Karısını şapkası sanan adam

Mehmet Ödemiş / Eğitimci-Yazar
28.07.2018

Thomas Aquinas’ın “Felsefe, teolojinin cariyesidir.” mantrasıyla dinin hizmetine verdiği akıl, aydınlanma ile birlikte özerkliğini ilan etmiştir. Aslında dinin kiliseden kaçışının remzi olan bu firar, daha sonra sekülerizmin truva atına dönüşecektir. Artık sadece akıl ile çelişmeyen vahiy bir kıymet ifade etmekte, çelişenler ise kilise dogmatizminin karanlık gayyasına hapsolmaktadır.


Karısını şapkası sanan adam

Başlıktaki ifade, bir nöro-psikolojik hastalık. Bir tür bellek ve algı bozukluğunun yanı sıra ismi kadar ilginç tezahürlere sahip anlamsal bir agnozi. Teori, İngiliz nörolog Oliver Wolf Sacks’a ait. İngiliz bilim insanının Bilinç Irmağı, Halüsinasyonlar, Aklın Gözü ve Müzikofili adlı eserlerinin yanı sıra başlıktaki ada sahip bir kitabı da mevcut.

Agnozi, beş duyu ile elde edilen bilgilerin beyin tarafından algılanıp işlenememe hastalığıdır. Görme, işitme ya da dokunma duyularında fizyolojik bir kusur olmamasına rağmen; beynin bu verilerin iletildiği bölgesinde, duyusal bilgilerin işlenmesi esnasında karşılaşılan bir aksaklıktır.

Oliver Sacks, nesneleri tanıyamayıp birbirine karıştıran bir hastası üzerinde yaptığı incelemeler sonucunda bu hastalığı teşhis etmiştir. İlginçtir ki bu hasta aslında çok başarılı bir müzisyendir. Hastanın duyular kanalıyla elde ettiği veriler, bu marazi hal yüzünden o derece karışır ki eşinin başını şapka sanarak alıp takmaya çalıştığına şahit olunmuştur.

Bu keşmekeşlik halinde, algıladığınız her bir uyarıcı artık sizin için bir tehlike unsuruna dönüşür. O yüzden kendi içinize kapanır, dış dünyayla bağınızı olabildiğince asgari düzeye indirme yolunu seçersiniz.

Gelelim asıl meseleye...

Esas derdimiz, girişte verdiğimiz bu ilginç örnek üzerinden gelenek ve din hakkında bir değerlendirme sunmak. Zira bugün sosyal hayatta dinî bir fenomen olarak karşımıza çıkan bazı şeyler haddizatında dinin orijinal kaynaklarından değildir. Daha ziyade kültürün ve geleneğin bir çıktısıdır. Neyin dinî neyin an’anevî olduğunu ayırt ettiğimizde, kutsalla kurmakta güçlük çektiğimiz ilişkiyi tesis etmek kolaylaşacaktır çünkü gelenek bazen bireyin, sahih dinle kuracağı ilişkide bir bariyer rolü görebilir. Eşi ile şapkasını birbirine karıştıran nöro-psikolojik vaka örneğindeki gibi gelenek ile dini aynîleştirerek eşitleyen bir yaklaşım, her ikisine de zarar verecektir. Oysa geleneğin değeri ayrı, vahyî bilginin örüntüsünden teşekkül eden dinin yeri ayrıdır. Bu iki olgunun iç içe geçtiği alanlar pek çoksa da münhasır alanlarını tefrik ederek adını doğru koymak esastır. Nitekim geleneği, din zannederek istikamet belirlemek nöro-teolojik sorunlara yol açabilir.

“Öteki Dünyaya Yolculuğumun Sahici Hikayesi”nde sabık filozoflarla gizemli tartışmalar yapan Kant, kurumsal dini, gerçek dinin üzerini örten bir kabuğa benzetir ve eleştirir. Kuşkusuz pek çok Batılı mütefekkir gibi Kant’ın da bu değerlendirmeyi yaparken kastettiği, muharref Hıristiyanlıktır. Onun itirazı, otantikliğini yitirerek insana ve tabiata yabancılaşan tarihin tanımladığı bir dinedir.

Ne yazık ki din hakkında değerlendirmede bulunurken neredeyse tüm Batılı düşünürler-bırakalım beşeri dinleri-İsevilik dışındaki diğer semavi dinler hakkında dahi asgari bir okuma yapmadan büyük bir şehvetle aynı genelleştirme hatasına düşerler. Tolstoy ya da Nietzche gibi pek azı bu hatadan müstağnidir. Bu özelliklerinden ötürü bu iki düşün adamı hakkında birkaç söz etmek yerinde olacaktır.

