Keder ve tutku arasında bir yaşam

Serkan Yorgancılar/ Gazi Üniversitesi Öğr. Gör.
15.12.2018

Kimine göre Descartes ateşli bir gribal hastalık sonrasında ölmüş, kimine göre ise Kraliçe’yi etkilediği için arsenik zehirlenmesine maruz kalmıştı. Baillet, Descartes’ın ölümünü gayretli ve dindar bir Katoliğin öteki dünyaya karakteristik gidişi olarak anlatır.


Keder ve tutku arasında bir yaşam

Descartes, Kraliçe Kristina’nın (Christina) daveti üzerine İsveç yolculuğuna çıktığında bunun son yolculuğu olduğunu tahmin edememişti. Kraliçe Kristina entelektüel bir kraliçe olarak bilinir. İlginçtir ki Gürcü kökenli (Tiflis doğumlu ancak Ermeni asıllı) bir Amerikan yönetmen olan Roben Mamoulian 1933 yılında Kraliçe’nin yaşamını beyaz perdeye (Queen Christina) aktartmıştır. Filmde Kraliçe’yi ise  Amerikan Film Enstitüsü tarafından hazırlanan En Önemli 50 Beyaz Perde Efsanesi listesinde beşinci kadın yıldız olarak yer alan Greta Garbo canlandırmış. Hem tarihçilerin hem de sinema senaristlerinin Kraliçe ve Descartes’a ilgileri azalmamış olacak ki Kraliçe’nin yaşamı 2015 yılında bu sefer Mika Kaurismaki tarafından Malin Buska’nın başrollerinde Descartes merkeze alınarak yeniden çekilmiş.

Metodik şüphe

Descartes ile İsveç monarşisinin tek kadın kraliçesi olan bu sıra dışı kadının yollarının hangi nedenlerden dolayı kesiştiği hep derin bir merak konusu olmuştur. Tahta geçtiğinde henüz altı yaşında bir çocuk olan Kristina, doğduğunda erkek sanılmış ve ergenlik yaşına kadar ülke beş kişilik bir kurul tarafından yöneltilmiştir. 18 yaşına geldiğinde taht giyme töreninde Descartes’tan atıflar yapan Kraliçe, özgürlük söylemleri ile birden dikkatleri üzerine çekmiştir. Henüz 30 yıl savaşlarından yeni çıkmış ve savaşlar boyunca büyük bedeller ödemiş, Vestfalya Barışı arefesinde -ki Avrupa için barıştan ve özgürlüklerden söz etmek için henüz çok erken bir zamandır- Kraliçe, kısa bir süre içerisinde bu yenlikçi söylemlerinin bedelini Roma’ya gitmek zorunda kalarak ödeyecektir. Katolikler ve Protestanlar arasındaki bu amansız mücadelede Papalık, Kraliçe’nin bu ülkeye gelmeye karar vermiş olmasıyla çok büyük bir zafer kazanır. Bu güzel misafir Papa tarafından büyük bir törenle karşılanır. Burada yaşar ve ölür. Onun Katolik olması, Katolikler için yüzyılın zaferi olarak kabul edilir.

Yaşamının çoğunu Hollanda’da geçiren ünlü filozof Descartes, burada kilisenin baskısından ve kendine karşı yöneltilebilecek dinden çıkma, kilise otoritesine karşı gelme ve günahkar olma suçlarından fazlasıyla tedirgin olduğu için sık sık ülke değiştirmek zorunda kalacaktır. Eleştirel aklın, sorgulayıcı düşüncenin sadece Hollanda değil Fransa ve İngiltere’den de kovulduğu günlerde, Descartes kendisi için daha güvenli bir ülke olarak İsveç’i tercih eder. Septik şüphe yerine metodik şüphenin bilimlerin gelişmesi için daha uygun bir yöntem olduğunda ısrar eden Descartes, o ünlü “Düşünüyorum öyleyse varım” cümlesini kurduğunda dönemin en büyük düşünce devrimini de gerçekleştirmiş oluyordu. “Cogito, ergosum” özünde dört temel ilkeyi barındırıyordu. Öncelikle bilgi konusu olabilecek sorunlarda ilk esas, açık ve belirgin fikirler dışında hiçbir şeyi kabul etmemekti. İkinci ilke olarak her sorunun çözümü için problemi gerekli sayıda parçalara ayırmak gerekliydi. Üçüncü: Düşünceler basitten karmaşığa göre sıralanmalıydı. Ve son ilke: Gözden kaçan herhangi bir şey olup olmadığını atlamamak için sürekli kontrol gerekliydi.  Kendi oluşturduğu sistematiğe göre birçok eser veren Descartes’ın Ruhun Tutkuları adlı eseri İsveç Kraliçesi’ne ulaştırılır ve Kraliçe tarafından ilgiyle karşılanır. Aslında İsveç Kraliçesi, kilisenin otoritesini sorgulayan, günah çıkarma yetkisini reddeden, reformist görüşleri olan Luthercilikten öte Katolikliğe daha yakındı. Bu anlamda Descartes’ta kendini bulması ilginçti. Yardımcılarından bu eserin kendisine okunmasını talep ettikten sonra Descartes’ı danışmanı Chanut aracılığıyla İsveç’e davet etti. “Majesteleri geleceğinizle ve Fransa’da sizi gözetip gözetmedikleriyle çok ilgileniyor. Felsefenizin tadına vardığında sizin İsveç’e gelmeniz için aklınızı çeler mi bilmiyorum” şeklinde bir mektup yazar. Descartes mektubu okuduktan sonra Kraliçe’ye, kendine yakışmayacak derecede iltifatlarla yüklü bir mektup yazar: “Bana göklerden bir mektup gönderilseydi ve onun bulutlardan indiğini görseydim daha çok şaşırmaz, o mektubu, Majestelerinin bana yazmaya tenezzül edip yolladıkları mektuptan daha çok saygı ve hürmet göstererek almazdım” demiştir. Aslında Descartes, Kraliçe Elizabeth’e de buna benzer iltifatlar etmişti.

