Fransa’da oniki kişinin ölümüyle sonuçlanan Charlie Hebdo saldırısının üzerinden bir hafta geçmesine rağmen tartışmalar tüm şiddeti ile devam ediyor.
Bunda, Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’nun kendisine yönelik saldırıyı ifade özgürlüğüne yapılmış bir saldırı olarak değerlendirmesi ve ayrıca bu hafta, dünya genelinde 16 dilde 3 milyon basma kararı almasının etkisi çok büyük. Charlie Hebdo dergisinin 16 sayfasının 4 sayfasını Cumhuriyet Gazetesinde yayımlaması ile de Türkiye’de hararetli bir gündem oluşmaya başladı. Cumhuriyet gazetesinin yer verdiği dört sayfalık bölümde, kapak resminde ise Müslümanları temsilen kanca burunlu, Usame Bin Ladin’e benzeyen bir karikatür çizilmişti. Gerek medyada gerekse toplumsal bazda infial yaratan bu durum, Cumhuriyet Gazetesinin protesto edilmesine ve hakkında bir çok dava açılmasına sebep oldu.
Neredeyse tamamının Müslüman olduğu bir ülkede, kutsal değerlere aleni şekilde hakaret içeren eylemin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesini isteyenler, söz konusu eylemin açık bir şekilde kutsala hakaret olduğunun gayet farkındaydılar. “Peki, neden infial yaratacak bir durumun parçası olmayı tercih ettiler?” sorusunun cevabı ise bizce çok açık. Hem Fransa’da hem de Türkiye’de Oliver Roy’un deyimiyle “Her yerde camilerden ve köylerden çıkan sakallı mollaların, modernliğin Babil Kuleleri’ne saldırarak, akıldışı, şiddet yanlısı ve gerici bir dünya kurdukları” gözlemlenmiş oldu. İşte bu şiddet yanlısı Müslümanların, sekülarizmin göbeğine yaptığı bu korkunç saldırı, Türkiye’deki seküler aydınların sekülarizmi devraldıkları ülke insanlarına vefa borcunu ödeme ihtiyacını gerektirdi.
Zaten asıl sorun, Hz. Muhammed’in şahsında tüm Müslümanları temsil eden karikatürü, ifade özgürlüğü gibi, alanı hiçbir şekilde belirlenmeyen bir kavram üzerinden yorumlamalarıydı. Yani, 11 Eylül saldırısından sonra Amerikalıların “onlar bizden nefret ediyorlar, çünkü biz özgür uluslarız” açıklanması ne kadar indirgemeci ise Fransızların bu meseleyi sadece ifade özgürlüğü ve özgür uluslara bir tehdit ekseninde değerlendirmesi ayrı bir idrak sorununun mevzusu. Zira olay Bernard Lewis’in ifade ettiği gibi, hem Avrupa’da hem de Türkiye’de, “İslam Krizi” değildi. Bizatihi Avrupa’nın, dolayısıyla sekülarizmin kriziydi. Bu minvalde, Charlie Hebdo saldırısını ve daha sonraki gelişmeleri, Batının, sömürgecilik ve sömürgeciliğinin keşif kolu olan oryantalizm üzerinden Doğu algısını anlamadan salt ifade özgürlüğü içinde değerlendirmek ne kadar doğru?
Hikaye, aslında çok değil, bundan 523 yıl önce, 1492’de bugün İspanya diye tabir edilen topraklarda başlamıştı. Aragonlu Prens Ferdinand ve Castilla Prenses’i İsabelle ile evlenerek Aragon ve Castilla’yı birleştirmiş; 6 Ocak 1492’de Granada Müslümanlardan geri alınmıştı. Granada’nın düşmesiyle, Müslüman ve Yahudilerden arındırılmış homojen bir toplum yaratma çabasının ilk aşaması oluşmuştu. On yıl gibi kısa bir sürede, Müslümanların önemli kısmı kovulmuş, bir kısmı Hıristiyanlaştırılmış; geri kalanı ise işkenceler altında katledilmişti.
