bunu Batıya hissettirmek, onun takdirini kazanmak ya da yüreğine korku salmak için de “Avrupa, Avrupa, duy sesimizi!” diye sesleniriz. Kendi aramızdaki bir maç sonrası bir tarafın elde ettiği galibiyet, Avrupa’nın dikkatini çekmek için bir vesile sayılır. Sürekli bir kendimizi ifade etmeye çalışma, yanlış anlaşılmanın önüne geçme çabası ve aferin alma girişimleri... Hepsi ne kadar yıpratıcı ve yorucu işler! Hastalıklı ruh halinin tezahürü olan Batı karşısındaki kompleksimizin bizi ne denli zayıf ve küçük düşürdüğü, bununla kalmayıp daha da birbirimize düşürdüğü bunca zaman fark edilememiş; maalesef aile içi meseleleri karakolluk hale getirmiştir. Örneğin, Şark Meselesinin bir parçası olarak neredeyse bütün Batı dünyasının eline/diline düşen Kürt Sorunu, ancak Oslo’dan sonra tamamen yeni ve yerli bir çözüm modeline kavuşabildi. Bunun da “içimizdeki İrlandalılar”ı, müstağrip ve müsteşrikleri ne denli rahatsız ettiğini gördük.
Gülencilerin millîlik sorunu
1990’ların ortalarında Gülen grubu hoşgörü ve diyalog söylemlerini öne çıkartıp bir sivil toplum hareketi gibi davranmaya başladığında, hareketin sözcülerinin sıkça tekrarladığı bir ifade vardı. Farklı görüşten muhataplarına “Demek ki biz bugüne kadar size kendimizi izah edememişiz” diye bükülen kişiler, tebliğin her şeyden önce vakar gerektirdiğini unutmuş gibiydiler. Ya da tebliğ değil tedbir düsturuna göre davranıyorlardı. Gülencilerin hâlâ izah edemedikleri ve gittikçe biriken şeyler var, ancak bu ifade gâvur karşısında duyulan kompleksin söze dökülmüş hali olarak kayıtlara geçti. Zira biz bu ifadeyi kullananların hiçbir zaman kendilerini bu toprağın insanlarına, dindarlara, mesela 28 Şubat’ta askerlerin önünde terleyen Erbakan Hocaya izah etmeye çalıştıklarına şahit olmadık. Oysa ayetlerde, “küffara karşı şiddetli, kendi içlerinde merhametli” veya “mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı vakarlı” diye tarif edilen mü’minlerin kendileri olduğunu iddia etmekten geri durmadılar. Bu şikâyetçi ruh hali bugün Paris, Londra, Berlin, Washington koridorlarında ağlak biçimde dolaşıyor. İyi İngilizce bilmekle övünen altın nesil logolu sosyal medyacılar yabancı dillerde konuşuyor.
Artık beyhude bir kendilerini izah etme çabasına girişmektense, en iyi savunma hücumdur prensibiyle ülkelerini dünyaya şikâyet ediyorlar!
“Kendi içlerinde şiddetli, küffara karşı zilletli” olmanın kısa vadede sağlayacağı dünyevi kazanımlar, demek ki, “Bunun karşılığında benden neler alınıyor?” sorusunu unutturacak kadar tatlı hale gelmiş. Öncelikle, bu ülke aydınının bir türlü ışıldayamamasının temel nedeni olan yerlilik sorunu bu hareket için de kronikleşiyor. Biz Erbakan Hocaya “Ağır sanayi diyenlerin boynu kopsun” dendiğinde de biliyorduk, ama 17 Aralık’tan sonra, hele ki Tahşiye davası çerçevesinde bazı gözaltılar olduğunda Gülen grubunun yerlilik ve millîlik sorunu iyice tebellür etti. Görünen o ki, bu kompleks Türkiye’yi başka başkentler üzerinden hizaya getirme çılgınlığına kadar gider.