Allah’ın nuru vicdan

“Kalbimizde Allah’ın nuru vardır. Onun da adı, vicdandır” vecizesiyle maruf olan Tolstoy, Ortodoks bir kültürden gelmesine rağmen İslamiyet hakkında objektif ve hakkaniyetli tespitlerde bulunmaktan geri kalmaz. İlginç olan şu ki Mahatma Gandi’den Martin Luther King’e kadar pek çok kişiyi etkileyen ve ülkemizde de romanlarıyla çok iyi tanınan bir filozof olan Lev Nikolayeviç Tolstoy’un, son peygamber ve onun kutlu mesajı hakkındaki şu düşünceleri pek bilinmez: “Benim için Muhammedîlik haça tapmaktan (Hıristiyanlıktan) mukayese edilemeyecek kadar yüksekte duruyor. Eğer insan, seçme hakkına sahip olsaydı aklı başında olan her Pravoslav ve her bir insan, şüphe ve tereddüt etmeden Muhammedîliği;  tek Allah’ı ve onun peygamberini kabul ederdi.”

Aynı durum Friedrich W. Nietzsche için de söz konusudur. Adını hiç duymayanların bile sosyal medyadaki aforizmalarıyla tanıdığı Nietzsche, ülkemizde yıllar yılı malum bir kesimin entellektüel sansürüne maruz kalmıştır. Nihilist ya da ateist olarak tanıtılan, “Tanrı’yı öldüren adam” olarak sunulan Nietzsche, aslında tarihi yazanların kendisine layık gördüğü yerden oldukça farklı bir yerde durur. Onu Martin Heiddeger’in yazdığı kitaplardan tanımaya çalışanlar ile kendi eserlerinden damıtarak ve yaşadığı dönemin sosyo-kültürel şartlarını göz önünde bulundurarak anlayanlar, farklı kişiliklerle karşılaşacaklardır. Türkiye’de ise  “belli bir kesimin tahrif ederek okurlarına sunduğu Nietzsche”den hiç bahsetmiyorum.

Türk basın yayın tarihine sadece bu iki isim üzerinden baktığımızda hiç sofistike olmayan aksine ucuz bir kurnazlığı benimsemiş bir kliği fark ederiz. Şükür ki dijital devrim ile birlikte küçülen dünya ve küreselleşen bilgi ağacı artık sahtelikleri çabucak faş ediyor.

Nietzche’ye göre nihilizm, değerlerin başka değerlere oranla “değer”den düşmesidir. Onun burada kastettiği, varoluşun tarihi kadar kadim olan evrensel insanî değerlerin yerini kalp (sahte) kıymetlere terk etmesidir. Yaşanan çürümenin önüne geçilemezse ucuzluk, bayağılık ve akıl körlüğünün esir aldığı insanlık; fıtratına yabancılaşmakla ve tedavi edilemez bir alinasyonla yüzleşmek zorunda kalacaktır.

Kendi içindeki putlara baltasını sallarken delirmenin eşiklerinde dolanıp duran Nietzche, aslında yaşadığı çağ için tam bir put kırıcıdır. Ölümünden on yıllar sonra 1966 yılına gelindiğinde Time dergisine “Tanrı öldü mü?” sorusuyla kapak olacağını öngörseydi o meşhur sözü söyler miydi, bilmiyorum. Lakin bildiğim bir şey var ki o, “Tanrı öldü” metaforunu serdederken ne teleolojik ne de teolojik bir saptama yapma peşindeydi. Sadece devrinin toplumuna bakıp bireyin hayatında dinî olanla ladinî olan arasındaki dengenin, kutsalın aleyhine evrilişini tespit ediyor ve sosyolojik bir “durum”a artistik bir teşhis koyuyordu. Eleştirdiği din;Yahudilik’ten kaçıp putperestliğe sığındıktan sonra yeniden talim ettiği Yahudi kabalasını, kilise ezoterizmine dönüştürmüştür. Bu din; Tanrı’yı insansılaştırarak İsa’nın şahsında katleden ve vahyin önünde secde etmesi gereken “akl”ın ilahlaştırılmasına neden olan Hıristiyanlıktı. İtirazı, yoz bir geleneğin vahyin önüne geçtiği bir dine idi. İsevilik, II. asırdan itibaren maruz kaldığı kaderini/kederini ters yüz edecek bir Paraklit’i beklemeye başlamıştı.

O, “cellat metafiziği” olarak nitelendirdiği Hıristiyanlığı alkol ile eşitleyerek “Avrupa’nın narkotikleri” şeklinde tanımladıktan sonra varoluşsal sözünü söyleyip gitti: “Oysa İslam’ın önünde diz çökmeliydik.”

Onun Tanrı’yı öldürme fikrinin mucidi olmadığını bilakis yaptığının erken bir tespit olduğunu İrlandalı yazar Terry Eagleton da fark etmiştir. “Din asla pes etmez” diyen yazar, yeni ateizme dair eleştirileri ile ünlüdür. Tanrı’nın Ölümü ve Kültür, Eleştiri ve İdeoloji gibi eserlerin müellifi olan düşünüre göre: “Aslında Tanrı’yı hiç öldürmedik. Sadece dün Tanrı dediğimiz şeye bugün insan, doğa, tarih, akıl, arzu ya da güç diyoruz.”

