Kemal Tahir ve ‘güçlü devlet’in zorunluluğu

Ercan Yıldırım
5.03.2016

Kemal Tahir, devlet ile millet, güncel ile tarih, halk ile aydın, siyaset ile tarih arasında ahengin tesisini hayati gördü. Devleti, kuzgunlara karşı tedbir olarak tasavvur ederken Batı sömürüsünün karşısına çıkmak için “güçlü devlet”in zorunluluğunu yılmadan, duraksamadan dile getirdi.


Kemal Tahir ve ‘güçlü devlet’in zorunluluğu

On iki yıl sürecek hapishane hayatına başlarken “sıkı” bir Marksist değildi; çıktıktan sonra da “sıkı” bir Marksist olmadı. Batılılaşmanın tek faydasının Türkiye’ye sosyalizmi getirdiğini söylese de sol Kemalizm onu sosyalist olarak görmedi, görmek istemedi. Devlet eliyle, devlet zoruyla Marksist oldu. Yazdığı bir mektupta “Bütün Türkiye Cumhuriyeti, ordusu, temyiz mahkemesi, hükümeti ile ‘ille Kemal Tahir’i komünist yapmak istiyoruz, muhakkak komünist olmalı’ diye seferber olursa; takdire tedbir uymuyor demektir. Biz de halis yerli komünist olur çıkarız” dedikten sonra 1950’de hapisten çıktı.

Devletin Marksist etme zorlaması üzerinden Marksistlerin dünyayı ve Türkiye’yi ne kadar yanlış, temelsiz yorumladıklarını okumaya başladı. Nazım Hikmet’e “Nasyonalsiz enternasyonal olmaz” dedi, Devlet Ana’yı yazdı. Aforoz edildi, Ebu Cahil denildi, döneklik edebiyatına başvuruldu. Ama sosyalizm üzerinden Türkiye ve batılılaşma okumasını en iyi yapan aydınların arasında yer aldı. Sosyalizmin yükseldiği bir dönemde sosyalizmin yerliliğini savunurken, Devlet Ana’ya müracaat etti.

Marksist olarak niçin “Devlet Baba” dememişti?

Devlet Ana’dan Türk ruhuna

Toplumunu anlamak için Engels’ten çok Dede Korkut’a yaklaştı. Milliyetçiler Aksak Timur’u yine de Asya Orta’sından geldiğinden ulu bir yere oturturken, Türklerin batı ilerlemesini durdurmak için vazifeli olarak geldiği görüşünü Topal Kasırga romanıyla anlatmak istedi; ömrü vefa etmedi, notlarıyla yetinmek zorunda kaldık. Anadolu - Doğu toplumlarının İslam ve tasavvuf ile olan ünsiyetini belirtmekten kaçınmadı ama İslami bir devletten söz açmadı, toplumu anlamaya çalıştı, ulusalcı görüşleri öne çıkardı; yani kimse korkmasın, sevinmesin de “hidayete ermedi.” Arif Nihat Asya’nın cezaevine yolladığı Kur’an’ı tabii ki okudu.

Tüm roman ve hikayeleriyle Türkiye’nin Ruhu’na yaklaştı, Devlet Ana romanıyla birlikte Türk ruhunu anladığı gibi anlatmaya da büyük oranda muvaffak oldu. Döneminin adamı olmadı, döneminin düşünce aksları içinde bulunsa da onlara yeni yorumlar getirdi. Takipçileri çok yönlü fikri yaklaşımlarını, toplum, devlet okumalarını hatta sanat görüşlerini alırken haraç mezat davrandı, yalnız kendi işine geleni öne çıkardı.

Batıya karşı hıncını, kinini en başta sosyalistler kabul etmek istemedi. Bir küçük boydan cihan devleti inşa eden milletin, çapulcu yağmacı batı düzenini nasıl örnek aldığını, kurulan tuzakları gördüğü halde nasıl görmezden geldiğini kabullenemedi, içine sindiremedi. Sindiremediği konulardan biri de insanın ne kadar ahlaki olarak yaşayıp yaşayamayacağıydı. Cihan devletini kuran irade insandan çıkar, şeriat bütünüyle sistemi dizayn edemez. Devlet yıkılırken de emperyalistlerin bir numaralı kozu yine insandır, o yüzden “namussuz” kelimesini kullanır, hangi kesimden olursa olsun, tarihin her devresinde namussuzlar yıkar, işbirliği yapar, bozar.

