Kıbrıs'ta çözüm arayışları: Tarihî haklar, Doğu Akdeniz jeopolitiği ve Türkiye ile bütünleşme tartışması

Dr. Mustafa Berat Keskin/ Türk Alman Üniversitesi
28.11.2025

Kıbrıs, Mavi Vatan doktrini açısından yalnızca deniz yetki alanlarıyla değil, Doğu Akdeniz'de ortaya çıkan enerji koridorları ve yeni ittifak ağlarıyla da belirleyici konumdadır. Bölgedeki doğal gaz rezervleri, adayı küresel enerji jeopolitiğinin odağına yerleştirmiş; bu durum ABD, Fransa, İsrail ve Yunanistan gibi aktörlerin bölgede askerî ve ekonomik varlığını artırmasına yol açmıştır. Böylece Doğu Akdeniz, enerji, deniz hukuku ve askerî ittifakların kesiştiği yeni bir rekabet alanına dönüşmektedir. Bu bağlamda Türkiye–KKTC ilişkisi yalnızca güvenlik değil, deniz yetki anlaşmaları, enerji paylaşımı ve bölgesel diplomasi açısından da stratejik bir ortaklık niteliği taşımaktadır.


Kıbrıs'ta çözüm arayışları: Tarihî haklar, Doğu Akdeniz jeopolitiği ve Türkiye ile bütünleşme tartışması

Dr. Mustafa Berat Keskin/ Türk Alman Üniversitesi

Osmanlı Devleti Kıbrıs'ı fethetmeden önce ada, Venediklilerin hâkimiyetinde olup Doğu Akdeniz'de adeta bir korsan üssü olarak kullanılmaktaydı. Kıbrıs'tan hareket eden gemiler Osmanlı ticaret gemilerine ve hac kafilelerine saldırarak bölgedeki güvenliği ciddi biçimde tehdit ediyordu. Bu durum özellikle 16. yüzyılın ortalarından itibaren Kıbrıs'ı Osmanlı açısından daha stratejik bir konuma getirdi. Ayrıca, Venediklilerin ada halkına uyguladığı baskıcı yönetim ve ağır vergiler 1562'de bir isyana yol açmış, bu gelişme Osmanlı müdahalesi için uygun bir ortam hazırlamıştı. 1570 yılına gelindiğinde, Lala Mustafa Paşa ile Piyâle Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Kıbrıs'ı fethetmek üzere harekete geçti. İlk olarak Limasol, Larnaka ve Lefkoşa ele geçirildi ve böylece ada büyük ölçüde Osmanlı hâkimiyetine girdi. 1571 Ağustosunda Magosa'nın da alınmasıyla fetih tamamlandı. Venedik ise adanın Osmanlı Devleti'ne geçişini ancak 1573'te yapılan antlaşmayla resmen kabul etmek zorunda kaldı.

1571'den 1878'e kadar, yaklaşık 307 yıl boyunca Kıbrıs Adası Osmanlı egemenliğinde kaldı ve Doğu Akdeniz'de güvenli bir liman konumuna geldi. 1878'e gelindiğinde ise, Berlin Kongresi öncesinde Osmanlı Devleti'nin Rusya karşısında aldığı yenilgiden yararlanan İngiltere, adanın geçici olarak kendisine devredilmesi karşılığında bazı taahhütlerde bulundu. Buna göre, Rusya Osmanlı Devleti'nin Asya'daki topraklarına—özellikle Kars, Ardahan ve Batum gibi bölgelere—el koymaya teşebbüs ederse, İngiltere Osmanlı'yı savunacaktı. Böylece ada, teorik olarak Osmanlı'ya ait görünse de, yönetim 4 Haziran 1878 tarihli Kıbrıs Konvansiyonu ile fiilen İngilizlere bırakıldı. İngiltere, kısa süre içinde adadaki Osmanlı hukukunu sınırlamaya başlayacaktı; tapular ve vakıf malları üzerinde tasarrufta bulunarak müdahalelerde bulundu. Bu süreçte Rumlar da vakıf ve devlet arazilerini ele geçirmeye yöneldi. Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'na Almanya'nın yanında katılması üzerine ise, İngiltere 5 Kasım 1914'te Kıbrıs'ı tek taraflı olarak ilhak etti.

