Kazan cedidçiliği reformculuk değildir

Röportaj: İsmail Küçükkılınç
7.10.2017

Ömer Hakan Özalp: “Batı kültürüyle bizden önce tanışmış olmaları yüzünden olmalı, Kazan Tatarları din-devlet ayırımı, hutbelerin anadille okunması, anadille ibadet, kadın hakları, kadınlara seçme hakkı verilmesi, cumhuriyet, kadınların camiye gitmeleri gibi bir kısmı netameli siyasi, içtimai ve dinî pek çok konuyu bizden önce tartışmışlar ve bu fikirlerin bir kısmı Sadri Maksudi Arsal, Zeki Velidi Togan, Musa Carullah Bigiyef, Reşit Rahmeti Arat, Abdullah Battal Taymas gibi pek çok Kazanlı tarafından ülkemize taşınmış ve kültürümüzü etkilemiştir.”


Kazan cedidçiliği reformculuk değildir

Kazan Tatarları denilince ülkemizde akla ilk gelen isimlerden biri olan Ömer Hakan Özalp, hemen hepsi kaynaklık vasfını haiz pek çok çalışmanın da müellifi. Kendisinin İşaret Yayınları’ndan çıkan Abdullah Bubi’nin Hakikat Yahut Doğruluk Kur’an’da nesh kitabı vesilesiyle Kazan hakkında bir söyleşi yaptık.

Ömer Hakan Bey, siz Kazan Tatarlarıyla ilgili en fazla eser yayınlayan isimlerin başındasınız. Ve yayımladığınız eserler hep kaynak olarak kullanılmaktadır. Kazan bölgesine olan ilginizin nasıl başladığını öğrenebilir miyiz?

Bu bölgeyle tanışmam, Musa Carullah Bigiyef’in Rahmet-i İlahiye Bürhanları ile Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin buna reddiye olarak kaleme aldığı eserini yayına hazırladığım 90’lı yılların ilk yarısına denk gelmektedir. Bu tarihlerde Carullah’ın söz konusu eseriyle ilgili bir kitapçık yazan Rızaeddin bin Fahreddin’in hayatı ve eserleriyle ilgilenmeye başlayarak, bilahare biyografisinin yanında iki de kitabını yayımladım. Bu sırada da, aslında bölgedeki İslamî canlılığın ve şaşırtıcı entelektüel faaliyetin sadece bu iki isimle sınırlı olmayıp, hayli yaygın olduğunu gördüm.

Peki, bölgede görülen bu şaşırtıcı entelektüel faaliyetin sebep ve kaynakları sizce nelerdir?

Bölge halkı, Kazan’ın 1552’de düşüşünden sonraki 150 yılda gördükleri aşırı baskı ve zorla Hıristiyanlaştırma girişimlerinin sonucunda, asimile olmamak, kimlik ve varlıklarını koruyabilmek için yegâne çare olarak inanç ve kültürlerine sarılıyorlar. Bu bağlamda, baskıların nispeten hafiflediği sonraki süreçte, siyasi didişmelerden uzak kalıp birliklerini tahkim ederek yoğun bir medreseleşme ve yayın faaliyetine koyuluyorlar.

Bilhassa ifade etmek isterim ki, bir düşünceye körü körüne saplanıp kalma yerine, kimde ve nerede olursa olsun doğruların peşine düşmeleri, bölge insanını farklı kılan en önemli unsur olmuştur.

Bütün bu gelişmelerde, Abdunnâsır Kursavî, Kayyum Nâsırî, Abdurrahim Otuzimeni, Şehâbeddin Mercânî, Ahmedcan bin Emirhan, Muhammed Necib Tunterî, Âlimcan Bârûdî, Rızâeddin bin Fahreddin, Abdürreşid İbrahim, Atâullah Bayezidof, Musa Cârullah Bigiyef, Fatih Kerîmî, Keşşaf Tercümânî, Abdullah Tukay, Sadri-Hadi Maksudî kardeşler, Abdullah, Ubeydullah ve Muhlise Bubi kardeşler, Muhammed Zeynullah Rasûlî, Ziyâeddin Kemâlî, Zâkir Kadirî, Hüseyin Feyizhan, Zeki Velidî Togan, Yusuf Akçura, Halim Sabit Şibay... gibi muhtelif kanaatlere sahip ilim adamı, mütefekkir, tarihçi, gazeteci ve ediplerin büyük payları vardır.