Kendimizi izah etmenin faydasızlığını çok kere tespit ettiğimiz halde buna sürekli başvurmak da ayrı bir patolojiyi işaret ediyor. Öyle ki, bazen yüzde yüz haklı olduğumuz konularda soğukkanlı ve nazik izahlar yapmak bile hiçbir işe yaramıyor. Mesela, New York merkezli Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) Heyeti Ekim 2014’te Türkiye’ye 10 kişilik bir tutuklu gazeteciler listesi iletti. Adalet Bakanlığı bunlardan üçünün yaralama, adam öldürme, patlayıcı madde bulundurma, banka soygunu, gasp vb suçlardan yargılanıp müebbet hapis cezası aldığını; diğer üçünün de sahte belge taşıma, ateşli silah bulundurma, ateşli silahla yaralama, küçük yaştaki çocukları örgütün dağ kadrosuna kazandırma vb suçlardan yargılanıp 10 yılın üstünde hapis cezası aldığını ve cezalarının Yargıtay tarafından onandığını belirtti. Ayrıca iki kişinin cezaları infaz edildikten sonra salıverildikleri; bir kişinin tahliye edildiği, bir kişinin de tutuklu olarak yargılamasına devam edildiği izah edildi. Teferruatlı izahlara rağmen, CPJ 2014 Raporu, “Türkiye cezaevlerinde 10 tutuklu gazeteci var” şeklinde medyaya servis edildi. Bu haberler de sadece yabancı basında değil, cemaat medyasında Türkiye’de basın özgürlüğünün yokluğuna vurgu yapacak şekilde yer aldı.
Ümmet ile ayrı düşmek
Gülen grubunun ikinci temel ayrışma noktası ise ümmet konusunda kendisini gösteriyor. Israrla ümmet ile aynı kareye girmekten kaçınan, hele ki İsrail’in merkezinde bulunduğu bir çatışma ihtimali ortaya çıktığında ümmetten kendisini iyice ayıran bu hareket, ne 1. Körfez Savaşında Tel Aviv’e Saddam füzeleri düştüğünde, ne de Mavi Marmara baskınında başarılı bir sınav verebildi. Tuhaf bir biçimde, Sabra ve Şatilla katliamlarının müsebbibi Ariel Şaron öldüğünde, cemaatin İngilizce yayın organı çığır açan (trailblazing) ifadesini kullanmaktan çekinmedi.
Modern yaşam ve siyaset şartlarında yerli ve ümmet olmanın zorluğunu bilmiyor değiliz. Karşımızdaki devasa teknik ve uygarlık gücüne karşı birtakım tedbirlere başvurmak ya da mühlete tabi olmak, travmatik ve marazi de olsa hoş görülebilir tavırlar... Ancak bu tavrı tercih etmeyenleri tekfire varacak şekilde dışlamak, kendi etrafında metafizik rasyonelleştirme mekanizmalarıyla bir seçilmişlik illüzyonu oluşturmak, sonrasında kendisini ezen güce sığınmak anlaşılabilir şeyler değil. İşte bu yüzden Gülen grubu, kendisi anlamak istemese de, artık, Türkiye karşıtı bir harekettir. Bugün bu ülkenin ve bu ümmetin çocuklarının nezdinde Gülen cemaati, korktuğu şeyden kaçtığını sanırken kaçtığı şeye koşan bir yapıdır.
Ülke tamam da ümmeti nereden mi biliyoruz? Davos, Mavi Marmara ve Mısır darbesi yeterince açıklayıcı bizim için. Herhangi bir İslam ülkesine gittiğimizde Mavi Marmara hatırına ücret almayan taksici, içtiğimiz kahvenin parasının Davos’ta ödendiğini söyleyen esnaf ümmete ve dünyaya bizi izah ediyor. Kendimizi birilerine izah edememek bizim için böylece bir sorun olmaktan çıkmıştır. Biz ne gâvura kardeşimizi şikâyet ederiz, ne de kendimizi izah etmek zorunda hissederiz. Zira kardeşini şikâyet eden kendini izah edemez!