Uluslararası politikada gerilim alanı

1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye, Kıbrıs'ın İngiltere tarafından ilhakını tanımak zorunda kalmıştı. Bu durum Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki konumunu zayıflatırken, Yunanistan tarafından yeni bir jeopolitik fırsat olarak değerlendirildi. Üstelik Yunanistan, Ege Denizi'ndeki birçok adayı da büyük devletlerin desteğiyle ve ciddi bir çatışma yaşanmadan işgal etmişti. Oysa bu adalar, Osmanlı tarafından Yunanlardan değil, Venedik ve Ceneviz gibi Latin devletlerinden uzun ve zorlu savaşlar sonucunda alınmıştı. Buna rağmen Yunanistan, elde ettiği bu avantajları Kıbrıs'a yönelik yeni talepler için bir basamak olarak kullanmaya başlayacak ve böylece Kıbrıs meselesi uluslararası politikada yeni bir gerilim alanı haline gelecekti.

Adada giderek güçlenen Yunan propagandası ve 1931'de patlak veren ENOSİS (Yunanistan'a bağlanma) yanlısı ayaklanma, Türklerin Kıbrıs'taki geleceği açısından ciddi bir tehdit olduğunun ilk göstergesiydi. 1950 yılında Başpiskopos III. Makarios'un öncülüğünde yapılan ENOSİS plebisiti ise bu sürecin devamı niteliğindeydi. 1955'te, Yunan asıllı subay Georgios Grivas'ın liderliğinde ENOSİS idealini gerçekleştirmek amacıyla EOKA adlı Rum yeraltı/terör örgütü kuruldu. Bu gelişme karşısında ise Türkler, güvenliklerini sağlamak ve adadaki varlıklarını korumak amacıyla Türk Mukavemet Teşkilatı'nı kurmuşlardı. İlerleyen süreçte Türklerin hedef alındığı saldırılar, baskılar ve zorla yer değiştirmeler giderek artacak, Kıbrıs meselesi iki toplum arasında derin bir çatışma alanına dönüşecekti.

1959'da Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında sağlanan uzlaşma sonucunda Zürih ve Londra Antlaşmaları imzalanmış ve 16 Ağustos 1960'ta bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuştu. Cumhurbaşkanlığına Başpiskopos III. Makarios, yardımcılığına ise Dr. Fazıl Küçük getirildi; devlet yapısı ise Türk ve Rum toplumlarının eşit ortaklığına dayanıyordu. Ancak kısa süre içinde Rum yönetimi, ENOSİS'i gerçekleştirme amacıyla anayasal düzeni değiştirmek istedi ve Türk tarafının buna karşı çıkması iki toplum arasındaki gerilimi artırdı. Bu gerginlik, 21–27 Aralık 1963'te tarihî kayıtlara "Kanlı Noel" adıyla geçen saldırılara sebep olacaktı. Rum güçlerinin Türk yerleşimlerine yönelik eylemleri sonucunda köyler kuşatıldı, evler yakıldı, birçok Türk zorunlu göçe maruz kaldı ve 100'den fazla kişi hayatını kaybetti. Olaylar, ortak devlet yapısını fiilen sona erdirmişti. Türklerin yönetimden dışlanması ise krize uluslararası bir boyut kazandıracaktı. İngiliz komutan Tümgeneral Peter Young'ın Lefkoşa haritası üzerinde yeşil kalemle çizdiği "Yeşil Hat" bu dönemde ortaya çıktı. Ardından Birleşmiş Milletler Barış Gücü adaya yerleşerek hattın gözetimini üstlendi ve ada bir bakıma ikiye bölünmüş hâle geldi.

İlerleyen yıllarda Rum saldırıları sürerken ENOSİS'in siyasal yollarla gerçekleşemeyeceğini gören Yunanistan'daki askerî cunta, hedefi zorla hayata geçirmek istedi. Cumhurbaşkanı Makarios ise ENOSİS'i ertelediği ve süreci yavaşlattığı için engel olarak görülüyordu. Bu nedenle 15 Temmuz 1974'te Yunan cuntasının desteğiyle Makarios'a karşı darbe yapıldı ve ENOSİS yanlısı Nikos Sampson yönetim başına getirildi. Bu durum esasen adanın fiilen ilhak girişimiydi. Artık Türkiye'nin müdahale etmemesi durumunda adanın Yunanistan'a bağlanması kaçınılmazdı.

