Karşılıklı radikalleşme süreci ve aşırı sağ terörizmi

Ar. Gör. Hakan Kıyıcı/ Polis Akademisi Başkanlığı
23.03.2019

Son iki terör saldırısı sonrasında yargı süreci eleştirilse de hem Norveç hem de Yeni Zelanda terörizmle mücadele birimleri başarılı bir kriz yönetimi örneği gösterdi. Çünkü saldırılarda beklenilen karşılıklı radikalleşme süreci toplumsal tabanda bir dirençle karşılandı. Saldırıyı gerçekleştiren politik şiddet grubunun nasıl tanımlandığından ziyade öncelikli olan husus terör saldırısının neyi amaçladığıdır. Bu hesap edilmezse terör örgütlerinin hesapladığı karşılıklı radikalleşme sürecine girilir.


Karşılıklı radikalleşme süreci ve aşırı sağ terörizmi

2011’de Norveç’te gerçekleşen çift zamanlı terör saldırılarının bir benzerinin geçtiğimiz cuma günü Yeni Zelenda’da yaşanması, aşırı sağ terörizmini yeniden gündeme taşıdı. Bu iki saldırı arasında taktiksel anlamda farklılıklar olsa da stratejik kodları birbirine çok benzemektedir. Çünkü saldırıların nihai amacı küresel çapta şiddet saldırılarının yaygınlaşmasını ve bu sayede manifestolarında duyurdukları görüş ve ilkelerin meşrulaşmasını sağlamaktır. Bu durum devletler için aşırı sağ terörizminin en az dini motifli, etnik ve hatta ezoterik/kült şiddet grupları kadar tehdit unsuru oluşturduğunu göster-mektedir. Diğer terörizm türlerinden farklı olarak, literatürde aşırı sağın politik şiddet yönü dört tarihi periyod içerisinde ele alınmaktadır. Dönemselleş-tirme sayesinde onun geçirmiş olduğu taktiksel ve stratejik dönüşüm daha kolay anlaşılmaktadır. Soğuk Savaş ortamının hâkim olduğu ve ideolojik kutuplaşmamanın üst seviyede olduğu 1960 ve 1980 arası dönem aşırı sağ terörizminin ilk dönemi olarak kabul görmektedir. Özellikle paramiliter yapılar içerinde ortaya çıkan gruplar, komünizmin yaygınlaşmasını engellemek ve asimetrik savaş konseptinde mücadele verebilmek için örgütlendi. İngiltere’de ortaya çıkan Skinhead hareketi bu dönemin ana aktörüydü ve ilerleyen yıllarda diğer ülkelerde de bu grubun düşünce ve söylem sistema-tiğini benimseyen yapılar ortaya çıktı. İkinci dönemde,  1980 ve 1990 yılları içerisinde detant sürecinin sağladığı siyasi çoğulculuk ortamı komüniz-min toplumsal tabanda etkisinin azalmasına neden oldu. Aşırı sağ gruplar bu dönemde kendi ideolojik görüş ve çözümlemelerini kamuoyuyla pay-laşma fırsatı buldu.  Fakat aynı zamanda ideolojilerin önemini kaybettiği bir dönemde aşırı sağın toplumsal tabanda bir karşılığı yoktu.  Bu nedenle çoğu grup toplumdan izole bir şekilde siyasi faaliyetlerine devam etti. 1990’lı yılların başından itibaren ise aşrı sağ terörizmi üçüncü evresine girdi ve kendilerini Neo-Naziler olarak kimliklendirmeye başladılar. Başta İskandinav ülkeleri olmak üzere çoğu Batı ülkesinde görünürlük kazanan lokal seviyedeki aşırı sağ, liberalizm ve çokkültürlülük karşıtlılığını kendilerine siyasi ajanda olarak belirledi. Bu amaçla kimlik ve ırk temelli argümanların toplumsal tabanda meşruluk kazanabilmesi için şiddet eylemlerine sıklıkla başvurdular. Manifestolar bu dönemde aşrı sağ gruplar hayati derecede önem kazanmaya başladı. Çünkü örgüt mensubu sayısının diğer terör örgütlerine göre az olması onların tanınırlık ve toplumda kabul edilebilirlik oranını azalmaktaydı. Bunu engellemek için 1990 yılında İsveç Beyaz Aryan Direnişi (Vitt Ariskt Motstând) ve 1995’de ABD’li Timothy McVeigh, şiddet eylemleriyle dönemin en güçlü aşırı sağ manifestolarını kamuoyuna duyurdu. Dördüncü ve son dönem ise 9/11 terör saldırıyla birlikte ortaya çıktı. 2001 yılında İngiliz Savunma Birliği, 9/11 olaylarını protesto etmek için ülkede kamuoyu oluşturmaya çalıştı ve bu gösterilerden sonra ülkede yaşayan Müslümanları hedef alan terör saldırıları artmaya başladı. 2005 yılında Danimarka’da yaşanan karikatür krizi ise aşırı sağ grupların beslen-diği bir diğer radikal çevreyi oluşturdu. Bu olaylardan sonra aşırı sağ terörizmi kendisini ortaya çıkan yeni siyasi konjonktüre göre şiddet eylemlerine meşruluk kazandırmaya çalıştı. Gerçekleştirilen çoğu şiddet eyleminde aşırı sağ gruplar ‘kuşatılmışlık’ hissini olabildiğince manifestolarında duyurma-ya çalıştı. 2006 yılında Bruce Bawer’in yazdığı Avrupa Uyurken: Radikal İslam Batıyı Kendi İçerisinden Nasıl Yok Ediyor kitap bu hissin en açık örneğini oluşturdu. Fakat bu durum toplumda dini motifli ve anorko-anarşizmin beslendiği radikal çevreyi de etkiledi. Bu gruplar kendilerine daha kolay eleman tedarik edebilme, propaganda ve manipülasyon yapabilme şansı buldu.

