Kayyum kararlarına hukuk-demokrasi okuryazarlığı ile bakmak

Dr. Can Ceylân / Sosyal Antropolog
25.08.2019

Seçilmeden önce hakkında soruşturma açılmış kişiler halkın oyu ile seçildi diye mâsum hâle gelmez. Seçilmiş olmak, yargının vereceği karârın üstünde bir sıfat değildir. Bir kişinin mâsum ya da suçlu olduğuna karar verecek tek güç, yargıdır. Yargının karârı netleşmeden mâsum bir kişi, suçlu; suçlu bir kişi de mâsum hâle gelemez. Bunu istemek ve bu isteği “demokrasi” adına yapmak, en mâsum ifâde ile ikiyüzlülüktür. Eskiden “mecbûrî hizmet” ile zorla gidilen topraklara devlet güler yüzüyle terörle mücâdele edip Dicle’nin güzel insanlarını teröre kurban vermemek için gitmektedir. Ancak maalesef bu mücâdeleye, demokrasiyi terörün önüne perde olarak kullananlar engel olmak istemektedir.


Kayyum kararlarına hukuk-demokrasi okuryazarlığı ile bakmak

Gelin pazartesi sabahı ülke gündemine düşen Diyarbakır, Mardin ve Van Büyükşehir Belediye başkanlıklarına kayyum atama karârına hukuk ve demokrasi okuryazarlığı gözüyle bakalım. 

Öncelikle bu karar, görevden alma değil, görevden geçici olarak uzaklaştırmadır. Bu başkanlarının geçici olarak görevden el çektirmeleri ile ilgili olarak İçişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklamada, bu belediye başkanlarının terör örgütü PKK’ya destek verdikleri belirtiliyor. Bu isimler hakkında toplam yirmi iki soruşmada kaynak aktarma, cenâze törenlerine giderek destek verme, basın açıklamasına katılma gibi başlıklar altında terör örgütüne destek suçu söz konusudur. 

Kayyumun görevi biter mi?

Hakkında terör suçlaması olan ve bu suçu işlemeye devam etmek için imkânları kullanma şansı olan kişilerin, davâlar sonuçlanana kadar görevden geçici olarak el çektirilmesi adlî bir uygulamadır. Bu önlem, davâda kullanılacak delilleri karartma gibi faaliyetlerin önüne geçilmesi için gereklidir. Davâlar sonuçlandığında suçsuz bulunurlarsa görevlerine geri dönerler. Suçlu bulunurlarsa, belediye meclisleri kendi içlerinden yeni bir başkan seçer ve kayyumun görevi sona erer. 

Neden adaylıkları onaylandı?

Haklarında toplam yirmi iki terör suçundan soruşturma bulunan bu üç ismin, “seçilmiş” olmalarına rağmen İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alınması, gösterilen tepkilerin en yaygın mâzereti durumundadır. Bu tepkilerin içini doldurmak amacıyla da “neden aday olmalarına izin verildi?” diye  sorulmaktadır. Şu ayrıntının üzeri örtülmek istenmekte ki, seçimlerde aday olan isimlerin adaylıklarını onaylayan makam, İçişleri Bakanlığı değil, Yüksek Seçim Kurulu’dur. Demokrasinin en önemli vasfı olan güçler ayrılığı (Yasama-Yürütme-Yargı) gereği bir yargı kurumu olan Yüksek Seçim Kurulu’na yürütme kurumu olarak İçişleri Bakanlığı’nın ya da başka bir kurumun müdahale etmesi mümkün değildir. Müdahale edilmesinin istenmesi, müdahale etmesi istenen yama yetkisi olmayan makamın diktatörlük yapmasını istemek demektir. Bu yüzden, bu isimlerin neden aday yapıldığı sorusu kendi partilerine, adaylıklarının neden kabul edildiği sorusu da YSK’ya sorulmalıdır. 

HDP’nin parti yönetiminde görmeye alıştığımız eş-başkanlık uygulaması, HDP’li belediyelerde de görülmektedir. Ancak eş-başkan olarak belediye başkanlığı yapan kişiler, seçimde aday olmadan bu göreve getirilmektedir. Yâni, kayyum atamasında gasp edildiği iddia edilen “halkın irâdesi”, halkın fikri ve onayı alınmadan eş-başkanlık uygulaması ile Kandil’den yapılan yönlendirmelerle gasp edilmektedir. Parti komiseri gibi görev yapan eş-başkanlar, perde arkasında gerçek başkan olarak karar ve icraat mekanizmasını yönetmektedir. Bu eş-başkanlık uygulaması, tıpkı FETÖ’de görülen PDY (Paralel Devlet Yapılanması) gibi işlemekte ve yerel yönetim, seçimle genel kadrolar tarafından değil, seçilmiş kadrolar “by-pass” edilerek yürütülmektedir. 

