Kemalist vesayet gitsin CEMAAT VESAYETİ mi gelsin?

0
11.01.2014

17 Aralık hamlesi, doğrudan siyaset yapmadan, 1930’larda CHP’nin yaptığının tersi bir kadrolaşma ile devleti memuriyetle ele geçirme stratejinin izlerini göstermektedir. Bir anlamda, Kemalist vesayet anlayışının başka bir vesayet anlayışına transfer edildiğine şahit olmaktayız.


Kemalist vesayet gitsin CEMAAT VESAYETİ mi gelsin?

Doç. Dr. Ertan Aydın / Siyaset Bilimci

Türk siyasi tarihinde önemli bir dönüm noktası olacağı şimdiden aşikar olan 17 Aralık olayı, ortaya çıkardığı problemin mahiyeti çok iyi anlaşılırsa, uzun dönemde Türk demokrasisinin daha da ilkeli ve sağlıklı olmasının yolunu sağlayacak bir fırsata dönüşebilecektir. Zira bu krizde ortaya çıkan Gülen Hareketi ile Hükümet arasındaki ilişki, Başbakan Erdoğan’ın daha önce vurguladığı ‘kişiler laik olmak zorunda değil ama devletler tüm inançlara eşit mesafede durarak hukukun üstünlüğü çerçevesinde laik olmalıdır’ prensibinin önemini de göstermektedir. 17 Aralık’ta ortaya çıkan sorun, tek tek devlet bürokratlarının dini değerlerinin sorgulanması veya baskı altına alınması değil, birincil sadakati hukukun üstünlüğü içerisinde kamu hizmeti olan bir grup bürokratın, kendi cemaatlerine olan itaatlerini bu hukuk ilkelerinin önüne geçirmesidir. Hukuk devletleri, kendi memurlarının inanç ve dini değerlerine karışamaz ve buna bağlı olarak bir ayrımcılık yapamaz ama her kamu görevlisinden yaptığı işlerde devlet ciddiyetine ve haysiyetine bağlı olarak çalışmasını bekler.

Bürokratların, devlet hizmetinin temelini oluşturan ‘kişilerüstü yasal-rasyonel otorite’ dışında bir otoriteden emir ve talimat alması düşünülemez. Bu ilkenin önemini hatırlatan 17 Aralık krizinin aşılması, Müslüman toplumlarda dini değerler ile demokrasi ilişkisinin nasıl olması gerektiği konusunda Türkiye’ye güzel bir yönetim örneği gösterme şansını tanıdığı için hepimize hayırlı bir öğrenme imkanı da vermiş olabilir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi hafızasında önemli bir yer tutan Osmanlı İmparatorluğu döneminde, saltanat ailesinin Müslüman kimliği tartışılmaz olsa da, devlet bürokrasisinde sürekli değişik dinlerden insanlar buluna gelmişti. 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı da medeni bir devlet olan Osmanlı’nın tebaası arasında hiç bir şekilde hukuk önünde din ve ırk ayırımı yapmayacağını taahhüt ediyordu. Tanzimat paşalarının tepeden inme reformlarını eleştiren Namık Kemal gibi Genç Osmanlılar da, Osmanlı devletinin bu hukuk üstünlüğüne dayalı Ermeni, Rum ve Yahudilere yönetimde yer veren yapısını hiç eleştirmediler. Genç Osmanlıların ana talebi, Müslüman değerler ile daha katılımcı bir meşruiyet sisteminin uyumlu olması ve Osmanlı devletinin anayasal bir sistemle daha iyi idare edilebileceği tezi idi. Türkiye’de devlet bürokrasisine kendi ideolojik bakış açısına uygun elemanları yerleştirme fikri belki de Jön Türklerle başlayan bir gelişme olsa da, ideolojik bir seçmeye tabi tutulan devlet memuriyeti fikrinin kurucusu hiç kuşkusuz tek parti döneminin CHP’sidir. Zira demokrasi ile tek parti dönemi katı laiklik ilkesi arasındaki çelişkinin farkında olan 1930’lar CHP’si, devlet memuriyetinde çalışanların CHP ideolojine sadakatlerine özellikle dikkat ettiler.  Bu CHP’li bürokrat elitizmi çok parti döneminde de devam ettirilmiştir, zira bu şekilde CHP’li elitler, siyasette seçimleri kaybetseler dahi Türkiye’yi bürokratlar aracılığıyla kendi zihniyetinde yönetmeye devam edebileceklerdi. Bu bürokratlar arasında kimlik ve ideolojiye dayanan seçicilik, zamanla Türkiye’nin devlet sisteminde, demokratik siyasetten görece bağımsız ve onun üstünde, seçilmişlerin üzerinde vesayet kurabilen bir mekanizmayaratmıştır. Buna tepki olarak da Türkiye’deki muhafazakar kesimler kendi kültürel kodlarına yakın kişileri devlet memuriyetinde görmeye ve mümkünse kendi çocuklarını devlet memuriyetine sokmaya büyük bir manevi değer atfetmeye başladılar. Gülen Hareketinin öncüsü olan Nur Cemaatinin devlet memuriyetinde kendi taraftarlarını görme hazzı, bu açıdan tüm muhafazakar kesimlerin paylaştığı bir ruh halidir. Örneğin, Özal’ın, muhafazakar değerlere sahip bir Nakşi olarak devletin başına gelmesi mütedeyyin insanlar için rol model oluşturmuştur. 

