Kentsel dönüşüm ‘Aziz İstanbul’u imar edebilir mi?

Yunus Emre Tozal / Harita Mühendisi
3.02.2018

Yahya Kemal için şehir olmaktan ileri bir anlam barındıran İstanbul; vatanın birliği, tarih şuuru, mimarlık sanatı, musiki ve maviliğine doyum olmayan denizdir. Örneğin Süleymaniye, Yahya Kemal’e bütün memleketin varlığını aksettiren bir manzara gibidir. O manzarada “mübarek” ve “garip” bir “âlem” mevcuttur. Peki, Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’u, 1453’ten günümüze ihtişamıyla, insanı esir alan yapısıyla gelen bu kutlu şehir, ilk ne zaman fire vermeye, yabancılaşmaya başlamıştır?


Kentsel  dönüşüm ‘Aziz İstanbul’u imar edebilir mi?

Rasim Özdenören, insanın yalın halde kâinatta yaşayamayacağını, kâinatı kendisine yaşanabilir kılma çabasının fıtratında varolduğunu belirtirken, insanın örtme örtünme hissinin elbise ve şehir inşa etmeyle vücut bulduğunu belirtir. (Rasim Özdenören-Kent İlişkileri) İnsanın yaşayacağı yeri inşa etmesi, tarih boyunca birike birike süregelmiş, biriktikçe şehirler de insanlar gibi zenginleşmiştir. Bağdat’ın, Kudüs’ün, Paris’in ya da Berlin’in içinde taşıdığı şey, bünyesinde yaşadığı insanların kâinatta keşfettikleri ve yorumladıklarından ibarettir. Bağdat bir ilim şehriyken, kütüphaneler dolusu kitapların geleceği, şehrin de geleceğini etkilemiş ve ne zaman kütüphaneler yakılıp yıkıldıysa Bağdat da o vakit harabeye dönmüştür. Endülüs de öyledir Saraybosna da Roma da Berlin de. Elbette İstanbul da öyledir. 1453 tarihinden itibaren şaha kalkmış, medeniyet şehirlerinin gözbebeği durumuna gelmiş, hemen her konuda dünya tarihinin en önemli kentlerinden biri haline gelmiştir. Hiç şüphesiz bu durum, İstanbul’u ellerinde tutan insanların da dünyaya bakış açılarından kaynaklanmaktadır. İstanbul’u fetheden Türkler, sahip olmak için değil, şahit olmak için fethetmiş, o yüzden de fethettikten sonra icraatlarıyla şehre muhteşem dokular kazandırarak baştanbaşa donatmışlardır.

Bir şehrin medeniyet birikimlerini üzerinde toplaması ve geleceğe taşıyabilmesi, öyle kolayca oluşacak bir durumdan ibaret değildir. İstanbul, kendisinden önce oluşan medeniyetlerin zenginliklerini kendinde toplamış, geçmişi taklit ederek değil, zamanın ruhunu yakalayarak ve sorunları aşarak bir dünya şehri haline gelmiştir. Şehir, mekân ile onu şekillendiren insan arasındaki karşılıklı özne-nesne ilişkisinden doğacak medeniyet ile özgünlüğünü yakalar. İstanbul da tarih boyunca yaşadığı toplulukların medeniyetleriyle Fatih zamanına kadar gelmiş, Fatih’le birlikte şehir nesne konumundan özne konumuna geçerek adeta çağ atlamıştır. Çağ açıp kapatan bir şehrin vizyonundan nasıl oldu da bugünlere gelindi peki?

Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’u, tarihinden ve medeniyet zenginliğinden kopmayan bir şehirdir ve Yahya Kemal bu şehre âşıktır. Her köşesinde yaşanılacak, bütün değerleriyle hissedilecek bir şehir olan İstanbul’u semt semt, sokak sokak gezerek anlatan Yahya Kemal, İstanbul’u İstanbul yapan değerler üzerinde durmuştur. Yahya Kemal için şehir olmaktan ileri bir anlam barındıran İstanbul; vatanın birliği, tarih şuuru, mimarlık sanatı, musiki ve maviliğine doyum olmayan denizdir. Örneğin Süleymaniye, Yahya Kemal’e bütün memleketin varlığını aksettiren bir manzara gibidir. O manzarada “mübarek” ve “garip” bir “âlem” mevcuttur.

Bu diyar, dünya durdukça...

Yahya Kemal “Aziz İstanbul”da Türklerin İstanbul’u nasıl imar ettiğini, hangi amaçlarla hangi usul ve gayelerle yapılar inşa ettiklerini anlatır. Bir halk halis ve ahenk içerisinde yaşıyorsa, Yahya Kemal’e göre orada iklimden anlayan, gerçek ve hassas sanatkârlar yetişebilir ki, İstanbul’u fetheden Türkler, sanki İstanbul’un tepelerine mimari açıdan şekil verirken “Artık bu diyar dünya durdukça Türk kalacaktır” dediklerinin hissedildiğine değinir. Hatta bu cümleyi belki de İstanbul’u gören ilk Türklerin söylediği de rivayet edilir. 1071 yılından 10 sene sonra Selçuklu orduları Anadolu’da ilerlediğinde, 1081 yılında Türk atlılarının ilk defa İstanbul’un karşı sahilinde Fenerbahçe’yle Üsküdar arasında göründükleri anlatılır. Ayasofya kubbesini ilk defa Anadolu yakasından gören Türkler de bu Türklerdir ve Üsküdar ilk o zaman fethedilir.