Karşılıklı radikalleşme 

El-Kaide’nin 2004 Madrid ve 2005 Londra terör saldırıyla birlikte bireylerin şiddet eylemine başvurma süreci daha yakından incelenmeye baş-landı. Radikalleşme ve aşırılık olarak literatürde kendisine karşılık bulan bu sürecin anlaşılması ve çözümlemesi terörizmle mücadele stratejilerinin de yeninden gözden geçirilmesine neden oldu. Karşılıklı radikalleşme süreci bu kapsamda literatürde yer almaya başladı ve özellikle politik şiddet grupla-rının aynı toplumsal tabanı etkilemeye çalışması bu süreci terör birimleri için daha hassas hale getirdi. 

Günümüzde terör örgütleri hayatta kalabilmek ve siyasi gündemlerini gerçekleştirebilmek için daha fazla insan kaynağına ihtiyaç duymakta. Fakat bu kaynağın kolluk kuvvetlerince yakalanması ve yok edilmesini engelleyebilmek için farklı stratejiler izlemek zorundalar. Karşılıklı radikalle-şeme sürecini tetiklemek en pratik, kolay ve uygulanabilir olması nedeniyle terör örgütleri tarafından sıklıkla kullanılmaktadır. Bu sürecin başarı oranını artırabilmek için gerçekleştirdikleri terör saldırıları için hedef seçme sürecini dikkatli bir şekilde hesaplamaları gerekmektedir. Aksi takdirde oluşturmaya çalışacakları korku ve endişe ortamı kendileri için bir handikap olacaktır. Gerçekleşen terör saldırısının başarı ölçütü olarak da kendileri için üç genel unsur yeterlidir. Saldırının ülkede yaşayan siyasiler ve karar vericiler üzerindeki etkisi ve mevcut politikanın değişmesi sonucunu vermesi en önemli ölçüttür.  Fakat bu durum doğal olarak siyasiler tarafından kabul görmez ve kolluk güçlerinin kısa zamanlı operasyonlarına karşı direnç göstermek için mevcut enerjilerini harcarlar. İkinci ölçütleri ise gerçekleşen şiddet eylemlerinden sonra toplumun bakış açsının ne yönde ve nasıl etki-lendiğidir. Bu süreç içerisinde daha çok insanın korku ve endişeye kapılabilmesi için eylemlerini günlük yaşam alanlarına daha çok yaymaya çalışır-lar. Üçüncü ve son olarak ise yaptıkları terör sadırlarının meşruluk kazanabilmesi için düşman bir kimlik oluşmasını beklerler. Bu sayede toplumsal tabanda kendilerine rakip olarak gördükleri diğer terör gruplarının kendilerine katılmasını ya da kışkırtılarak karşılıklı radikalleşme süreci içerisinde yeni bir şiddet alanının oluşmasını sağlamaya çalışırlar.