Devleti ele geçirmek!

1980 darbesi sonrası siyaset hayatında, zamanla devlet kademelerinde ve memuriyetindeki muhafazakar memurların sayısının artması, bir yandan Türkiye’nin demokratikleşmesinin bir göstergesi ve bir tür demokratik temsiliyet olarak görülürken, bir taraftanda eski CHP’li laik bürokratlar arasında kendi imtiyazlı konumlarını kaybetme korkusuna yol açmıştır. İşte bu memurların dini kimliği meselesi, 28 Şubat döneminde gaddar bir ayrımcılık siyasetine yol açacak, o dönemlerde hangi memurun içki içip içmediği ve hangisinin eşinin veya akrabalarının başörtüsü takip takmadığı, kişilerin liyakat ve kamuya hizmetinden daha önemli bir promosyon, işe alma ve hatta işten atılma kriteri haline gelecektir.

2002 seçimleri AK Parti hükümeti başa gelince, bu memuriyette ayrımcılık meselesinin yarattığı patolojik durumun çok iyi farkında olduğu için her türlü devlet memuriyetine giriş ve görev alma sürecindeki eski ayrımcılıkları kaldırmaya özen göstermiştir. İşte bu süreçte zaten toplumun yarısından çoğunu oluşturan muhafazakar kesimlerde devlet memuriyetinde temsil edilme bakımından kendi çoğunluklarına yakın oranlara yavaşça gelebilmişlerdir. Ancak, devlet memuriyetinde temsil, siyasette temsil gibi doğrudan ve seçimlerle yapılamadığı gibi, kimin hangi cemaatten ve mezhepten olduğu gibi kriterler sorulup, istatistiki bilgi haline dönüşmemektedir. Memuriyete alım sürecinde ayırım yapmadıktan sonra, herhangi bir gruptan insanın belli bir memuriyet içindeki oranlarının fazla oluşu siyasi bir yaptırım konusu olamamaktadır. Dünyadaki diğer demokrasilerde bu açıdan benzer tecrübeler yaşamaktadır. Örneğin ABD’de bir memuriyet için kimin Katolik veya Evanjelik Hristiyan, veya kimin Yahudi olduğunun hesabı yapılamaz. Neticede belli mesleklerde belli din ve mezhebin daha çok temsil ediliyor oluşu, din ve ırk ayırımcılığı yapılmadığı sürece hukuken itiraz edilebilir bir durumda değildir. Bu hususta yapılabilecek tek şey, az temsil edilen kadınlar, siyahi veya Hispanik Amerikalılar için memuriyetlerde pozitif ayrımcılık ilkesinin uygulanması olmaktadır.

Nasıl bir laiklik? 

