Kendi ile ilgilenmek

Doç. Dr. Özkan Gözel / İstanbul Medeniyet Üniversitesi
3.03.2018

“Herhangi biri” olmaktan kurtulmak, kendimizi bulmak, kısaca kendimiz olmak gibi bir kaygı taşıyor muyuz, bir gönül sahibi olmaya, içselliğimizi geliştirmeye, ruhumuzu arıtıp yükseltmeye istek duyuyor muyuz, içimize dönüp bir bakalım.


Kendi ile ilgilenmek

Onca gündelik meşgale arasında kendimizle/ruhumuzla/şahsiyetimizle ilgileniyor muyuz? Bunları iyileştirmek, yükseltmek, arıtmak gibi bir kaygımız var mı? Kendimiz için kaygı duyuyor, kendimize özen gösteriyor, kendimizle meşgul oluyor muyuz sahiden? 

Kendimiz kendimize emanettir. Kendimiz sahip olduğumuz bir şey olmaktan ziyade olduğumuz bir şeydir. Kendimiz bize en yakın şey olmakla birlikte, çoğu zaman o bize en uzak şey olabiliyor. Onu unuttuğumuzda ya da ihmal ettiğimizde, o bize en uzak şey oluyor. Kendini unutan insanın kendine gelmesi ve kendi olması gerekir ki bu da ancak sahici bir varoluşa kavuşmasıyla mümkündür. Bunun için varoluşunu iş edinmeli ve bu varoluşu ile uğraşmalıdır insan. Biz modernler bunu unuttuk, kendimizi unuttuk çünkü. Keza bizler ölümlü bir kendiliğe sahip olduğumuzu unuttuk. Şu yeryüzünde hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşıyoruz. Ölümü göz önünde bulundurmadığımız için, hayatı da lalettayin bir şekilde sürdürüyor, gündelik öteberi içerisinde kayboluyoruz. 

İnsanı gündelik hayat içinde kaybolmuşluğundan çekip çıkararak kendine getirecek ve onu sahici bir varoluşla tanıştıracak en önemli unsur “fanilik şuuru” olmalıdır. Nitekim Heidegger (ö. 1976) Varlık ve Zaman’da (§ 53) sahici bir varoluşun yolunun ölümün öncelenmesinden (Vorlaufen) geçtiğini anlatır bize. Öncelenerek (yani beklenerek) ölüm, hayatın içine dâhil edilir. Yaklaşan ölümüne bakıp hayatını nitelikli kılmak ölüme doğru var olan sahici Dasein’ın bir imkânıdır. Ölümün eli kulağındadır, onu daima hatırda tutarak/bekleyerek yaşamak gerekir. Hayatı anlamlı ve vakur bir şekilde yaşamayı mümkün kılacak olan ölümle kurduğumuz doğru ilişkidir. Stoacı bir filozof ama aynı zamanda bir Roma imparatoru olan Marcus Aurelius (ö. 180) her eylemi sanki bu bizim son eylemimizmiş gibi yapmamız gerektiğini, keza her günü sanki bu bizim son günümüzmüş gibi geçirmemiz gerektiğini söylüyor. Bu, “ölümün her an gelebileceği”ne işaret ettiği gibi, aynı zamanda “yaşanan ân”ın son derece değerli olduğunu ifade etmektedir. Böyle bir hayat gündelik işlere dağılmış ve orada kendini kaybetmiş bir kimsenin değil de hayatı uyanıklık ve kararlılık üzere yani derinlemesine ve yoğunluğuna yaşayan bir kimsenin hayatıdır. Burada ölüm -Heidegger’de olduğu– hayata yayılmış bir “süreç olarak” tasavvur ediliyor ya da algılanıyor, yoksa hayatın “sonunda” gelecek ve her nasılsa bizi bizden edecek “noktasal bir olay” olarak değil. Ölüm hayati bir olaydır, böyle olarak o hayatımıza dâhil ve müdahildir. Fanilik şuuruna sahip olmak yani ölümü hatırda tutarak yaşamak buna tanıklık eder. Ölüm, kendimize çekidüzen vererek yaşamamızı sağlayabilen vukuu kesin ama zamanı belirsiz bir hakikattir sonuçta.

Pierre Hadot’nun (ö. 2010) işaret ettiğine göre, gerek Platon (ö. MÖ 347), gerekse Stoacılar ve Epikürosçular ölüm alıştırmasını aynı zamanda hayat alıştırması olarak telakki etmişlerdir daima. Şu halde, Spinoza (ö. 1677) Etika’da (IV. Bölüm, teorem 67) “Özgür insan ölümü düşünmez; onun bilgeliği ölümün değil hayatın teemmülüne dayanır.” derken, bir parça haksız olmalıdır; zira bu yaklaşım ölümü fanilik suretinde hayata yayılmışlığından çekip çıkarmakta ve onu hayatla ilişkisi yokmuşçasına noktasal bir olay olarak yalıtmaktadır. Gerçekte insan hayatı düşündüğünde yaklaşan ölümü, ölümü düşündüğünde ona bir hazırlık olarak hayatı düşünecektir. Hayat ve ölüm bir çift oluşturur: Hayat ölümlü, ölüm hayatidir.     

Kendilik kaygısı

Alkibiades’te Sokrates her insanın üstlenmesi gereken bir görev olarak kendilik kaygısı üzerinde ısrar eder. Bedeninize özen gösterdiğinizde (onun için kaygı duyduğunuzda) bu kendinize özen gösteriyorsunuz anlamına gelmez, çünkü beden tek başına kendiliği ifade etmez. Şu halde kendinize özen göstermek istiyorsanız ruhunuza özen göstermelisiniz. Bu yüzden Sokrates Alkibiades’e “Kendini bil’ sözü bize ‘Ruhunu bil’ diye buyurur” der.