Bu, Müslümanların özelde Avrupa’da genelde ise tüm dünyada yaşadığı ne ilk, ne de son trajedi olacaktı. Yine aynı yıl, İspanya Kraliçesi Elizabeth’in onayıyla, Ağustos 1492?de üç İspanyol gemisiyle yola çıkan Kristof Kolomb haftalarca süren bir yolculuğun ardından 12 Ekim gecesi, adına sonradan Amerika denecek kıtayı keşfetmişti. Papalık fermanında, bilinen dünyanın ötesinde yaşayanların pagan ve kâfir olduğunu, bu nedenle de oradaki yerlilerin öldürülmesinin serbest olduğunu ilan eder. Böylece vahşi ve acımasız kıyımlar başlar... Amerika’da 19 yıllık (1492-1511) kısa bir sürede, yetmiş beş milyonluk yerli nüfus, iki buçuk milyona düşer. Böylece tarihin gördüğü en vahşi katliamlardan biri olur. Fakat ortada, çalıştırılacak insan kalmaz. İspanya’nın öncü olduğu bu sistem, daha sonra Hollanda, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde ortaya çıkar. Batının görkemli abidelerinin yapılması için iş gücüne, yani köleye ihtiyaç vardı; çünkü Londra Metrosunun ve Paris’teki Louvre Müzesinin yapılması gerekiyordu. Önemli bir kısmının Müslüman olduğu 60 milyona yakın kölenin bir kısmı zorunlu bir şekilde transatlantik yolculukla Amerika’ya götürüldü, geri kalanlar ise Avrupa’ya.
Böylece merkez-çevre, bir başka deyişle, iç-dış ayrımının oluşum aşaması tamamlanmış oldu. Artık Fransa, İspanya, İngiltere gibi ülkeler sadece ulusal sınırlar içinde tanımlanmış fakat sosyo-ekonomik güç ve etki alanını kapsayan aşkın bir örgütlenme modeline geçmişlerdi. Bu karşılıklı, daha doğrusu tek taraflı ilişki modelinde, çevrenin serveti sömürülmeye başlanmış ve merkeze transfer edilmiştir. Bir başka deyişle, siyasal alan (Avrupa) içinde yaşanan iktisadi ve siyasi düzen kurma girişimi sosyo-ekonomik güç alanlarının (neredeyse tüm dünya) yani dışın iç edilerek yapılması ile mümkün olmuştu. Sermaye birikimi kapitalizmi, kapitalizm ise adına aydınlanma dediğimiz süreci başlatmış oldu.
1492’de başlayan ve 1789 yılında nihai formu bulunan Avrupa merkezli siyasal alanların, sosyo-ekonomik güç alanlarına tahakkümü üzerinden kurulan modern sistem, kendi hukukunu, değerlerini ve ideolojisini evrensel bir normlar haline getirerek bütün dünyaya yayma çabası içine girmişti. Modern öncesi dönemde, meşruiyet kaynakları din, mitoloji, gelenek gibi atıflar; modern dönemde ise seküler değerler, birey özgürlüğü ve ifade özgürlüğü gibi kavramlar ön plana çıkmaya başlamıştı. Avrupa’nın içinde bulunduğu dipsiz kuyudan çıkmasını sağlayan sekülerleşme ve modernleşme, Doğu’yu da kurtarabilirdi. Bunun için oryantalizme ihtiyaç vardı. Edward Said’in tarif ettiği biçimde, “Ancak modern oryantalist, Doğu’yu karanlıklardan kurtaran bir kahraman olabilirdi.” Dolayısıyla, Batılı kurumların, söylemin ve zihniyetin genişleyerek dışarı doğru yayılması ile başlaması gerekiyordu.
Başka bir ifade ile modern olmayan toplumlara, içinde sekülarizm, ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü gibi unsurları barındıran modern öğretilerine aktarılması gerekiyordu. Bunun taşınması için gereken aracı kurumlar ise Batıya entegre aydınlardı. İşte bu aydınlar, Avrupalı olmayan milletlerin modernleşme ihtiyaçlarını karşılamak için kendi ötekilerini yaratmak durumundaydılar. Aranan düşman çok uzakta olmayan İslam’dı.
Ortada bir “İslam sorunu” vardı, dolayısıyla bu sorunun yok edilmesi veya en azından görünür olmasının engellenmesi lazımdı. Nitekim tarihsel süreçte de bir benzeri yaşanmıştı. Fransız devriminden önce Fransız milliyetçileri Yahudilerin etnik aidiyetten kopmalarını ve Fransız ulusuna dâhil olmalarını isteyip; buna karşılık onlara dinlerini özel alanda özgürce yaşayabilecekleri teminatını verdiler. Bu formül Yahudilerin “evde Yahudi, sokakta Fransız” olmalarını öngörüyordu. “Evde Yahudi” olmaktan kasıt dini ibadetlerini özgürce yerine getirebilmeleriydi. Aslında bu formül asimilasyonu amaçlıyordu.