Devlete meydan okumak

Hakkında soruşturma olan ve Ahmet Türk gibi sağlık durumu gerekçe gösterilerek hapisten salıverilen isimleri aday yapmak, devlete meydan okumaktır. Terör suçundan soruşturması devam eden kişilerin aday yapılması, hukuk sistemindeki açıkları kullanıp “demokratik haklar kılıfı” ile devletin sabrını taşırmak amacını taşımaktadır. Devlet, bürokratik yapısı ve demokratik devlet yapısının güçler ayrılığı ilkesi gereği, hızlı hareket edemeyebilir. Bu bürokratik işleyiş, devletin terör suçlarına karşı adaylığın reddedilmesi gibi önlemler alınmasını geciktirmektedir. Ancak yapılan iyi niyetli ve yapıcı uyarılara rağmen, dava konusu olan suçların işlenmesine devam edilmesi durumunda, devlet de kendi elindeki yaptırımları hukuk çerçevesinde kullanır. 

Hukûkun evrensel kurallarının başına gelen “mâsumiyet karinesi”, kayyum atanmasına tepki gösterenlerin en çok kullandığı argümandır. Ancak tıpkı gazetecilik adı altında terör suçu işlemenin “gazeteci mahkûmlar” olarak mâsum gösterilmeye çalışılması gibi, seçilmeden önce hakkında soruşturma açılmış kişiler de, halkın oyu ile seçildi diye mâsum hâle gelmez. Seçilmiş olmak, yargının vereceği karârın üstünde bir sıfat değildir. Bir kişinin mâsum ya da suçlu olduğuna karar verecek tek güç, yargıdır. Yargının karârı netleşmeden mâsum bir kişi, suçlu; suçlu bir kişi de mâsum hâle gelemez. Bunu istemek ve bu isteği “demokrasi” adına yapmak, en mâsum ifâde ile ikiyüzlülüktür. 

Kayyuma tepki verenler

Demokratik ve ifâde özgürlüğü olan bir ülke olduğumuz için, kayyum karârına karşı, birçok ileri demokrasilerde bile görülmeyecek tepkiler veriliyor. Bu tepki verenlerin başında eski siyâsetçiler, muhalafet partileri ve elbette gazeteciler geliyor. 

Tepki gösteren eski siyâsetçiler arasında en dikkat çekenler, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile 63. ve 64. Hükûmetlerin Başbakanı Prof.Dr. Ahmet Davutoğlu’dur. Sosyal medya paylaşımlarının aynı dakikada (14:03) olması bir tesâdüf olabilir. Zâten burada önemli olan, AK Parti’ye muhalefet bayrağı açmış olan bu iki ismin aynı dakikada mesaj yayınlaması değil, “devlet adamlığı” çizgilerindeki tutarsızlıktır. Bu iki tecrübeli siyâsetçinin sosyal medya paylaşımlarıyla PKK’nın değirmenine su taşıdıklarını görmesi gerekirdi. Yaptıkları paylaşımlarla, cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık makamlarına gelmelerini sağlayan seçmen tabanının hassasiyetlerine duyarsız olduklarını göstermişlerdir. Bu duyarsızlık, kurmayı düşündükleri parti veya partilerin çizgisini ve kaderini de belli etmiştir. 

Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu, kurmayı düşündükleri parti veya partilerin safını ve tarafını belli edecek daha “millî ve yerli” yöntemler bulabilirlerdi. Bunun için hem siyâsî tecrübe ve birikimleri yeterlidir, hem de siyâsî tabanlarında bu beklenti vardır. Ancak eğer bu içerikteki tepkiler, mevcut ittifaklar içinde yer bulma amacı taşıyorsa, bu siyâsî etik açısından Türk seçmeninin tasvip etmeyeceği bir davranıştır. Keşke her iki isim de dışişleri bakanlığından gelen diplomasi birikimlerini, bu gibi hassas konularda daha yapıcı tepkiler vermekte kullansalardı. 

Bu müşahhas örneklerin yanında “dünyânın en güzel şeyini bile beğenmemeyi muhalefet görevi bilen” CHP’nin resmî isimleri ve Ekrem İmamoğlu gibi isimler, kendilerinden beklenen açıklamaları yaparak “muhalif farz-ı kifâye”yi yerine getirmişlerdir. Böylece HDP’nin eş başkanının “seçilirlerse bizim sâyemizde seçilmiş olacaklar” şeklindeki destek görüntülü tehdidin gereğini yerine getirmektedirler. 