Kendilik kaygısıyla birey kendini yani bedenini, ruhunu, davranış ve düşüncelerini yeniden biçimlendirmeye yönelir ki bu da gerçekte yaşama sanatını ifade eder. Foucault (ö. 1985) Batı felsefe geleneğinin Delfik düstur olan “Kendini bil”i (gnothi sauton) sık bir biçimde öne çıkardığını, buna mukabil “kendilik kaygısı”nı (epimelesthai sautou) ihmal ettiğini öne sürer. Düşünüre göre “kartezyen uğrakla yani apaçıklık (évidence) ilkesinin hakikate erişimde biricik kıstas haline gelmesiyle birlikte ‘Kendini bil’ nihai ve başat bir yorum çerçevesine kavuşacak ve bu durum ‘kendilik kaygısı’nı daha da fazla unutulmaya itecektir. Bununla birlikte bu iki ilke Yunanca ve Latince metinlerde iç içe geçmiş olarak bulunur. Sokrates’in diyaloglarında, Xenephon’da (ö. MÖ 354), Hipokrates’te (ö. MÖ 377) ve yeni-Platoncu gelenekte vs. kişi kendine özen göstermeli yani kendi için kaygı duymalıdır. Burada “kendine özen gösterme” olarak “kendilik kaygısı”, “kendini bilme”den önce gelir. Başka bir ifadeyle “kendini bilme” “kendilik kaygısı”na bağlıdır.

İmdi bu noktada Antikçağ felsefesinden çıkarabileceğimiz en önemli derslerden biri “katezyen uğrağın”, dolayısıyla Modernçağ’ın bize unutturduğu şu gerçektir: Hakikat araştırması daima somut pratikler içerir, fiili bir angajmanı varsayar, egzistansiyel bir teveccühü gerektirir. Yoksa soyut, entelektüel ve teorik bir çaba bir başına yeterli değildir. Benliğin çeşitli pratikler yoluyla dönüşümü sağlanmalıdır ki ölümle ve dolayısıyla hayatla doğru/uygun bir ilişki kurulabilsin, keza hakikate vusul mümkün olabilsin. Sonuç olarak, Sokrates, Savunma’da (29d-e), Atinalıya “Alabildiğine çoğaltmak üzere servetine, keza ününe ve şerefine özen göstermekten utanıp sıkılmıyorsun; ama boyuna iyileştirilmesi gereken aklına, hakikate ve ruhuna gelince bunları düşünmüyor, bunlardan dolayı kaygı duymuyorsun” (29d) diyor ve onu “kendiyle ilgilenmeye/kendine özen göstermeye” davet ediyordu. Filozof, nihayet ölüme mahkûm edildiğinde Atinalı hâkimlere “insanlara, zenginlikleri ve şerefleriyle değil de nefisleri ve ruhları ile ilgilenmeleri gerektiğini” hatırlatma yetkisi kendisine verenin Tanrı olduğunu söylüyordu. Bu sözler 2 bin 500 yıl önce yaşamış Sokrates’in (ö. MÖ 399) sözleri, bu tavır Sokratik tavır. Bugün, modern insan için ne mana ifade eder bu sözler, ne demeye gelir bu tavır? Bu sözler çok mu ilgisiz, bu tavır çok mu uzak bize? Buradan bizim için de çıkarılacak dersler yok mudur? Hem niçin felsefe okuruz biz? Bilgimizi arttırmak, merakımızı gidermek ya da entelektüel tatmin için mi? Yoksa umumi manada bilgiyle, hususi manada felsefe ile bağımız hayati-varoluşsal bir mahiyette mi? İmdi bu büyük filozofun sözlerindeki, hayatındaki ve tabii ölümündeki ibretler bizi ne ölçüde ve ne bakımdan ilgilendiriyor?

Hikmeti arıyor muyuz?

Bu soruların cevapları bizim bizatihi hikmete talip olup olmamamızla doğrudan doğruya bağlantılıdır. Hikmetse nazari boyutu yanı sıra ameli boyuta da sahip olan bir kıymettir. Hikmeti seviyor, ona sahip olmak gibi bir amaç taşıyor muyuz? Hikmetle bağımız nedir, onu arıyor muyuz? Bunun için kendimizi yoklamalı, kendimize bazı sorular sormalıyız belki de. 

Önce “herkes” içinde, umumi akışta, genel-geçer olanda kendimiz kaybetmiş olmaktan şikâyetçi miyiz bunu bir kendimize soralım. Sonra sürdüğümüz hayat hiç de arzu etmediğimiz, lalettayin ve sahicilikten uzak bir hayat mı, kendimizi bir yoklayalım. Giderek hayat ve ölüm ya da ölümlü hayat bizim için hakikatte ne mana taşıyor, üstünde bir duralım. “Herhangi biri” olmaktan kurtulmak, kendimizi bulmak, kısaca kendimiz olmak gibi bir kaygı taşıyor muyuz, bir gönül sahibi olmaya, içselliğimizi geliştirmeye, ruhumuzu arıtıp yükseltmeye istek duyuyor muyuz, içimize dönüp bir bakalım. Vel-hâsıl, bizi ilgilendirmeyen şeylerden uzak durarak kendimize zaman ayıralım ve kendi üzerimize katlanarak gerek yaklaşmakta olan ölümümüze gerekse henüz yaşamakta olduğumuz hayatımıza, kısacası varoluşumuza dair umumi bir muhasebe yapalım. Evet, nefsimizi hesaba çekelim ve bu arada otokritik yapan nefse yani nefs-i levvâme’ye (Kıyamet, 75/2) neden yemin edilmiş olduğu üzerinde bir lahza olsun duralım.

[email protected]