Ondaki ahlakilik kurucu irade ve ruha sahip olmayla namussuzluk arasındaki iki karşıt kutup gibidir.

Batılılaşmaya da böyle bakar, Osmanlı’ya da, devlete de... Türklerin siyasi zekası, organizasyon yeteneği, teşkilatçılığı kadar, Batıyı, yani zulmü ortadan kaldıracak iyiliği, azmi, mücadeleyi gösterecek misyonlarına sadakatlerine bakar. Hak ile bâtılı, iyi ile kötüyü, zulüm ile adaleti karşı karşıya getirir. Devlet Ana’da Türk ruhu Osman Bey’de tekamül etmiştir, köleliğe, Frenk soygununa ve zulmüne, ırkçılığa karşı olduklarını, can, mal, ırz güvenliği ve adaleti tesis için Batı’ya yöneleceklerini anlatır.

Marksistlerin, batılılaşmacı sol Kemalistlerin kızacağı kadar vardır, Frenk tanımı hakikat bile olsa onlar için yaralayıcıdır: “Frenk adamı, say ki, kuduz canavarıdır. Kahpedir, kıyıcıdır. Allah’ı maldır, dini imanı soymaktır. Irzı, namusu, utanması, acıması, sözü, yemini hiç yoktur. Bunalırsa insan eti yer, Bizans köylüsü kabul etmez bu rezilliği...”  Bugün Afganistan, Libya, Irak, Suriye başta olmak üzere dünyada mal için, enerji güvenliği, petrol, daha fazla kapitalist temerküz için kanı gündelik hale getiren batıya hala sosyalistler, batıcılar karşı çıkamıyor. İslamcı-milliyetçi-muhafazakar çevrelerin batıya yaklaşımlarındaki oportünizmi aşmak için Kemal Tahir’in “namussuzlar”ına müracaat etmek gerekiyor.

Varlığı kadar gücü de önemli

Devletin gadrine uğramış bir aydının devletçi olması beklenemez, Kemal Tahir Doğu toplumlarını izah ederken devlet kavramına başvurur.

Doğu’da sınıf bulunmadığı, ilk toplumsal örgütlenmeler devlet eliyle gerçekleştirildiği, devletin organizasyonu dışında kalmanın yok oluşa gittiği gerçeği üzerinden Türkiye’yi, Osmanlı’yı açıklar. Doğu’da devlet, Batı’da sınıflar mutlaktır. Devletin gücü yerinde olmazsa bireylerin huzurunu, mutluluğunu dahası varlığını sağlayacak başka örgütlenme biçimleri olmaz. O yüzden devletin varlığı kadar gücü de önemlidir. Osmanlı böyle bir anlayışla kurulmuş, hiçbir sınıfa dayanmadan güçlü bir devleti ikame etmiştir. Osmanlı’da, Anadolu coğrafyasında hiçbir sınıf devlete hakim olamaz, devlet sınıflara, bireylere hakimdir. Buradaki hakimiyet esasında gücün sonucudur. İnsanlar güçlü devlet beklerler, güçlü devlet olduğunda tâbi olur o gücü görmedikleri anda desteği çekerler. Anadolu halkları devlet güçlüyse devletten yanadır. Buradaki güç aslında milletin kendi gücüdür.

Sınıflar olmadığı için gücü kanıtlayan en büyük gösterge adalettir. Yönetimdeki adalet, paylaşım ve bölüşümdeki adalet Osmanlı’nın varlığı kadar, uzun iktidar süresinin de temelini oluşturur. Devlet Ana ve genel tarih okumasında Osmanlı’yı büyüten Batı’nın genetiği kadar Osmanlı’nın varlığı, vaatleri ve cazibesidir. Yağmacı devlet olmaz. Talan devlete yakışmaz. Fakat Batı feodalitesinin kendi insanına hiçbir vaadi yoktur. Bu yaşayan nihilizmi Papalık farkettiği için Haçlı Seferleri’ni “yeryüzü cennetleri”ni ele geçirmek üzerine kurdu.