Nitekim kısmi anlamda asimile olmayı tercih etmeleri bile yetmiyordu çünkü ortada içselleştirilmiş bir Yahudi nefreti bulunuyordu. Sömürgecilik ile kölelik, sonra da teknik ve ekonomik kalkınma için misafir işçilik statüsünde Avrupa’ya göç ettirilen veya eden Müslüman azınlıklara da önerilen şey 1789’da Yahudilere önerilen şey ile aynıydı: Evde Müslüman, Sokakta Avrupalı olmak. Aslında evde de Müslüman olmalarına razı değillerdi; fakat bunun için yapılacak hiçbir şeyleri yoktu. Avrupa’da yükselen her minare, bir ok şeklinde kalplerine saplanıyordu. Avrupalılar için Müslümanların görünür olması, varlıklarından daha büyük bir yıkım oluşturuyordu. Dolayısıyla, Müslümanların tekrar bir reconquista süreci ile dışarı atılmaları veya en azından görünür olmalarının engellenmesi gerekiyordu: İşte buna verilen formülün adıydı, İslamofobia.
Kültürel yabancılaşma
Fransız devrim öğretilerin, en anlamlı karşılık bulduğu yerlerden biriydi yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti. Nitekim, yeni dönemde, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika yürütücüleri; batılılaşma, modernleşme vb. gelişmeleri Türk dış politikasının merkezine yerleştirmiş; halifeliğin ilga edilmesi ve harf inkılabının yapılmasıyla tarihi, coğrafi ve kültürel anlamda doğal parçası olduğu halkının büyük bir kısmının Müslüman olduğu ülkelerle sınırlı ilişkiler kurmayı tercih etmişti ve uzun süre de Müslüman ülkeler ile ilişki kurmamaya özen gösterdi. Fakat özellikle 1980’ler sonrasında kendini seküler olarak tanımlamayan insanların sosyal hayatın birçok yerinde görünür olması, seküler aydınları rahatsız etmeye başlamıştı. 2000 sonrası dönemde yükselen bir İslami eğilim, cumhuriyet değerlerine saldırı, en hafif tabiriyle çöküş, olarak tanımlandı. Zira, Türkiye’de kültürel anlamda yabancılaşmış ve toplumun değerlerinden uzaklaşmış bir zümrenin, Charlie Hebdo karikatürlerine bu kadar içten sarılması boşuna değildi. Nihayetinde aynı nefret onları birleştirmişti: İslam karşıtlığı.
Hal böyleyken, Cumhuriyet gazetesinin genel duruşu bir şekilde mazur görülebilir. Peki, sadece mevcut hükümet ile olan çatışması yüzünden, Hz. Muhammed karikatürlerini paylaşan Cumhuriyet gazetesine, Zaman gazetesinin web sitesinden verilen desteği nasıl açıklamalı? Gülen Hareketinin, uzun zaman önce kaybeden sekülerlere, kendilerini şirin gösterme adına, kamikaze dalışına ortak olmasını nasıl izah edilebilir. Ne trajedi ama! Bilinen bir şey varsa, o da ifade özgürlüğü konusunda, içsel bir tutarlılığa sahip olmadıkları.
Zira 2008 yılında Fethullah Gülen’in karikatürüze edilmesine yaptıkları itirazın onda birini yapsalardı, bir nebze anlaşılabilirlerdi. Sırf mevcut hükümete şahsi kinleri ve nefretleri yüzünden, Hz. Muhammed’e yapılan çirkin saldırıyı savunmaya değer mi? Her şeyin unutulup gideceğini; fakat kutsal değerlere yapılan hakaretin bu topraklarda baki kalmasının ihtimal dışı olduğunu ya hiç hesaba katmıyorlar ya da idrak düzeyinde bir problem var. Bütün bu gelişmelerden sonra, söz konusu hareketin mensuplarına şu söylenebilir: Sekülerler elitlerin üyesi olduğu kaybedenler kulübüne hoş geldiniz!