Konu basit, karıncayı haklı bulanlar işin akıl tarafını, cırlayıkı öne çıkaranlar ise kültür ve sanat tarafını öncelemiş oluyor. Belki de kuşun tek kanadıyla uçamayacağı gibi bunlar toplumsal yapının ihtiyaç duyduğu dengeler. İkisine de sahip çıkarak hem emeği hem de insanların sanat ihtiyacını karşılayacak bir denge kurmak ve ikisine de aynı şekilde önem vermek sağlıklı toplum modeli midir acaba?
Mustafa İsen/ Yazar
Geçen ay (Nisan 2025), memleketim Sakarya'da şehrimizin kültürel ve edebi tarihi üzerine bir konuşmaya davetliyim. Şehrin coğrafi konumu ve tarihi gelişimi ile süren konuşma, edebiyat tarihine dönüşünce doğal olarak gündeme yörenin ilk entelektüel ismi olan Güvahî (ö.1526 ?) gelip oturdu. Hayatı ve Geyve ilişkisi anlatıldıktan sonra da ondan bir örnek olması açısından herkesin bildiği Karınca ile Ağustos Böceği hikayesinden, Güvahî'nin ifadesi ile Karınca ile Cırlayık'tan söz ettim.
Bu tür hayvan hikayeleri herkes tarafından La Founten tarafından kaleme alındığı şekliyle bilindiği için önce hafif bir şaşkınlıkla karşılandı, söylediklerim. Ben de olayı biraz proveke edip bu tür hikâyelerin kaynağının binlerce yıl öncesine gittiğini, Beydaba'nın Sankritçe olarak kaleme aldığı Kelile ve Dimne'nin çok farklı yazarlar eliyle yeniden üretildiğini, nitekim Güvahi'nin üretiminin La Founten'den yaklaşık yüz elli yıl önce kaleme alındığını belirtince ilgi daha çok bu konu üzerine odaklandı.
İmdadıma Güvahî yetişti
Hikâye malum, "Bir ağustos böceği ile bir karınca varmış. Karınca çok çalışkanmış ama ağustos böceği tembelmiş. Karınca çalışırken ağustos böceği çalar oynarmış. Günler geçmiş. Karınca bütün yaz çalışmış. Bir sürü yiyecek biriktirmiş. Kış gelince ağustos böceği aç kalmış. Karıncanınsa her şeyi varmış. Ağustos böceği karıncaya gelmiş! Karınca ona Ağustos böceği kardeş sen de çalışsaydın şimdi aç ve açıkta olmazdın,' demiş. Ve ona kapıyı kapamış." Hikâye özet olarak böyle. Bu hikâye üzerinde ileriki yaşlarımda düşündüğümde karıncanın bizim medeniyet anlayışımıza göre doğru davranmadığına hükmetmiş, ama nasıl davranması gerektiği konusunda da bir tavır belirleyememiştim. İmdadıma Güvahî yetişti. Hemşehrim bugün bile kolay anlaşılacak dizelerinde,
Meğer kim cırlayık fasl-ı şitâda (kış mevsiminde)
Karıncadan talep etmiş zevâde (yiyecek)
Demiş karınca halk işli işinde
Dürüşürken (çalışırken) sen ağaçlar başında
Ne arardın ki şimdi zâr u muhtaç
Kaluban olusarsın bî-gümân aç, diye nasihatta bulunduktan sonra işi komşu hakkına getirip
Sakın komşu hakından olma gafil
Ki komşı hakkı Tanrı hakkıdır bil
Çün incitmez meseldir komşusun kurt
Sen incitmek nedir olanı hem-yurt
...Ağırla konşıyı izzet gerekse
Huda'dan rahmet ü cennet gerekse, diye komşu hakkının bizim medeniyetimizdeki konumuna dair kesin kanaatler ifade eder ve özellikle Batı uygarlığındaki malum tavrı onaylamaz.
Bu yaklaşımın benim de benimseyebileceğim bir şekilde çözüldüğünü görmek beni rahatlatmış ve yeri geldikçe Güvahi'nin bu insani tavrını dile getirir olmuştum. Burada da benzer tavrımı ifade edip başka konulara geçtim.
Toplantı tamamlanıp soru faslına geçilince gördüm ki konuşmadan geriye sadece bu hikâye kalmış. Daha doğrusu hikâyenin de sonuç bölümü. Katılımcıların kimisi Güvahi'nin karıncaya nasihat edip ardından da karnını doyurmasını olumlu ve anlamlı buluyor, kimisi ise bunun insanları tembelliğe teşvik edeceğini düşünerek La Founten'in yorumundan yana görüş bildiriyordu. Dinleyiciler bir kaça bölündü: Karıncanın kazanımlarında cırcırböceğinin, bizim hikayemizdeki ismiyle cırlayıkın da hakkı var. Çünkü karınca onun şarkıları eşliğinde daha az yorularak ve keyif alarak çalışmasını sürdürdü diyenler oldu. Bir dinleyicimiz de daha çağdaş bir yorumda bulundu. Yine zorlu bir kış, karıncanın kapısı çalınmış, karınca kapıyı açınca bir de ne görsün; dışarıda son model lüks bir araç içinde parıltılı giysiler içinde cırlayık. O sene yaptığı şarkılarla dünya çapında şöhret olan şarkıcı cırlayık bu yeni konumuyla komşusuna biraz hava atmak istemiş.
