Kemalist-Sol-Liberal ittifakın çoğulculuğu

Ömer Aslan - Bilkent Ünv.
7.09.2013

Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun adli yıl açılış konuşmasında hükümete yönelik eleştirilerini, 11 yıllık AK Parti iktidarına yönelik muhalif söyleme hâkim olan kavramlar zinciri içerisinde değerlendirmek gerekir.


Kemalist-Sol-Liberal ittifakın çoğulculuğu

2002 seçimlerinden hemen sonra iktidar, ‘İslamcı’ denilerek çevrelenmeye çalışılmıştı. 2011 yılından bu yana iktidar karşıtlığı, İslamcılar-laikler ayrışmasına değil, ‘sivil dikta’ kurmaya başlayanlar-seküler, liberal ve demokratlar zıtlığı üzerine oturtulmaya çalışılıyor. Son iki senedir ‘postmodern otoriterlik’ gibi başarısız kavramlar, “sandık her şey değildir” sloganları ve Başbakan’ın “milli irade” vurgusu ortaya atılmak suretiyle, hükümetin giderek otoriterleştiği iddia ediliyor. Gezi eylemleriyle birlikte, yeniden formatlanan muhalif kesimler kendilerini artık liberal demokrasinin de kesmeyeceğini, katılımcı/müzakereci demokrasi zamanının geldiğini söylüyorlar.

Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun yukarıdaki kavramlara başvurarak yaptığı iktidar eleştirisi ise Gezi Parkı eylemleriyle cisimleşen Kemalist-sol liberal ittifakını bir kez daha gözler önüne serdi. Feyzioğlu’nun konuşmasının sunduğu enstantane, vesayet nostaljisi içerisindeki Kemalist kesimleri mutlu ederken, söylediklerinin içeriği sol-liberal kesimleri sevindirmiş olmalı. Eski Türkiye’de bir Genelkurmay Başkanı’nın televizyonlardan canlı yayınlanan konuşmasında hükümete ‘ayar vermesi’nin verdiği (antik) haz kadar olamasa da, Feyzioğlu’nun konuşması nostaljik Kemalistleri hayata geri döndürmeye yetti. Liberal-sol kesimler ise, iktidarı eleştirmek için kendi jargonlarını kullanmak zorunda kalan Kemalist kesimler karşısında kendileriyle gurur duyuyor olmalılar.

Birkaç yıldır strateji değiştirmiş olan bu muhalif söylemde iki şeyi özellikle vurgulamak gerekmektedir. En başta, iktidar muhalefeti, çoğulculuk ve katılımcı/müzakereci demokrasi gibi kavramlar üzerinden devam edecektir.

İktidarı eleştirmek için kullanılacak bir sonraki kavram, yine Habermas’ın tartışmaya açtığı ‘postseküler demokrasi’ olursa, kimse şaşırmamalıdır. Nihayetinde, dışarıdan bakıldığında nasıl mümkün olduğu zor anlaşılsa da, Türkiye’deki değişimin yönünü tayin etme noktasında liberal-sol kesimlerle dindar-muhafazakâr iktidar arasındaki eski Türkiye ile hesaplaşma dönemi ittifakı sona ermiş, yerine dönemsel bir başka ittifak doğmuştur. Yeni Türkiye’nin üzerine inşa edileceği değerler noktasındaki ayrışmada, muhalif kesimler alet çantalarına ileri demokrasilerle ilişkilendirilebilecek ve hükümeti eleştirmeye yarayacak hangi kavram varsa kullanacaklardır. 