Sayın hocam, Ortaasya merkezli Türkî topluluklar daha geleneksel ve katı telakkilere sahipken, Kazan Tatarlarının yenilikçi görüş ve yorumlara açık oluşlarını neye bağlayabiliriz?

Kazan bölgesi uzun müddet sadece İslâm coğrafyasından değil, Türk coğrafyasından da yalıtılmış, Rus denizinde bir ada hükmünde olduğu için, problemlerine çözüm olmak üzere çeşitli arayışlara girişmişlerdir. Tarihî, ictimai, siyasi pek çok faktörün etkisiyle, Müslümanların gerileme sebeplerini “gerçek İslâm’dan sapma” olarak gören bir grup din alimi tarafından “İslâm dinini ilk haline döndürmeyi ve Kur’ân ve sünnetin önüne geçen hurafeleri temizlemeyi” amaç edinen, “ıslah/öze-kaynağa dönüş/uyanış-diriliş” tabirleriyle karşılanabilecek bir tecdid ve ihya hareketi başlatıldı. Bunun sonucu olarak İstanbul’un yanı sıra, Mısır, Beyrut ve Hindistan gibi dönemin kültür merkezlerindeki gelişme ve yayınları ciddi bir şekilde takip ediyorlar. Gazali, İbn Rüşd, İbnü’l-Esir, Farabi, Zemahşerî, İbn Haldun, İbn Hallikan, İbn Teymiye, Yakut el-Hamevî, İbnü’l-Kayyım el-Cevzî, Şâtıbî, Maarri, Efgani, Abduh, Mercani, Ferid Vecdi gibi eski-yeni Müslüman ilim-fikir adamlarının eserlerini basıp yayımladıkları gibi eleştiriyi de unutmadan faydalandılar.

Bu bağlamda İstanbul’la ilişkilerini biraz açar mısınız?

Kazan Müslümanlarının hilafet merkezi ve bütün bir İslâm âleminin kültür-siyaset başkenti olan İstanbul ile ilişkileri çok güçlüydü. Şöyle ki: İstanbul matbuatıyla burada çıkan edebî-dinî eserleri izlerler. Okumaları için buraya öğrenciler gönderirler. Ahmed Midhat Efendi gibi gazeteci, ilim-fikir adamlarıyla görüşür-haberleşir, fikir alışverişinde bulunurlar. Türk yazarlarının bazı eserlerini Tatar lehçesine uyarlayarak yayımlarlar. Gaspıralı’nın başlattığı “dilde, fikirde, işte birlik” sloganıyla İstanbul Türkçesine yaklaşma eğilimini sürdürürler. Buraya gelip gidenler hatıralarını kaleme alırlar. Balkan savaşlarında Tatar kızlarının hastanelerde çalışmak üzere gelmesi, Rusya’nın işgal ettiği Kars vb. yerlerdeki Müslümanlar için yardım kampanyaları açmaları gibi, ihtiyaç zamanlarında yardımlarda bulunurlar. Ahmed Midhat Efendi’nin ölümünden sonra kitap şeklindeki ilk biyografisi burada basılır. Gazetelerin hemen her sayısında Türkiye ile ilgili yazılar yayımlanır. Hacca giden Tatarlar İstanbul’dan geçerek burada misafir edilirler. Zaman zaman şeyhülislamlığa müracaatla fetva isterler. Hilafete bağlılıklarını bildirmek için heyet gönderirler.

