‘Kemalist TC’den Demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne Yeni Türkiye’nin Diyalektiği

Ömer Altaş / Yazar
4.05.2013

Tarih sahnesine ilk olarak bugünkü Bilecik ilinin Söğüt ilçesinde çıkan Osman Beyliği’nin öyküsü devam ediyor. Kuruluşunu 1923 yılında ilan eden Türkiye Cumhuriyeti, yıkılan Kemalist sistemin üzerinde oluşmakta olan Yeni Türkiye ve aralarında kıran kırana süren mücadele bu öykünün fasılaları aslında.


‘Kemalist TC’den Demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ne Yeni Türkiye’nin Diyalektiği

Tepeden bakıldığında daha iyi görüleceği gibi siyaset biçimleri, inanışları ve ufukları farklı da olsa, olan-biten her şey aynı yapının iç çatışmaları.

Kendini nasıl tarif ederse etsin bir olgunun dıştan görünüşü asıl kimliği ele verir, çünkü varlıklar kıyasla isim alır. Türkiye Cumhuriyeti, kendini, Osmanlı’dan kopuk yeni bir devlet olarak tanımlasa da uluslararası düşünce ve hukuk sistemi bunu öyle algılamadı. Ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee ve diğer bazı tarihçiler Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni Osmanlı Devleti’nin “ardılı” olarak gördü. 

24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması incelendiğinde o zaman ki yeni dünya düzeninin Türkiye’yi “Osmanlı bakiyesi” olarak muhatap aldığı görülür. Türkiye’nin, savaş öncesi Osmanlı borçlarının yüzde 67’sini ödemesi buna örnektir.

Osmanlıdan kökünü koparan Türkiye Cumhuriyeti sonraki süreçte İslamlıktan da koptu. Bu mücadele neredeyse bir asır sürdü ama Türkiye Cumhuriyeti daima Müslüman bir devlet olarak tanımlandı. Devletin devamlılığına, inanç ve kültür geleneğine reddi miras yapan Kemalizm için halk yeni devleti anlamayacak kadar bilinçten yoksundu. Demokratik modernliği hak etmiyordu. 

Osmanlı Devleti halkı “uzaktan denetliyordu” (Ahmet İnsel),  Yeni Cumhuriyet ise bunu “hiçe saymaya” indirgedi.

‘Halkı yapmak ve yoğurmak’

Tezcan Durna, Kemalist Modernleşme Ve Seçkinlik adlı eserinde Kemalizm’in halkla olan ilişkisini şu başlık altında irdeler: “Halkı yapmak ve yoğurmak.”

Kemalist modernleşme tüm farklılıkları izah etme ihtiyacı duymadan tek tipleştirdi. Misakı Milli sınırları dışında kalan “vatandaşlarını” ise kaderleriyle baş başa bıraktı. Bu politik büzülmenin somut temeli tabi ki Lozan Antlaşması’nın 27. Maddesiydi: “Türkiye Cumhuriyeti hükümeti tarafından Türkiye arazisi haricinde iş bu muahedeye vaziülimza diğer devletlerin tahtı hâkimiyetinde veya himayesinde bulunan arazi tebaası üzerinde siyasi teşrii ve ya idari hususta her hangi bir sebebe müstenit olursa olsun hiç bir salahiyet veya hakkı kaza istimal edilmeyecektir. Şurası mukarrerdir ki memurini mezhebiyei İslamiyenin vazaifi diniyelerine halel iras edilmiş değildir.”

Lozan’a rağmen İslam’la savaş

Lozan Antlaşması’nın bu maddesi, yurtdışında kalan hala din, etnisite ya da duygu bağı ile Türkiye’ye bağlı olanların yok sayılmasına iyi bir mazeret oldu.

Aynı maddede Lozan Antlaşması İslami faaliyetler ile ilgili bir karşıtlık önermemesine rağmen Kemalizm “bir nedenle” İslamlıkla savaştı.

Cumhuriyet tarihi incelendiğinde Kemalizm’in Türklük ile de problemli olduğu görülür. Türk sanat müziğinin yasaklanması, milliyetçi, Türkçü kanaat ve aktivite öncülerinden Vasfi Mahir Kocatürk, Nihal atsız ve Orhan Şaik Gökyay gibi isimlerin sürgün edilmeleri manidardır.

Halka Türklük bile yasaktı.

TC Devleti bir avuç elit tarafından keyfi politikalarla yönetilen sihirli bir fanus içine yerleşmiş rüya devletti, bu devlet biçimi rüyada görülse inanılmazdı çünkü.

Devlet kökenini reddetmesi, halkların tabii haklarını inkar etmesi, Anadolu’yu aşağılaması, din ve inanışların yaşamasına izin vermemesi, tekke ve zaviyeler kanununu çıkarması, Misakı Milli sınırları dışında kalan “Türkler ve Müslümanlar” ile ilişkisini kesmesi, bu büyük akıldışı arınma, onu şizofren bir karaktere sürükledi.

Kemalizm’in hiç meşruiyet kaybı olmadı bu anlamda. Zaten en başından Kemalizm gayrı meşru olarak doğdu.

Kemalist önderlik, 1900’lü yılların Faşist iktidarları ve Komünist ihtilalları gibi halkı, devrimleri anlama kapasitesi ve potansiyeli olmayan bir eşya olarak tasavvur etti. 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti sonunda toplumun her sınıfı için “Kemalist TC Devleti” olmayı başardı! 

