Kemalist ideolojinin Çanakkale mistifikasyonu: “Kazandığımız an bu andır”

Dr. Nuri Sağlam / İstanbul Üniversitesi
28.03.2015

Türkiye’de Das Kapital’i okumadan nasıl Marksist olunabileceğini Hasan Cemal’den öğrenmiştik ama Mustafa Kemal’in eserlerini hem de hiç okumadan nasıl Kemalist olunabileceğini bilmiyorduk. Bunu da Mustafa Balbay’ın 19 Mart tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Kazandığımız an o andır” başlıklı yazısından öğrenmiş olduk. Fakat yine de belgeler her zaman ikna etmez insanı. Noter tasdikli olsalar bile!...


Kemalist ideolojinin Çanakkale mistifikasyonu: “Kazandığımız an bu andır”
Louis Althusser’den Jürgen Habermas’a, Terry Eagleton’dan Slavoy Zizek’e kadar birçok kuramcıya göre “ideoloji”, herhangi bir zümrenin, halkı bizzat kendi çıkarları (güç, iktidar, tahakküm, sömürü vs.) doğrultusunda örgütleyebilmek için birtakım oligarşik ayak oyunlarıyla sistematik olarak çarpıttıkları iletişimsel bir eylem biçimidir. Bu bakımdan ideoloji, öncelikle tahakküm ilişkisini meşrulaştırma mantığını gizlemek ve bu suretle bireyin çarpıtılmış hayalî ilişkiler içinde “sömürülen” bir varlık olduğunun bilincine varmasını önlemek yahut içinde yer aldığı sosyal ve siyasal düzenin doğal ve zorunlu olduğuna inanmasını sağlamak için çok çeşitli parametreler kullanır. Bu parametrelerin en belirgini, hiç kuşkusuz ideolojik söylemin payandalarından birini oluşturan kanonik metinlerdir. Dolayısıyla burada, Ruşen Eşref Ünaydın’ın Kemalist ideolojinin Çanakkale mistifikasyonuna temel teşkil eden Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat adlı eserini konu edinecek; metnin içeriği ile “Kazandığımız an bu andır.” yahut “Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum” ifadelerinde sloganlaşan pragmatik önvarsayımları arasındaki gerilim hattına girmeye ve öteden beri bu hat üzerinde asılı duran bazı soru işaretlerine, çelişkilere ve sürçmelere değinmeye çalışacağım. Zira nasıl üretilmiş olurlarsa olsunlar, belgeler her zaman inandırıcıdırlar...
 
Zafer kime ait?
 
İttihat ve Terakki Fırkası’nın en önemli yayın organlarından biri olan Yeni Mecmua’nın 1918 yılı Mayısında çıkardığı Çanakkale özel sayısında yayımlandıktan sonra aksadığı düşünülen bazı kısımları değiştirilerek 1930 yılında kitap olarak da basılan bu mülakat, Türk kamuoyuna ilk defa “Boğazları ve makam-ı hilâfeti kurtaran kumandanlarımızdan celâdet-i fıtriyye ve havârık-ı hamâset ile mümtaz Miralay Mustafa Kemal Beyefendi” (Tesvîr-i Efkâr, nr. 1589, 29 Ekim 1915) hüviyetiyle takdim edilen Mustafa Kemal’i neredeyse yüz yıldır Çanakkale zaferiyle özdeşleştiren en önemli belge olma vasfını taşımaktadır. Sofya’da askerî ateşe iken Çanakkale’ye tayin edildiği Şubat 1915 ile -rahatsızlığı yahut kimilerine göre Enver Paşa’ya küstüğü için- cepheden ayrıldığı 27 Ekim 1915 tarihleri arasındaki yaklaşık dokuz aylık savaş hatıratını, her biri en az 12 saat süren üç ayrı mülakatta anlatan Mustafa Kemal, Çanakkale zaferinin nasıl kazanıldığını şöyle ifade eder:
 