Bununla birlikte Descartes, Kraliçe’nin kendi fikirlerine ilgi duymasına da şaşırmıyor değildi. Fikirlerinin ilgi çekici olmadığını, bir müddet sonra Kraliçe tarafından da ilgi görmeyebileceğini düşünüyordu. İsveç yolculuğuna çıktığında yolculuk sırasında, her şeyi almak isteyen soyguncuların varlığından ve canını kaybedebileceği bir gemi kazasının kurbanı olmaktan korktuğunu söylüyordu. Yani, eğer Kraliçe gerçekten onun fikirlerine saygı duymuyor ve fikirlerini merak etmiyorsa, yolda boşu boşuna gitmeyeyim demek istiyordu.

Felsefe ciddi bir uğraş

Bütün bu endişelerini bir kenara bırakarak yola çıktı ve 1649 yılında bir aylık bir gemi yolculuğu ile İsveç’e ulaştı. Kraliçe, kendi topraklarında ağırlamaktan gurur duyduğu bu büyük filozoftan hemen istifade etmek istedi. Her gün saat 5’te kütüphanede buluşarak felsefe derslerine başlarlar. Bu dersler çok büyük bir kalabalığın huzurunda gerçekleşiyordu. Ancak kısa bir zaman sonra Descartes Kraliçe’nin felsefeden çok yabancı dilleri öğrenmek istediğini anladı ve Fransa’ya geri dönme planları yaptı. Devlet erkânı ve devlet yöneticilerinin felsefeye olan ilgileri her dönem farklılıklar göstermiştir. Kimileri felsefeyi hiçbir şekilde egemenlik alanlarında görmek istemezken, tarih boyunca çok az da olsa, kapılarını felsefeye açan yöneticiler olmuştu. Descartes’ın, bu ilginin felsefeye olmadığını anlaması çok uzun sürmedi. Çünkü Kraliçe, devlet işlerinin yoğunluğunu gerekçe göstererek derslere devam etmemişti. Hangi yönetici devlet işlerinin yoğunluğundan feragat ederek felsefeyle uğraşabilirdi ki! Felsefe ciddi bir uğraştı ve bu uğraşı için dingin bir kafa, hazır bir ruh hali, boş ve huzurlu zamanlar gerekliydi. Kraliçe onu İsveç’te tutabilmek için İsveç vatandaşlığı ve İsveç soylusu ünvanları teklif etti. Bu ünvanları kabul etmeyen Descartes, İsveç’te bir süre daha yaşadıktan sonra, buradan ayrılma fikri içinde bir uhde kalarak, burada yaşamını yitirdi. Descartes Kraliçe’yi sadece dört-beş kez gördüğünü, İsveç’te soğuktan insanların düşüncelerinin de donduğunu söyleyecekti.

Mezarında rahat etmedi

Kimine göre Descartes ateşli bir gribal hastalık sonrasında ölmüş, kimine göre ise Kraliçe’yi etkilediği için arsenik zehirlenmesine maruz kalmıştı. Baillet, Descartes’ın ölümünü gayretli ve dindar bir Katoliğin öteki dünyaya karakteristik gidişi olarak anlatır. Sekiz gün yüksek ateşten yataktan çıkamayan Descartes, dostlarının ısrarları sonucunda hacamat yaptırmayı da kabul etmişti. Hiçbiri çözüm vermedi ve son gece bilinci kapandıktan sonra 13 Şubat 1650’te öldü. Cenazesi Katolik kilisesinin ayin usullerine göre yapıldı ve cenazesinde çok az kişi vardı. Fransız filozof yetimler hastanesinin mezarlığına gömüldü. Bu mezarlık, vaftiz edilmeden ölen çocuklarla vebadan ölenlere ayrılmış bir mezarlıktı. Büyük düşünür ölümünden tam 16 yıl sonra mezarından alınarak, altı aylık bir yolculuktan sonra Fransa’ya taşındı ve bir kiliseye gömüldü. Bu kilise Fransız Devrimi’nden sonra kullanılamaz hale geldi ve 1793’te Descartes’ın mezarı yeniden taşındı.