Altı çizilmesi gereken diğer husus ise iktidarın demokrat olmadığını savunmak için ortaya atılmış ve atılacak olan yeni kavramların etraflıca tartışılmadan piyasaya sürülüyor olmalarıdır. Bundan sonra da aynı yolun izleneceğine şüphe yoktur. Muhalif kesimler için Batı’da bir yerlerden veya birinden katılımcı veya müzakereci demokrasi denen bir kavram duymuş olmak, bunu köşelerine taşıyıp iktidar eleştirisine malzeme yapmak için yeterli olmaktadır. Onlar için bu kavramları ortaya atan ve savunan John Rawls veya Jürgen Habermas gibi en ünlü düşünürleri okumuş olmak, okumayı da geçip sindirmiş olmak ve bu kavramların eksik ve gediklerini bilmek gerekmiyor. Sonuçta, bu kesimler için ‘cahillik mutluluk vesilesi’ olmaktadır. Çünkü kavramlarda yer alan ‘katılımcı’, ‘müzakereci’ sıfatlarına dayanarak iddia ettikleri gibi ‘seçimleri kazananların değil, toplumun her kesiminin mutlu ve huzurlu bir şekilde karar alma sürecine katıldığı’ bir dünyanın aslında var olup olamayacağını düşünmek durumunda değiller. Önemli olan kavramın amaçlarına hizmet etmesidir. Karar alma süreçlerinde hiç kimsenin dışarıda bırakılmayacağı, böylesi bir süreç sonunda bir karar alınabileceği ve herkesin verilen karardan memnun olacağı bir demokrasinin mümkün olduğu izlenimini yaratmak muhalefet için gayet yeterli oluyor. Böylelikle, muhalefet kavramsal kargaşayı ve sığlığı bir strateji olarak benimsemiş oluyor. Ve maalesef bu kargaşa içerisinde, demokrasi neydi, demokrasilerde seçimler niye yapılmaktaydı, ne anlam ifade ediyordu, bu yüzden unutabiliyor, “sandık yetmez” sloganına kapılabiliyorsunuz. Demokrasilerin muhalefete de ‘demokratik muhalefet’ sorumluluğu yüklediğinden hiç kimse bahsetmediği için Mahathir Muhammed’in de dediği gibi, ‘seçimleri kaybedenlerin yenilgiyi kabul etmediği ve çoğunluğun oyuyla seçilmiş olan hükümeti protestolar ile düşürmeye çalıştıkları bir rejimin demokrasi olamayacağı’ aklınızdan gidiveriyor.

Liberal devlet miti

Söz konusu olan ‘çoğulculuk’ prensibi olunca da, herhangi bir şey değişmiyor. Herkesin keyfince kendisinin tanımladığı değerler ve farklılıklar, ‘kutsal emanetler’miş gibi kabul ediliyor ve gerçek hayatta çatışma yaratmaksızın nasıl uygulanacaklarından söz edilmeden vaaz ediliyor. Soğuk Savaş’ın bitimiyle beraber tek kutuplu dünyada ön plana çıkmış bir kavram olarak çoğulculuk prensibinin bireycilik ile, “iyi yaşamın özel bir olay haline gelmesi”yle ilişkisinden ve belki de en önemlisi liberalizm ile bağlantısından kimse bahsetmiyor. Halbuki, liberalizm, sınırlı ve nötr devlet anlayışı sayesinde son yirmi yıl içerisinde ortaya çıkan çeşitliliğe cevap vermeye yönelik olan çoğulculuk prensibiyle gayet iyi anlaştı. “Birbirinden çok farklı birçok iyi anlayışı varsa eğer, devlet, bunların hepsini uzlaştıracak biçimde inşa edilmelidir. Adil devlet, herhangi bir tikel, iyi yaşam anlayışı karşısında nötr duran, yargı gücünü bireylerin iyi yaşamı kendi kendilerine bulmalarına izin veren koşulların sağlanmasıyla sınırlayan devlettir.” Çoğulculuk prensibine eşlik ettiğini görmemiz gereken liberal demokrasi, müzakereci/katılımcı demokrasi kavramlarının varsayımı ise farklı yaşam tarzları ve değerler arasında bir uzlaşmanın sağlanabileceği oldu. Farklılıklar özel alandan uzak tutulur, kamusal alan da laik zihniyet ve dilin hakimiyetine zarar gelmeyecek şekilde tanzim edilirse, tüm bireyler bütün farklılıklarına rağmen birlikte yaşayabilirlerdi. Ama Mouffe’nin liberal demokrasileri eleştirdiği bir yazısında da belirttiği gibi, “güce başvurulmayan ve rasyonel uzlaşmanın sağlanabileceği bir kamusal alanın varlığına işaret eden bu yaklaşım çoklu değerler arasındaki antagonizmayı ve bu antagonizmanın yok edilemez niteliğini görmezden gelmektedir.” Gelişmiş Batı demokrasilerinde farklı değerlere ve yaşam tarzlarına sahip olan bireyler arasında bölünmelere yol açan kürtaj, pornografi, eşcinsel evlilikler gibi hassas birçok mesele, sekülerizm hegemonyası ve dindar-muhafazakârlara seküler dayatmalarla çözülmektedir; çoğulculuk, katılımcılık veya müzakere ile değil.