Eagleton, Avrupa solunun teolojiyi görmezden gelerek dinin yerine kültürü ikame etmeyi denediğini ama başarısız olduğunu kaydeder. Çünkü saf inancın yerini, ne popüler kültür ne de skolastik geleneğin doldurması mümkün değildir. Birincisi, aşkın bir içerikten yoksun olduğu için; ikincisi ise aktüel ile bağını kopardığı için bireyin iç dünyasını tatmin etmeyecektir.

Kullanışlı fakat ölü bir mecaz

Modern zamanların Müslümanının asli vazifelerinden biri, gerçeğin peşinden gitmektir. Zira hakikatin konuşmaması için elinden geleni ardına koymayan heyûlâ gibi bir seküler yapıyla karşı karşıyayız. Seküler Çağ ve Modernliğin Sıkıntıları’nın yazarı Kanadalı filozof Charles Taylor’a göre sekülerizm, insan aklının sadece dinin değil, bütünüyle metafiziğin denetiminden çıkmasına denir. Mütefekkire göre, XVI. yüzyıla gelinceye kadar doğal dünyanın ilahi bir fiilin ve amacın ürünü olmadığını düşünmek imkansızken artık “Tanrı’nın eylemleri” ifadesi, duruşma salonlarında başvurulan kullanışlı ve fakat ölü bir mecaza dönüşmüştür.        

Müslümanlar olarak bizler, modern dünyanın hep üvey çocuğu olarak kaldık. Zira insanın bakışını sadece burada ve şimdi olana hapseden bu paradigmanın sunduğu sahte cenneti, hiç bir zaman kanıksayamadık. Dünyanın emanet, ahiretin asıl mülkiyet olduğu inancından mülhem olarak zamanın ötesinde bizi bekleyen gerçek cennetlere kilitlenmiştik fakat bunu yaparken aklı ve dini tefrik edip çağa sırtımızı dönmedik. Endülüslü filozof İbn Rüşt’ün “Felsefe ve din, aynı göğüsten süt emen ikiz kardeşlerdir.” mottosundan kopmamaya özen gösterdik. Tarihin kırılgan dönemlerinde, sahneden düşmemize neden olan ciddi hatalar yaptıysak da bilgiyle ve irfanla kurduğumuz rabıtayı, varoluşsal bir krize yol açacak kadar koparmadık.

Aşkın olan ve içkin olan

Batı’da ise XIII. asırda yaşayan Thomas Aquinas’ın “Felsefe, teolojinin cariyesidir.” mantrasıyla dinin hizmetine verdiği akıl, aydınlanma ile birlikte özerkliğini ilan etmiştir. Aslında dinin kiliseden kaçışının remzi olan bu firar, daha sonra sekülerizmin truva atına dönüşecektir. Artık sadece akıl ile çelişmeyen vahiy bir kıymet ifade etmekte, çelişenler ise kilise dogmatizminin karanlık gayyasına hapsolmaktadır. Oysa Aquinalı Thomas, “Hakikatin ne olduğunu anlamak için inanmaya, inanmak içinse anlamaya ihtiyaç var.” derken bu düsturunun, İsa’nın çarmıhta ellerine çakılan çiviler kadar tarihte iz bırakacağını umuyordu. Öyle olmadı, zamanın ruhu çabuk değişti. Hakikati aşkın olandan içkin olana indirgeyerek tarif etmenin, indirgemenin ve ındîleştirmenin kaçınılmaz sonu gelip çatmıştı.

Gelenek, tarihi bir birikimdir. Tümüyle insanidir. İnsanın bir ürünüdür. Hal böyle olunca insana dair tüm kusurları mündemiçtir. Geçmişin ve asırlara yayılan bir emeğin çıktısı olarak gelenek, gereklidir ve değerlidir. Dinin kültürel alanda yaptığı çeşitli evliliklerin nesebi sahih veletleri mesabesindedir ancak bu toplumsal fenomenler, dinin bizzat kendisi ya da özüymüş gibi sunulmamalıdır. Aksi takdirde bu, zamanın ötesinden gelip tüm çağlara diyeceği olan bir mesajın tarihe hapsedilmesine, dondurulmasına ya da ontolojik özüne yabancılaştırılmasına yol açacaktır. Bu şekilde zamanla bir bagaja dönüşen gelenek, çağın hızla değişen ruhuna ayak uydurmayı güçleştirecektir.

 Temel niteliği her devrin insanına sadece rahmet sunmak olan ilahi ve nihai din, sonunda bireye zahmet veren bir olguya dönüşecek; bu da son zamanlarda sıkça konuşup nedenini anlamlandırmaya çalıştığımız deizm ve ateizm gibi akımların yayılmasına katkı sağlayacaktır.

Bitmek bilmeyen bir geceye ve sonsuz bir hiçlik hissine düşmeden, insanlığın bütün ufkuna ladinî bir sünger çekilmeden Hak ve Hakikat ile türevlerinin tanımlarını yeniden yapmaya mecburuz. 

[email protected]