Kayyum karârına tepki gösteren gerek siyâsetçiler, gerekse gazetecilerin ön plâna çıkarak kamuoyunda belli bir kesimin duymak istedikleri şeyleri söylemelerinin ardındaki sebeplerden biri de, fikir özgürlüğü kılıfı altında terör örgütü PKK’ya karşı duyulan korkudur. PKK’ya terör örgütü demeyen ve HDP’nin TBMM kürsüsünden meydan okumasına hedef olanlar, şimdi HDP’nin yanında durup, demokrasi aktörlüğü rolü oynamaktadır. 

Kayyumların başarısı

Kayyum uygulaması, yerel seçimlerden önce yine aynı bölgede denenmiş ve başarı elde edilmiştir. Güneydoğu’da yaşanan sorunu çarpıtarak “Kürt Sorunu” demeye devam eden kesim, bunu “demokrasi mi, barış mı” düzlemine getirip kayyum uygulamasının demokrasiye ve barışa darbe olduğunu iddia etmektedir. Bu iddia ile bölge halkının can ve mal güvenliğinin ve eğitim hakkının terörist silâhıyla tehdit edilmesinin önüne geçilmesine, belediye bütçesinin terör örgütüne aktarılmasının durdurulmasına da tepki göstermelerinin kabul edilir bir yanı yoktur. 

Bilindiği gibi “Çözüm Süreci” olarak siyâsî târihimizde yerini alan dönemde bölgede oluşan olumlu havayı, PKK tünel inşâ etmek ve mühimmat depolamak için kullanmıştı. Bu dönemde hükûmet büyük bir siyâsî risk almıştı. Devletin buradaki amacı, bölge halkının doğal hakkı olarak, devletin güler yüzünü göstermekti. Bölgenin ihmâl edilmişliği devletin memur atamalarında “mecbûrî hizmet” olarak tescillenmişti. Yâni devlet, bu bölgelere gidecek gönüllü memur bulamıyor, mecbur ediyordu. Mecbûrî hizmet yapanlar bölgeden “kurtulmak” için gün sayıyordu. Bu ihmalkârlık yüzünden terör tuzağına düşen bölgeye devlet, önce sert yüzünü gösterdi ve askerî tedbirler aldı. Aynı annenin bir çocuğu “şehit” olurken diğer çocuğu “etkileştirince”, meselenin “Kürt Sorunu” olmadığı geç de olsa anlaşıldı. 

Çözüm Süreci’nde devlet yüzünü icraat ve yatırımla gösterdi. Bu dönemde hem doğru hem de yanlış adımlar atıldı. Yanlış adımların en büyük tahrikçisi o dönemde yargıda etkili olan FETÖ oldu. Pişman olup dağdan inenler sınırdan terörist kıyâfetiyle girerken “kahraman” ilân edildiler. Hükûmet, bu yanlış yüzünden ödediği bedelden ders aldı. Belediyeler üzerinden teröre verilen destek, daha fazla can ve mâl kaybına sebep olmadan önlem alındı ve kayyum atamaları yapıldı. Çözüm Süreci’nden sonra verilen ikinci demokratik şansı da kötüye kullananlar şimdi oyunlarının bozulmasından rahatsızlar. 

Demokrasi ve Dicle’nin kuzuları

Bâzen alâkasız gibi görünen şeylerin ortak tarafları olduğunu görürüz. Tam bir hafta önce (18 Ağustos 2019) Yeni Birlik gazetesindeki köşemde “Gelecek yüzyılda demokrasi kalır mı?” başlıklı yazımda ele aldığım demokrasi kavramı ile, yine geçen hafta kaybettiğimiz değerli akademisyen ve kültür adamı Prof.Dr. Haluk Dursun’un bir konuşmasında kullandığı “Dicle’nin kuzularını kurda yedirmeme” ifâdesi, bu yazının mütemmim iki cüzü olmuştur. Eskiden “mecbûrî hizmet” ile zorla gidilen topraklara devlet güler yüzüyle terörle mücâdele edip Dicle’nin güzel insanlarını teröre kurban vermemek için gitmektedir. Ancak maalesef bu mücâdeleye, demokrasiyi terörün önüne perde olarak kullananlar engel olmak istemektedir. Bu da demokrasiye ve hukuka bakarken derinlemesine bir okuryazarlığa muhtaç olduğumuzu göstermektedir. 

[email protected]