Yahya Kemal, İstanbul’un fethedilmeden önce, virane bir şehir olduğunu, Türklüğün bu şehri imarlı bir halde bulmadığını belirtir. Aynı tespiti Yahya Kemal’in akranı olan Ahmet Refik Altınay da Eski İstanbul kitabında yapar. İstanbul’un ilk banisinin Kostantin, ikinci banisinin Fatih olduğunu belirtir. Yahya Kemal, Türklerin asırlarca Avrupa’nın yegâne medeniyeti olmuş ve şaşaasıyla bütün milletlerin gözlerini kamaştırmış bir devletin harabesi üzerine kurulu halini gördüğünü ve bu harabeyi tabiri caizse nakış nakış örerek henüz bir asır bile geçmeden şaha kaldırdığını anlatır. Ünlü tarihçi Charles Diehl de 1822’de Galatasaray Lisesi’nde verdiği bir derste Bizans’tan kalan şehirle Türklerin imar ettiği şehir arasında ciddi farklılıkla-rın ve dünya görüşünün bulunduğunu belirtir ve Bizans’ın ekonomik durumlardan ötürü İstanbul’u Frenk İstilası’ndan sonra imar edemediğini, hakikaten virane olarak Türklerin eline geçtiğini uzun uzadıya anlatır. Yahya Kemal bu durumun kesinlikle abartılmadığını, İstanbul’un Türklerin eliyle ihtişamına, bütünüyle medeniyet ruhuna sahip olduğuna değinerek, Üsküdar’ı örnek gösterir.

Kitaplarda mı kaldı?

Üsküdar, fetihten önce küçük bir şehirdir ama fetihten sonra Çamlıca’ya kadar uzanarak genişler, tepeleri ve sakinliğiyle dikkatleri çeker. Yine Boğaziçi ıssızdır, birkaç kilisenin dışında herhangi bir hareketlilik yoktu, öyle ki Yahya Kemal’in tabiriyle Çanakkale Boğazı’nı andırıyordu. Fetihten sonraysa iki sahil boyunca İstanbul’un gözbebeği olmuş, her zaman temaşa edilesi bir yer halini almıştır. Peki, Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’u, 1453’ten günümüze ihtişamıyla, insanı esir alan yapısıyla gelen bu kutlu şehir, ilk ne zaman fire vermeye, yabancılaşmaya başlamıştır? Yahya Kemal noktayı ekonomiye getirir ve İstanbul’da büyük zanaatın küçük zanaatı tükettiği zaman İstanbul’un da tükenmeye başladığını belirtir. Pazarlarda yabancı -tabiri caizse- markaların satılmaya başladığı an, İstanbul’a darbe vurulmaya başlanmıştır. Acaba şu anı görebilseydi Yahya Kemal, neler derdi İstanbul için? Yaşadığımız çarpıklığı görseydi, Ayfer Tunç gibi eski İstanbul’un sadece kitaplarda kaldığını mı söylerdi? Bir zamanlar İstanbul’u keşfettikçe kendisine geldiğini söyleyen, hatta İstanbul’u tamamen keşfedemeden ölmek istemeyen ve bu konuda hayli telaşlı olan o mübarek zat, şehrin şimdiki halini görebilseydi neler derdi acaba bilinmez ama iyi şeyler söylemeyeceği kesin. Çarpık kentleşmenin sonuçlarını kültür ve medeniyet zenginlikleriyle, mimari yapılar ve estetik güzelliğini kaybetmeyle ödeyen İstanbul, halen önü alınamaz bir süreçte kendini kaybetmeye devam etmektedir.