Conkbayırı’nın cenubundaki 261 rakımlı tepeden sahilin tarassut ve teminine memuren oralarda bulunan bir müfreze efradının Conkbayırı’na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Size şu muhavereyi aynen okuyacağım! Bizzat bu efradın önüne çıkarak: 
-Niçin kaçıyorsunuz? dedim. 
-Efendim, düşman! dediler.
-Nerede? 
-İşte! diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler. 
Filhakika düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve kemâl-i serbestî ile ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün: Ben kuvvetlerimi bırakmışım, efrat on dakika istirahat etsin diye... Düşman da bu tepeye gelmiş... Demek ki düşman bana benim askerimden daha yakın! Ve düşman benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena bir vaziyete duçar olacaktı. O zaman artık bunu bilmiyorum, bir muhâkeme-i mantıkıyye midir, yoksa sevkitabiî ile midir, bilmiyorum; kaçan efrada: 
-Düşmandan kaçılmaz! dedim. 
-Cephanemiz kalmadı, dediler. 
-Cephaneniz yoksa, süngünüz var! dedim. Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile cebel bataryasının yetişebilen efradının “marş marş”la benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir zabitini geriye saldırdım. Bu efrat süngü takıp yere yatınca düşman efradı da yere yattı. Kazandığımız an bu andır.”
 
Cevabını bekleyen sorular
 
Bu kadar! “Kazandığımız an bu andır”dan sonrası yok. O hâlde öncesine bazı sorular sormamız gerekir: Türk müfrezesi eğer cephanesi bittiği için düşmandan kaçıyorsa kaçmaya başlamadan önce mermileri bitinceye kadar çarpışmamış mı? Çarpışmamışsa mermileri nasıl tükenmiş? Çarpışmışsa düşmanın avcı hattının “kamâl-i serbestî” ile yürümek yerine, kaçmakta olan Türk müfrezesini hem de menzil mesafesinde kovalıyor olması gerekmez mi? Bizim askerimiz yere yatınca düşman askerinin de yatmış olması bunu göstermez mi? Bu durumda bir komutan kaçmakta olan müfreze ile yukarıdaki gibi bir diyalog kuracak zamanı nasıl bulabilir? Ayrıca düşmandan kaçan askerlere “Düşmandan kaçılmaz!” denir mi? Kovalamakta olduğu cephanesiz bir müfrezenin yere yatması üstün durumdaki düşman askerinin de yatmasını zorunlu kılar mı? Öyle bile olsa ateşe devam etmesi gerekmez mi? Bu takdirde az sayıdaki mermisiz Türk askeri yattığı yerde nasıl sağ kalabilir?... 
 
Bu ve burada sıralamaya gerek duymadığımız daha başka birçok sorunun cevabı yok bu metinde. Çünkü üzerinde pek fazla düşünme ihtiyacı hissedilmeden kurgulanmış! Üstelik birkaç sayfa önce bizzat Mustafa Kemal’in “Hep ağızlarda işitip okuduğumuz bir Mehmet Çavuş çıkıyor, toprağımıza ayak basan düşmanı tekrar denize atıyor.” şeklinde alay ettiği Mehmet Çavuş menkabelerinden kopya edilerek kurgulanmış. Fakat özellikle Tesvîr-i Efkâr gazetesinin 9 Temmuz 1915 tarihli sayısında “Çanakkale Menâkıb-ı Kahramanîsi” başlığı altında yayımlanan “Mehmet Çavuş Tepesi” adlı menkabe ile hem içerik hem de kurgu bakımından ne kadar çok benzeştiğine pek dikkat edilmemiş...
 