Terör örgütleri gerçekleştirdikleri bu sosyal çevreyi genişletmek ve hatta onları da kendi bünyesine katabilmek amacıyla üç temel radikalleştirme aracını kullanmaktadır. Bunlardan ilki olan (meta)-anlatılar sayesinde politik şiddet grupları kendilerine tarihsel, kültürel ve hatta sosyal bir kimlik kazandırır. Bu nedenle çok eski zamanlarda yaşanan politik zaferler, yenilgiler, ölümler ve kişiler yeniden kimliklendirme sürecinde işlevleştirilmekte-dir. İkinci araç olarak günlük yaşamın en korumasız alanlarına bile nüfuz edebilme potansiyeli taşıyan sembolik süreçtir. Örgütlerin kullandığı simge-lerin, sembollerin, pentagramların, söylemlerin ve değer yargılarının benimsenebilmesi için konser, söyleşi, gym salonları ve boks, karma dövüş ve atış turnuvaları, dövme salonları gibi fiziksel alanlar bu süreç içerisinde kullanılmaktadır.  Üçüncü ve son olarak ise apokaliptik bakışın desteklenerek gerçek kurtuluşun kendileriyle yaşanacağının benimsetilmesidir. Bu üç radikalleştirme aracı terör örgütleri tarafından online ve offline (fiziksel) aktif bir şekilde terör örgütleri tarafından, eleman kazanmak, finansal destek bulmak ve uluslararası ölçekte tanınmak amacıyla kullanılmaktır. Günümüz-de karşılıklı radikalleşme süreci bu üç unsurun en sistematize haliyle karşımıza çıkmaktadır.

Hipnotik etki

Karşılıklı radikalleşme süreci içerisinde yer alan çoğu terör örgütü dinleyici kitle üzerinde güçlü bir hipnotik etki bırakabilmek için online ve offli-ne stratejilerinde sürekli kısas, öç alma ve karşı saldırı gerçekleştirme söylemlerini kullanmaktadır. Yeni Zelanda’daki saldırıdan kısa bir süre sonra DEAŞ bağlantılı bir sosyal medya hesabında saldırı görseline benzer bir görüntüyle kısas çağrısı yapılması terör birimleri için önemli bir tehdit durumu olarak algılandı. Çünkü bu tür intikam çağrılarının önemli bir kısmı güvenlik birimlerinin detaylı bir şekilde kontrol edemeyeceği alanlarda -ya bir bilgisayar oyunundaki sohbet ortamında ya da heavy-metal konser alanında- yaşanmaktadır. Bu nedenle mevcut terörizmle mücadele stratejileri, bu tür mesajların ulaşmasından ziyade, hedef kitle üzerindeki hipnotik etkisini azaltmaya odaklanmalıdır. Aşırı sağ terörizmin gerçekleştirdiği son iki terör saldırısı sonrasında her ne kadar yargı süreci eleştirilse de hem Norveç hem de Yeni Zelanda terörizmle mücadele birimleri başarılı bir kriz yönetimi örneği gösterdi. Çünkü saldırılarda beklenilen karşılıklı radikalleşme süreci toplumsal tabanda bir dirençle karşılandı. Bu nedenle saldırıyı gerçekleşti-ren politik şiddet grubunun nasıl tanımlandığından ziyade öncelikli olan husus gerçekleşen terör saldırısının neyi amaçladığıdır. Bu hesap edilmezse terör örgütlerinin hesapladığı karşılıklı radikalleşme sürecine girilir.

[email protected]