AK Parti hükümetleri, Gülen Hareketine mensup şahısların belli devlet memuriyetlerine iştiyakla hazırlanmalarını ve oralarda fazlasıyla temsil edilebilmelerini de bu hukukun üstünlüğü ve memuriyetteki bireyin birincil sadakatinin kamu hizmeti ve devlet olduğu ilkesi içerisinde değerlendirmiştir. Zaten yurt dışındaki okulları, eğitim alanındaki hizmetleri saygı gören bir camianın üyelerinin bu memuriyetlerde görevlerini hukuki çerçevede yapacakları varsayılmıştır. Ak Parti, son on yılda, Gülen Hareketinin Türkiye’nin demokratikleşme sürecine yaptıkları katkıları hep takdir etmiş ve onlara yönelik karşıt bir tutum geliştirmemiştir. Bu hareketin, kendilerine çok benzeyen Japonya’daki Soka Gakkai Budist Cemaati gibi bir siyasi partisi olmadığı için, son üç genel seçimde oylarının AK Parti’ye gelmesi de normal karşılanmıştır. (Japonya’daki Soka Gakkai Budist cemaatinin siyasi partisi genelde yüzde 5-10 oy almaktadır ve sürekli parlamentoda olabilmektedir). Ancak, Türkiye’de bu, siyasette parti kurmadan memuriyete önem veren bir cemaat için bir takım ilkelerde bariz bir şekilde vurgulanmıştır. Türkiye’de devlet memuriyetindeki kişilerin bağlı olduğu ilkeler hukuk yoluyla ve siyasetle belirlenir ve herhangi bir cemaatin bu insanlardan kendi siyasi ve teolojik amaçlarına göre çalışmalarını istemesi kabul edilemez. Bu yüzden AK Parti, hiç bir zaman devlet kademelerine kendi inancında memurları yerleştirme gayreti içinde olmamıştır. Yine bu memurların, kendi dini değerleri ne olursa olsun, özellikle emniyet ve yargı gibi hassas kamu görevlerindeki işlerini kurallarına göre yapacağı varsayılmıştır. 

17 Aralık krizinde ihlal edilen prensip, Tanzimat’ta ilkeleri ortaya atılan ve Birinci meşruiyetten sonra demokratik nitelikler kazanan bu medeni devlet bürokrasisi tahayyülünün, bir cemaat devleti şeklinde özetlenebilecek yapılanmayla tehdit edilmesidir. 17 Aralık hamlesi, doğrudan siyaset yapmadan, 1930’larda CHP’nin yaptığının tersi bir kadrolaşma ile devleti memuriyetle ele geçirme stratejinin izlerini taşıyor. Bir anlamda, Kemalist vesayet anlayışının başka bir vesayet anlayışına transfer edildiğine şahit olmaktayız. Zira Gülen Hareketine gönül vermiş emniyet ve yargı mensupları, hukuk devleti normlarının önüne kendi cemaat normlarını geçirdiklerine ilişkin ciddi ithamlar ve iddialar ortaya çıkmaktadır. Bu noktada, en haklı itirazlardan biri, söz konusu Gülen Hareketi mensubu bürokratlarının herkese eşit adalet nosyonu yerine seçici bir adalet motivasyonuyla hareket ettiklerine ilişkin itirazdır. 

17 Aralık operasyonunun Gülen Cemaatinin bürokrasiye yerleştirdiği mensuplarına talimatla hükümeti köşeye sıkıştırmaya dönük rövanşist bir hamlesi olduğu sıkça dile getirilmektedir. Burada sorun herhangi bir emniyet, yargı ve asker memuriyetindeki şahsın Gülen Hareketine gönül veriyor olması veya maaşının belli bir miktarını bu hareketin faaliyetleri için infak ediyor olması veya iş mesaisi dışındaki vaktinin önemli bir kısmını bu dava için harcaması değildir. Mesele, bu hareketin siyasi hedeflerini herhangi bir siyasi sürece ve seçime tabi tutmadan ve kamunun onayını almadan, bürokrat takipçileri aracılığıyla icra etmeye çalışmasıdır. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kişilerin dindarlıkları ile devletin laikliği arasında yaptığı ayırım işte bu noktada önem kazanmaktadır. Nasıl ki CHP laikliği halkın siyasi temsiliyeti ve iradesini hiçe sayarak, belli bir azınlığın siyasi vizyonunu tepeden bürokrasi ile empoze etmeye çalıştığı için hukuk ilkelerini ihlal ettiyse, emniyet ve yargı kurumlarını kullanarak siyaset üzerine bir dini cemaatin vesayetini kurmakta aynı derecede yanlıştır. Türkiye kamuoyunun ve bu arada Gülen Hareketine gönül vermiş vatandaşımızın bu ayırımın üzerine düşünmesi daha güçlü bir demokrasinin inşasına vesile olacak ve son on yılda yapılan demokratik kazanımları kaybetmeden, zenginleştirmemize vesile olacaktır.

[email protected]