Kazan Müslümanları arasında ittihad-ı İslâm düşüncesinden bahsedilebilir mi?

Her ne kadar Kazan bölgesinde çıkan gazete ve dergilerde Rusya Müslümanları arasında ittihad-ı İslâm düşüncesinin bulunmadığı savunulsa da, burada kastedilen,ittihad-ı İslâm’ın siyasi boyutu olup, sosyal ve dinî boyutu oldukça güçlüydü. Kazan Müslümanları bütün bir İslâm dünyası ve tüm Müslümanların dertleri ile dertlenir, ellerinden geldiğince yardımcı olmaya çalışırlardı.

Gerçi, yeri geldikçe reddedilmiş olsa da, Abdullah Bubilerin 1912’de ittihad-ı İslamcılık yaptıkları, Osmanlı bahriyesine yardım topladıkları iddiasıyla hapis ve sürgün cezasına çarptırılmalarında olduğu gibi, Rus hükümeti ve mahkemeleri, Müslümanları her fırsatta bu suçlamayla karşı karşıya bırakıp cezalandırmaktan geri kalmamıştır. Bu bağlamda, yukarıda bahsi geçen İstanbul’la ilişkilerinin yanı sıra üç örnek vermek istiyorum.

1. Rızaeddin bin Fahreddin, 1912’nin Kurban bayramında, Müslüman kardeşlerimiz Balkanlarda kan döküp can verirken ben burada bayram yapamam demiş ve bölge Müslümanlarından da büyük oranda destek görmüştür.

2. Abdullah Bubi merhum, 1917’de, veremli olmasına rağmen, o sırada bulunduğu Kolca’da Rusya’daki Müslümanların artık kardeşleri olan Osmanlı askerlerine silah atamayacağını söyleyerek ayaklanma çıkmasına önayak olmuştur.

3. Musa Carullah Bigiyef, 1923’te Berlin’de yayımladığı İslam Milletlerine isimli eserini “Şanlı Türk Askerinin Şerefine Telif” ederek, “bütün hâsılatını Cihan Muharebesi’nde şehid olan Türk askerlerinin yetimlerine” bağışlamıştır.

Cedidcilik olarak da bilinen Kazan yenilikçiliği reformculuk olarak tanımlanabilir mi?

Yenilikçilik, asla bir reformculuk olmayıp, temel itibariyle, dinin Allah’ın indirip Hz. Peygamber’in anladığı şekliyle anlaşılması; bunun için de tarih boyunca her dönemde dine dahil edilen unsurlardan arındırılması ameliyesidir. Yoksa, dinin aslının aklîleştirilmesi, temel prensip ve değerlerinin değiştirilmesi, toplumun ve insanların anlayışlarına uydurularak beşerîleştirilmesi anlamında bir reform değildir. Böyle bir şeyi ne bir Müslüman düşünebilir, ne de bunu düşünen Müslüman kalabilir. İslâm’ın değişmez ve artma-eksilme kabul etmez temel prensipleri, yani usul-i din, peygamber dahil hiç kimsenin müdahalesine izin verilmemek üzere Allah tarafından konulmuş olup kıyamete kadar değişmeyecektir. Hıristiyanlık’ta ise zaten tahrif edilerek insanların anlayışlarına uydurulan din, yine insanların zamanla değişen anlayışları doğrultusunda revize edilmektedir. İslâm’da ise, değişen, mahza muamelat ve fıkhî-ictihadî konular olup, bu hususların, yeni içtihatlarla, yaşanan toplumlarda uygulanabilecek bir hale getirilmesi, yeniden yapılandırılması işlemidir.