Bizans üzerinden Batı, fakir köylünün son ekmeğini de boğazından alan, Kilise, asker, bürokrasi zulmünü mutlaklaştıran kimlikteydi. Umutsuz, çaresiz, neyi beklediğini bilmeden, sadece bekleyen insanlar toplamıdır Batı. Osman Bey üzerinden Türk varlığı adalet başta olmak üzere, huzur, mutluluk, asayiş teklif etmiştir; inanç hürriyeti, can, mal, soy emniyeti... Devlet şemsiyesine giren tüm halklar koruma altındadır. Şefkat, merhamet, azamet işte bu Devlet Ana’nın, Kerim Devlet’in temel özelliğidir. Devlet Ana adaleti ve sevgisiyle kucaklayıcı olduğu kadar gerektiğinde, yeri geldiğinde “feda etmesi”ni, gözden çıkarmayı, evlatlar arasında ayrım yapmayı da bilir.

Eşkıyaya karşı millet

Devlet Ana cömerttir, babanın cezalandırmasına karşı zaman zaman gizliden evlatlara yardım eder. Fakat Kerim Devlet, belki bu ikisini kapsayacak şekilde “yeri geldiğinde”, “şartlar oluştuğunda” gibi koşullar öne sürer. Sorumluluğunu bilen devlet aklı öncelikle sadakat bekler; sadakatini gösteren halk ise Kerim Devlet’ten güç, güvenlik, adil bölüşüm, paylaşım bekler. Kerim Devlet toplumsal barışı tesis ederken kurucu iradeyi, aslî kimliği öne çeker, en başta devlet aklını işletir.

Kemal Tahir, sürekli yönünü Avrupa’ya dönen, Avrupa Birliği’ne girmek için yanıp tutuşan Türk düşüncesinde hiçbir zaman gerektiği gibi tartışılmadı, fikirleri kamuya getirilmedi. Romanları toplumsal ve siyasal temellerinden ayrılarak düz tarih romanları gibi tanıtıldı. Türk aydını Kemal Tahir’i devşirirken bile kendi gündemine göre sadece belirli yönlerini almayı tercih etti. Kemal Tahir Batı’yı her zaman kapitalizm öncesinde de sonrasında emperyalist, sömürgeci olarak gördü, gösterdi. Türkiye’ye de bu açıdan önemli rolleri tarihi misyonu üzerinden yükledi.

Marksistlerin aksine vatandaşın yüksek refah seviyesine ulaşması, iyi ve sağlam bir ekonomi ve toplumsal örgütlenme va’z etti. Batılılaşma karşısında o derece dirençli durdu ki bundan taviz vermedi, batılılaşmayı emperyalizmin becerisi olarak düşündü. Batılılaşmanın dünyayı sömürme aleti olduğu konusundaki fikirlerini “Batı ile hesaplaşmalıyız”a kadar götürdü.

Marksistlerin, sol Kemalistlerin iddia ettiği gibi Osmanlıcı olmadı, Osmanlı’nın geride kaldığını belirtti, ne batılılaşmayı ne yeniden Osmanlı’yı savundu, yeni ve bağımsız devletin güçlenmesini istedi. Osmanlı’nın, Türklerin onurlu bir insanlık için mücadele ettiği görüşünden sapmadı. Devletin bu bakımdan öne çıkarılmasından yüksünmedi; çünkü o devlet ile millet, güncel ile tarih, halk ile aydın, siyaset ile tarih arasında ahengin tesisini hayati gördü. Devleti, kuzgunlara karşı tedbir olarak tasavvur ederken Batı sömürüsünün karşısına çıkmak için “güçlü devlet”in zorunluluğunu yılmadan, duraksamadan dile getirdi.

O devlet dedikçe, sol vatanı gavurlara teslim etmekten gocunmayacaklarını ikrar için isyanı, eşkıyalığı öne çıkardı. Millet düşmanlığını devletle özdeşleştirerek eşkıya güzellemeleri yaptılar. Birileri İnce Memet üzerinden Türkiye’nin varlığına karşı eşkıyalığı, çapulu övüp, romantik çıkarımlar yapıp, uluslararası planda batının desteğini arkasına alırken Kemal Tahir aslolanın eşkıyalık değil devlet-millet olduğunu göstermek için Rahmet Yolları Kesti’yi yazdı.

[email protected]