Rahat eleştiri imkanı
Kelile ve Dimne Doğu ve Batı kültürlerinde pek çok eğitim materyali gibi babaların çocuklarına ya da hocaların seçkin aile çocuklarına ders malzemesi olarak yazdıkları kitaplardan biridir. Eser adını, III. yüzyılda Hint hükümdarlarından birinin oğullarını eğitmekle görevlendirdiği bir Vişnu rahibi tarafından şehzadeler için hazırlanan Pançatantra (beş düşündürücü nasihat kitabı) adlı eserdeki iki çakal kardeşten (Kelîle ve Dimne) alır. Sanskritçe kaynaktan Farsçaya çevrilen eseri İbnü'l-Mukaffa' (ö. 759) bazı katkılarda bulunarak Arapçaya çevirmiş ve buradan bütün dünya dillerine yayılmıştır. Kitabın her aşaması şaşırtıcı hikayelerle doludur; rivayete göre kitabı Farsçaya çeviren tabip Bürzûye, Hindistan'da ölüyü dirilten bir bitkinin yetiştiği bir dağ bulunduğunu öğrenir ve bu bitkiyi elde etmek ister. Bürzûye bitkiyi bulmakta çaresiz kalınca yaşlı bir Hintli bilgeye başvurur, bilge de "Bu eskilerin remizli bir sözüdür; dağlardan maksat bilginler, ilaçtan maksat şifa veren söz, ölüden maksat bilginlerin nefesiyle canlanan cahillerdir" der ve bu hikmetlerin Hint padişahının hazinesinde bulunan Kelîle ve Dimne adlı kitapta bulunduğunu söyler. Bunun üzerine Bürzûye Hint padişahına başvurur; o da sadece kitabı kendi huzurunda okumasına izin verir. Eseri okuyan Bürzûye masalların manalarını aklında tutup geri dönünce bunları yazıya döker. Böylece orijinali kaybolan eser yeniden üretilmiş olur. Kitabı oluşturan masalların kahramanları hayvanlardır. Ortaçağ'da bu tür hikayelerin hayvanlar üzerinden alegorik bir tarzda anlatımı hem anlatan açısından daha rahat bir eleştiri imkânı sağlar hem de edebi anlatıma bir zenginlik katar.
Daha sonraları fabl adını alan bu tür eserlerde her varlık bir alegorik unsurdur; yani bir değeri temsil etmektedir. Aslan gücün, at bencilliğin, balıkçıl müşkülpesentliğin, cırcırböceği tembellik ve sorumsuzluğun, eşek acziyet ve kabalığın, karga aptallığın, karınca çalışmanın ve sorumluluk sahibi olmanın, köpek rahat yaşama takas edilen sadakatin, tilki kurnazlığın simgesidir. Bu yolla okuyucunun, özellikle de çocukların gelişiminde önemli birer kazanım olan adalet, kanatkârlık, paylaşım, yardımseverlik, çalışmak, barışseverlik, nezaket, alçakgönüllülük, cesaret... gibi değerler bu semboller aracılığıyla verilmek istenir. Bu tarz eserlerin yazarları gerçek dünyada duyduğu rahatsızlıkları ve özlemini duyduğu dünya düzenini adı geçen varlıklar üzerinden somutlaştırmaya çalışmış; her biri evrensel bir nitelik taşıyan bu değerleri kısa yoldan okuyucuya sunmuştur.
Sonrasında biraz araştırınca bu farklı yorumların tarihi süreç içerisinde de hep var olageldiğini gördüm. Dünya edebiyatının bu doğurgan kült metinleri her toplumda ve her çağda yeniden yorumlanarak çıkmış okuyucunun karşısına. Bir nevi bir ayna görevi görmüş. Pek çok farklı bakış açısına zemin hazırlayan bu eserler körün fil tarifi gibi herkesin onları gördüğü noktadan yorumladığı örneklere dönüşmüş. Örneğin Nazım Hikmet. Orhan Selim adı ile 1935 yılında Akşam Gazetesi için kaleme aldığı "Ağustos Böceği ile Karınca" hikayesini anlattıktan sonra şunları eklemiş: Ben bu masaldaki karıncadan tiksinirim, iğrenirim. Ağustos böceğine gelince, ona bütün bir yaz kendini, özünü düşünmeden türkü çağırdığı için değil, hayır, bu onun en güzel, en kahraman yanıdır, hayır, ben Ağustos böceğine gidip karıncanın kapısını çalacak kadar budalalaştığı, en sonunda, yüreğinin gücünü böylece kaybettiği için kızarım, şeklinde yorumlamış. Hatta sadece Türk yazar ve şairler değil, Dünya edebiyatında da pek çok isim bu ölümsüz hikâyeyi farklı farklı yorumlamaya devam etmiş. Bazı yazarlar karıncalar ile ağustos böcekleri arasındaki birlik ve dayanışmayı ön plana çıkararak yeniden yazmışlar hikâyeyi.
Paris'te La Fontaine diye bir yazar varmış...
Son versiyon şöyle, karınca bütün yaz çalışmış, ağustos böceği ise saz çalıp şarkı söylemiş. Havalar soğuyunca karıncanın kapısı vurulmuş. Açınca ne görsün? Ağustos böceği kürküne sarılmış, gayet neşeli.
"Karınca kardeş, burada havalar soğudu. Paris'e gidiyorum da bir isteğin var mı diye sormaya geldim."
"Var" demiş karınca. "Paris'te La Fontaine diye bir yazar varmış........"
Aslında konu basit, karıncayı haklı bulanlar işin akıl tarafını, cırlayıkı öne çıkaranlar ise kültür ve sanat tarafını öncelemiş oluyor. Belki de kuşun tek kanadıyla uçamayacağı gibi bunlar toplumsal yapının ihtiyaç duyduğu dengeler. İkisine de sahip çıkarak hem emeği hem de insanların sanat ihtiyacını karşılayacak bir denge kurmak ve ikisine de aynı şekilde önem vermek sağlıklı toplum modeli midir acaba?