‘Size ölmeyi emrediyorum’
 
Bununla beraber Mustafa Kemal’in Kemalist ideoloji tarafından sürekli kutsanan “Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum.” sloganının da bu metinde geçtiğini belirtelim. Fakat bu kadar yalın değil elbette. “Hatta ben, kumandanlara şifahen verdiğim emirlere şunu da ilave etmişimdir: Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum.” şeklinde.  Böyle olunca bu emre muhatap olan kumandanların nasıl bir psikolojik tepki verebileceğini hiç düşünmeden Çanakkale zaferinin Mustafa Kemal ve onun “ölüm” emrine kayıtsız şartsız itaat eden kumandanlar tarafından kazanıldığına inanılabilir mi? Elbette inanılır... Çünkü bu inanç, özellikle Anafartalar cephesine dair üretilen ilâve yalanlarla sürekli takviye edilmektedir! Aksi hâlde bunca yıldır bir yandan Mustafa Kemal’in metnin sonlarında yer alan “Ben 27 teşrinisanide rahatsızlandım. Fevzi Paşa Hazretlerini yerime tevkil ettim. İstanbul’a geldim.” gibi sözlerinin doğuracağı “Nasıl olur da bir yarbay bir generali kendi yerine hem de bizzat kendi iradesiyle vekil bırakabilir?” gibi soruların üstünü örtmek, diğer yandan her türlü Türk ateşine açık olan Anafartalar ovasında aylardır “kemâl-i serbestî” ile tutunan düşmanın Mustafa Kemal’in yerine “tevkil” ettiğini söylediği Fevzi Çakmak Paşa tarafından sadece iki hafta içinde perişan edilmiş olduğu gerçeğini karartmak nasıl mümkün olabilirdi!... Kemalizmin arkasındaki güçlerin Mondros Mütarekesinin hemen ardından “Mustafa Kemal Paşa Harb-i Umumî içinde (Anafartalar Kahramanı) unvanını bi-hakkın kazanmıştır. Filhakika Mustafa Kemal Paşa olmasaydı 330 senesinde Çanakkale’ye hücum eden Fransız ve İngiliz kuvvetleri İstanbul surlarına kadar gelecek ve daha o vakit Harb-i Umumînin neticesi pek acıklı bir surette Türkiye’nin aleyhine takarrür edecekti. Mustafa Kemal Paşa vatanımızın en tehlikeli zamanlarında büyük büyük hizmetler etmiş bir kahramandır. İstanbul’un anahtarlarını düşmanlara teslim etmemek için bir âmil-i yegâne olmuştur. ... Mustafa Kemal Paşa’nın vatanın bu müşkül vaziyetinde himmet ve hamiyetinden istifade edileceği tabiîdir.” (Vakit, nr. 383, 16 Kasım 1918) şeklindeki mistifikasyonları bu toplumu tam yüz yıl boyunca nasıl uyutabilirdi! Hem de Mustafa Kemal eğer işgal güçleri için bu kadar tehlikeli bir komutan idiyse niçin İngilizler tarafından tutuklanıp Malta’ya sürülmemiştir sorusunu uyandırmadan!... Türkiye eski Türkiye değil artık. En koyu Kemalistlerden Bilal N. Şimşir’in dahi Malta Sürgünleri adlı kitabında ister istemez gündeme getirdiği bu konuyu kem kümle nasıl geçiştirmeye çalıştığını herhâlde kitabı okuyan günümüz Kemalistleri de biliyordur. İnanmıyor olsalar da biliyorlardır. Can Dündar’ın “Mustafa” filminden rahatsız olanlar da öyle...
 
Sonuç olarak ‘doğruluk’ adına yalan söylemenin en belirgin tarzının “sinizm” olduğunu ve Slavoy Zizek’in deyişiyle sinizmin o klasik Marksçı “Bilmiyorlar, ama yapıyorlar” formülü yerine yirminci yüzyılın başlarından itibaren “Ne yaptıklarını gayet iyi biliyorlar, ama yine de yapıyorlar” formülünün ikame edildiğini belirtmekte yarar vardır. Zira Türkiye’de Das Kapital’i okumadan nasıl Marksist olunabileceğini Hasan Cemal’den öğrenmiştik ama Mustafa Kemal’in eserlerini hem de hiç okumadan nasıl Kemalist olunabileceğini bilmiyorduk. Bunu da Mustafa Balbay’ın 19 Mart tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Kazandığımız an o andır” başlıklı yazısından öğrenmiş olduk. Fakat yine de belgeler her zaman ikna etmez insanı. Noter tasdikli olsalar bile!...