‘Üstün’ ideoloji

Başbakan’ın ‘doğru’nun, ‘iyi’nin ne olduğuna Müslüman kimliği ile de yakından alakalı bir anlayışı bulunmaktadır. Liberal-sol kesimler için ise bu kabul edilemezdir. Çünkü “liberal konum söz konusu olduğu kadarıyla, erkekler ve kadınlar, seçtikleri iyi yaşam biçimi bu olduğu takdirde, kendi cemaatçi amaçlarının peşinde koşmakta tamamen özgürdürler. Burada yalnızca, böyle bir cemaatçiliğin devletin bünyesine oturtulmaması gerekir; çünkü böyle bir durum, karanlık bir odada kafalarına kese kağıdı geçirip oturarak mutluluk peşinde koşanların haklarına gereksiz bir müdahale oluşturabilir.” En başta sorgulanması gereken, liberal-sol kesimlerin, kendilerinin liberal bir toplum tasavvurları yokmuş gibi, kendilerinin görüşleri -arşimet noktası’ndan baktıkları için- objektif, ideolojiler-üstüymüş gibi davranmalarıdır. En basitinden, arşimet noktası diye bir yer yoktur. Ve “liberal devlet fikri, en dirayetli savunucularının kabul ettikleri gibi, açıkça paradoksaldır. Çünkü, iyi anlayışları açısından devletin nötr olması gerektiğini savunmak, kaçınılmaz olarak belli bir iyi anlayışını ileri sürmek ve böylece de nötr olmamaktır.”

Sonuç olarak, kendisi de yeni olan Kemalist-sol-liberal muhalif ittifakın yeni muhalefeti, iktidarın demokrat olmadığını gösterme amaçlı kavram ithaline dayanacağının sinyallerini uzunca bir süredir vermektedir. Bazı örneklerini şimdiye dek gördüğümüz bu kavramlar tanımlanmadan dolaşıma sokulmakta, yaratılan kavram kargaşasından, seçim kazanmadan iktidar ortaklığı ve zafiyeti umulmaktadır. Bu ‘söylem savaşı’na verilmesi gereken cevap, ortaya atılan kavramları sorgulamak, eksik ve gediklerini ortaya dökmek ve kavramları kullananların çelişkilerini saymaktır. Örneğin, iktidar ‘dini gençlik, eğitim, kürtaj, Osmanlı geçmişinin korunması, kadın gibi konularda yeni bir toplum hayalini dillendiriyor’ diyen muhalefete,  ‘kürtaja karşı çıkmak [yasaklamak değil] bir projeye dayalıysa ve dayatma içeriyorsa, kürtajı serbest bırakmak da aynı oranda bir projeye dayalı değil mi? diye sormalıdır. Müdahale etmemek de müdahale etmek kadar bir mühendislik olduğuna göre,  iktidarın bırakınız yapsınlar diyerek katkıda bulunacağı liberal bir gençlik de dindar gençlik kadar bir mühendislik ürünü değil mi? Osmanlı geçmişini korumak “İslamcı bir sosyal ve kültürel proje” ise, hiçbir geçmişi korumama kararı hangi projeye dahil?

[email protected]