Bugün İstanbul, iki zıt kutba ayrılmış bir şehirdir. Bir tarafta tarihi yarımada, diğer tarafta modern İstanbul. Bir tarafta Eminönü, Üsküdar, Fatih, Haliç, Eyüp, Zeytinburnu yani suriçi. Diğer tarafta hâlâ genişlemekte olan Beylikdüzü, Mecidiyeköy, Ataşehir, Tuzla, gibi İstanbul’un modern yüzünü rezidanslarla, yüksek kulelerle ve modern yapı tarzlarıyla şehrin hem içinde hem dışında gelişmekte olan yerler. Gökdelenlerdeki “home ofis” veya “residence”ların “en makbul yaşanacak yer” olarak lanse edilmesi, olsa olsa 21. yüzyılın insanın fıtratına ve şehrin kalbine yapılan en büyük illüzyondur. Zaten Korkut Tuna da E. W. Burgess’in modern hayatın -gökdelen, büyük mağazalar gibi- tipik özelliklerinin Amerikan tipi şehircilik olduğunu belirtir. Dolayısıyla şehrin insanla kurduğu bağda da sorunlar, modern şehircilik algılayışının sorunları olarak göze çarpmaktadır. Tuna, Burgess’in sosyal hayatta ortaya çıkan ve bunların içinde bizi korkutan, şaşırtan boşanma oranları, çocuk suçluluğu, sosyal huzursuzluk gibi istatistik verilerinin artışı, şehirle insanın bir arada kaynaşamadığı, şehrin insanı bunalttığı kentlerde görülmekte olduğunu söylediğini belirtir. (Korkut Tuna - Şehirlerin Ortaya Çıkışı ve Yaygınlaşması Üzerine Sosyolojik bir Deneme)  Oysaki şehir, insanı sıkmamalıdır, insanın yaşam enerjisine enerji katmalı, dinlendirmeli, hem ruhen hem bedenen insanla bağ kurabilmelidir. Bu noktada en büyük eksiklerimizden biri, kendi iç dinamiklerimizi bilmeyişimiz ve zenginliklerimizi de sahiplenmeyişimiz olsa gerek. Eğer bir önlem alınamazsa, İstanbul’un kangren olmuş yaralarına merhem sürülmezse, gelecek yıllar için İstanbul, çok daha kaosun ve karmaşanın bir arada olduğu; tarihin ve kültürün yitirildiği, sokağın ve mahallenin kalmadığı bir şehre dönüşecek.

Biz bugün yaptıklarımız ile geleceğimizi belirliyoruz. Bugün güçlü ve sağlıklı olan bizler yarın bu imkânı kaybedeceğiz, yarın kurduğumuz bu mekânlar bizlere yaşlı ve güçsüz insanlar olarak şehirde, ürettiğimiz mahallelerde yer açacak mı, yoksa steril evlerde bir başımıza mı kalacağız? Hürmet ve saygı görerek bizden önceki nesiller ve çocuklarımız ile birlikte bu şehrin sokaklarını ve parklarını paylaşabilecek miyiz? Dünü ve bugünü, zayıf ve güçlüyü, yaşlı ve genci ile şehirlerimiz bizi harmanlayacak mı yoksa ihmal mi edecek? Dün çocuklarımıza gösterdiğimiz ihtimam, merhamet ve şefkati şehir bize ne kadar sunacak?

Beyazıt Meydanı projesi

İstanbul’un meydanlarında hummalı bir çalışma var. Beyazıt Meydanı da bunlardan biri… Turgut Cansever’in Beyazıt Meydanı projesi 1957’de yapılan tahribatın sorumlularının entrika ve muhalefetleri ile eksik bırakılmış, halkın bilinçle, binlerce mektup ile talep ettiği ve projenin esasını teşkil eden yapılar inşa ettirilmemişti. Bunların üzerine üniversitenin kapısı önündeki platforma dikilmesi planlanan ağaçların dikilmesi engellenince meydanın öngörülen zarif tuğla döşeme ve mozaik granit parke ile kaplanması yerine meydan kaba, granit kaya blokları ile kaplandı. Projelerde öngörülen meyil düzeni bozuldu. Meydanı süsleyecek çeşme, havuz, çiçek tarhları inşa edilmedi. Meydanın önemli bir unsuru olan alt geçit tamamlanmadı ve uzun yıllar çöplük gibi bakımsız olarak işlevsize kullanıldı. Turgut Cansever, hatıralarını yazdığı dönemlerde de meydana müdahalelerde bulunulduğunu aktardığı yazısında, “Bugün de proje hakkında hiçbir fikir sahibi olmayan ve kim oldukları belirsiz kişiler, isimlerini açıklamadan ve sorumluluk yüklenmeden meydanda ilkel müdahalelerini sürdürüyorlar” diye sitemlerde bulunmuştu. Aradan geçen uzun yıllar sonra İBB, meydan düzenlemesinin ilk etabında, yüksek araçların girişine izin vermeyen Darülfünun Alt Geçidi’ni yeniledi. Yüksekliği 2.90 metreden 4.70 metreye çıkartılan alt geçidin ismi de Vezneciler Alt Geçidi oldu. Alt geçitteki çalışmalarla paralel olarak başlayan Beyazıt Meydanı’ndaki çalışmalar da hız kazandı. Elektrik İdaresi’nden İstanbul Üniversitesi ana kapısına kadar olan bölüm tahta ve saç levhalarla kapatıldı. İBB, Beyazıt Meydanı ve Çemberlitaş meydanları ile bu meydanlara erişim sağlayan Ordu Caddesi, Yeniçeri Caddesi, Divanyolu Caddesi, Vezneciler Caddesi ve Fuat Paşa Caddesi dâhil olmak üzere toplam 228 bin 400 metrekarelik alanda neler yapacağının ayrıntılarını yakında açıklayacak. Biz de süreci ilgiyle izliyor ve çıkacak sonucun Cansever’in projesiyle ne derece uyuşacağını merak ediyoruz.

@yunusemretozal