Kazan’da kabile ve boy asabiyesine karşı bir üst birlik temini için Türkçülük kavram ve vurgusunun yaygın olduğu bilinmektedir. Hatta, konunun uzmanı olmayan bazı şahıslar, İslâmcılık anlamındaki bu Türkçülüğü, mefhumun günümüzdeki anlamıyla karıştırmaktadırlar. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

O dönemde Türk folklor, edebiyat, tarih, coğrafya, dil, kültür ve edebiyatıyla ilgilenen herkesi Türkçü diye tanımlamak âdet ve bir tür moda olmuştu. Sonraki süreçte gelişen, ırk ya da etnisite üzerine müesses ideolojik Türkçülük/Turancılıkla bir ilişkisi bulunmamaktadır. Rusya’nın Türk toplulukları arasında birlik ve dayanışmayı engellemek için tedavüle soktuğu böl-yönet politikasının bir neticesi olarak her Türk kabilesi yekdiğerini dışlamaya başlamıştı. Bu tehlike, o dönemde Rusya’daki Türkî unsurlar arasında bilfiil yaşandığından, yalnızca Türk adının kullanılmasına ilişkin bir karar almak durumunda kalınmıştı. Olsa olsa Kültür Türkçülüğü, folklorik Türkçülük gibi bir tabirle karşılayabileceğimiz o günkü Türkçülüğün, İslâm dünyası ve İslâm birliğiyle bir problemi olmayıp bugün Türkçü diye tanımlanan bu kişilerin tamamı İslâm birliği taraftarı idiler. İslâm aleminden tamamen veya kısmen bağımsız ve kopuk olarak Türk dünyasını bir çatı altına toplama anlamındaki Türkçülük daha sonraları gelişmiştir.

Bu röportaja vesile olan Abdullah Bubi’nin bu kitabının önem ve mesajını kısaca söyleyebilir misiniz?

Öncelikle, eser, İslâmî ilimlerin Kazan’da ulaştığı seviyeyi göstermesi bakımından önemlidir. İkincisi, İslâm kültürünün tartışmalı konularından neshle ilgili olup, konuya değişik bir yaklaşım getirmektedir. Abdullah Bubi merhum, yabancı din adamlarının Kur’ân’daki mensuh sayılarının çokluğundan hareketle –haşa–Ku’rân’ın Allah kelamı olamayacağı iddiasını çürütmek amacıyla kaleme aldığı bu eserde, Kur’ân’daki mensuh ayetlerin sayısının yok denecek kadar az olduğunu savunarak, Suyuti ve Kastalani tarafından mensuh olduğu iddia olunan 10 kadar ayetin aslında mensuh olmadığını ispatlamaya çalışmaktadır.

Son olarak, neler söylemek istersiniz?

Batı kültürüyle bizden önce tanışmış olmaları yüzünden olmalı, din-devlet ayırımı, hutbelerini anadille okunması, anadille ibadet, kadın hakları, kadınlara seçme hakkı verilmesi, cumhuriyet, kadınların camiye gitmeleri, gibi bir kısmı netameli siyasi, içtimai ve dinî pek çok konuyu bizden önce tartışmışlar ve bu fikirlerin bir kısmı Sadri Maksudi Arsal, Zeki Velidi Togan, Yusuf Akçura, Halim Sabit Şibay, Musa Carullah Bigiyef,Abdürreşid İbrahim, Zakir Kadiri Ugan, Reşit Rahmeti Arat, Abdullah Battal Taymas gibi pek çok Kazanlı tarafından ülkemize taşınmıştır ve kültürümüzü etkilemiştir.

Rusya Müslümanları arasında yetişip ülkemize yerleşen mühim bir kısmı Kazan kökenli pek çok şahsiyetin burada bilimsel, siyasi, kültürel ve sosyal alanlarda çok etkili olduğu bilinen bir husustur. Halim Sabit Şibay, Sadri Maksudi Arsal, Mizancı Murad, Ağaoğlu Ahmed, Zeki Velidi Togan bunlardan sadece birkaçıdır... Sayıları çok daha artırılabilecek bu şahsiyetlerden bir tanesi de, tarihçi, gazeteci, dilci, siyaset adamı Yusuf Akçura’dır.

@ismailkkilinc