TC, çünkü Türkiye Cumhuriyeti, ne Anayasa Profesörü Bülent Tanör’ün de dikkat çektiği İstiklal Savaşı mantığındaki “Türkiye” idi ne de halkın çoğunluğunu dikkate alan bir “Cumhuriyetti”.

Kemalist Türkiye Cumhuriyeti delicesine kendinden kaçan bir Amok koşucusu idi. Bu cinnet koşu bir son bulmalıydı.

Ama TC’nin tarihi, bu anlamda her normalleşme çabasını sabote eden askeri darbelerin tarihidir. Bütün muhalefet teşebbüsleri devlet ve derin devlet çaprazına alınarak susturuldu. 

Kemalist diktatörlüğün, devleti dönüştürmeyi öneren iki devlet başkanının (Adnan Menderes ve Turgut Özal) idamına hükmettiği hatırlandığında ülkenin ne denli güç bir serüvenden sonra günümüze ulaştığı anlaşılır.

2007 Nisan ayında, 11. Cumhurbaşkanı’nın belirlenmesi için yapılan seçimde eşi başörtülü olan Abdullah Gül’ün adaylığı ve seçilmesi süreci bir milattı.

Devlet ve toplum ilk olarak bu olayla “face to face” oldu. Bu büyük bir karşılaşma, bir bilinç yarılması, bir algı devrimiydi.

Askeri Kemalist sistemin; eşi başörtülü olan birinin Çankaya Köşkü’ne çıkışını engellemek ve ardından “detayyibizasyon” süreci başlatmak için darbe yapamaması Kemalist askeri vesayetin aslında ne kadar zayıf olduğunu gösterdi.

Bu olayla birlikte “beyninden” darbe alan Kemalizm vehim duvarlarıyla örülü postal korkusu avantajını kaybetti ve mevzilerini bir bir kaybetmeye başladı.

Devleti halka açmak

Çevre merkeze karşı en büyük zaferini kazandı. Halk iradesi bütün engellemelere rağmen devletin en tepesine taşındı.

Kemalizm halk tarafından kuşatıldı. Halk demokratik bir devrimin öncüsü oldu.

Bu güçle devlet, Selçuklu ve Osmanlı sistemleri ile kendi arasındaki kopuk hattı onarıyor.

İstiklal Savaşı mantığındaki Türkiyelilik yeniden hayat buluyor. 12 Eylül askeri darbesi, planlanan diğer askeri darbeler ve derin devlet yargılanıyor. Hakim karşısına çıkan Layüsel Kemalist paşaların yargılanmasına devam ediliyor.

Yeni devlet Misakı Milli sınırları dışında kaderlerine terk edilen etnik ve dini kardeşlerine bağrını açıyor.

Toplum, devletten uluslararası güç sistemlerine karşı irade beyan etmesini istiyor.

Halklar, zengin mozaik yapıyı yeniden canlandırarak Devlet’in neden olduğu kötülüklerin kendilerini etkilemiş olabileceği düşüncesiyle birbirleriyle “helalleşiyor.”

Bu süreçte devlet “toplum iradesi” ile birlikte hareket ediyor.

Demokratik açılım; kültürel, siyasi, ekonomik, eğitim, sağlık, altyapı, bilim, sanat, edebiyat vb. alanlarda daha kaliteli bir yaşam için yapılacak dönüşümlerin ön koşulu olarak kabul görüyor.

Toplum, devlet içinde sağcı, solcu, Kürtçü, Alevici, mukaddesatçı, tarikatçı, muhafazakâr, Milli Görüşçü, İslamcı ve liberal Kemalist direnç şebekelerine, ihanet lobilerine ve devlet dışındaki ulus aşırı sabotaj odaklarına rağmen barış ve demokrasiye sahip çıkıyor.

Yıkıcı ve yaratıcı güç

Edirne’den Hakkâri’ye toplum kendine ait yumuşak ve yıkıcı yaratıcı gücün farkında.

Halk iradesi “halksız” Kemalist TC’yi demokratik Türkiye Cumhuriyetine dönüştürüyor.

Yeni Türkiye, kazanımlarını daha ileri demokratik platforma taşımak için bu sürece uygun demokratik bir anayasa yapılmasına hazır durumda.

25 Nisan 2013 tarihinde, Anayasa Mahkemesi’nin 51. kuruluş yıldönümünde, hazır bulunan tüm devlet erkânı, başkan Haşim Kılıç’ın dilinden Kemalizm’in yıkılışının, yeni Türkiye’nin ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin inşası gerekliliğinin kabulü ve ikrarı anlamına gelen şu cümleyi duydu:  

“Anayasa yapım sürecinde değişmemesi gereken tek kırmızıçizgi ‘insanlık onuru’ olmalı ve bunu anayasaya yansıtarak gelecek kuşaklara değerli bir miras bırakılmalı.”

Toplum, bir zamanların o iyi bilinen mağrur, müstağni ve yozlaşmış Anayasa mahkemesini bile yeni sürece uyama zorladı.

Toplum, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu yeni kavşağında demokratik temelde gerçeklik ve samimiyet sınavına giren devleti izlemeye almış durumda. Bundan böyle yeni devlet, Yeni Türkiye’nin mahdumu olması gerektiği bilinciyle hareket ederek topluma hesap vermek ve şeffaf olmak zorunda. 

Yeni devlet Yeni Türkiye’yi anlamaz Kemalist refleksleri tekrar eder ya da süreci taşıyamazsa çevre diyalektiği merkezi enikonu yeniden kuşatır.

Söğüt beldesinde doğan Beyliğin büyük öyküsü böylece devam ediyor...

[email protected]