Bu gelişmeler üzerine Türkiye, 1960 Garanti Antlaşması'ndan doğan hakkını kullanarak önce diplomatik girişimlerde bulunmuş ancak sonuç alınamayınca 20 Temmuz 1974'te Kıbrıs Barış Harekâtı'nı başlatmak zorunda kalmıştı. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin müdahalesiyle darbe yönetiminin planı durduruldu ve Kıbrıslı Türklerin güvenliği sağlandı. Harekât sonrasında bugün de geçerli olan kuzey sınırı şekillenirken birçok Türk güneyden kuzeye, Rum ise kuzeyden güneye göç etmek zorunda kaldı. Bu süreçte özellikle Baf, Limasol ve Larnaka'daki Türkler ağır saldırılara uğramışlardı ve bölgede birçok toplu mezar daha sonra ortaya çıkacaktı.

1975'te Kıbrıs Türk Federe Devleti ilân edilerek Türk tarafı çözüm için federatif bir model önermişti. Amaç, iki toplumun eşit ortaklığının korunmuş bir yapıda Kıbrıs'ın tek devlet çatısı altında yeniden bir araya gelebilmesiydi. Ancak siyasi tıkanma, Rum tarafının biçim değişse de ENOSİS hedefinden vazgeçmemesi ve müzakerelerin sonuçsuz kalması nedeniyle süreç ilerleyemedi. Bu durumun sonunda 15 Kasım 1983'te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilân edildi.

KKTC'nin ilan edilmesi, federasyon arayışının sona erdiği anlamına gelmeyecekti. Türk tarafı uluslararası tanınma sorununa rağmen çözüm için federatif modeli savunmaya devam etti. BM gözetiminde sürdürülen müzakerelerin temelini, daha önce 1977'de Denktaş-Makarios ve 1979'da Denktaş-Kyprianou arasında imzalanan doruk anlaşmaları oluşturuyordu; bu anlaşmalar çözümün iki toplumlu ve iki bölgeli federal bir yapıya dayanacağını öngörüyordu. Türk tarafı yıllar boyunca bu ilkeleri desteklerken, Rum yönetimi siyasi eşitlik ve güç paylaşımını içeren bu modeli uygulamaya yanaşmadı. 2004'teki Annan Planı ise, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlanan ve Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm getirmeyi amaçlayan yine federasyon temelli bir plandı. Plan, Türk ve Rum kurucu devletlerinden oluşacak ortak bir yapı öngörüyor; mülkiyet ve toprak sorunlarının hem tazminat hem de iade yoluyla çözümlenmesini, güvenlik sisteminin ve garantörlüğün devam etmesini düzenliyordu. Böylece Türk tarafı siyasi eşitlik ve güvenlik kazanırken Rum tarafı bazı toprak ve mülkiyet avantajları elde edecekti. 24 Nisan 2004'te yapılan referandumda Türkler plana "evet", Rumlar ise "hayır" dedi; buna rağmen Güney Kıbrıs'ın AB'ye tek taraflı üye yapılması, sorunu daha da karmaşıklaştırarak müzakere sürecinde yeni bir dengesizlik yarattı.

Eşitliğe dayalı çözüm arayışları

Kıbrıs meselesi çözümsüzlüğünü korurken Türkiye, Kuzey Kıbrıs'ın siyasi varlığını güçlendirmek ve kalıcı barışın sağlanması için her dönemde iki toplumun eşitliğine dayalı bir çözümden yana tavır aldı. Buna karşın Rumlar, yönetimi paylaşmak yerine tüm adada tek hâkim unsur olma iddiasını sürdürdü ve Türkleri siyasi ortak değil, azınlık görmeye dayalı bir tutumdan vazgeçmedi. Yunanistan'ın Ege'deki adaları Batılı devletlerin desteğiyle elde etmiş olması, Rum tarafına Kıbrıs'ta da benzer bir sonuç bekleme cesareti vermişti anlaşılan; ancak Türkiye'nin 1974 müdahalesi, Rumların adayı tek taraflı yönetme girişimini sona erdirerek Türk toplumunun adadaki varlığını güvence altına aldı. 1930'lardan bu yana yaşanan süreç, iki toplum arasında kalıcı bir çözümün ancak siyasi eşitliğe dayalı bir yapıyla mümkün olabileceğini ortaya koydu. Bugün gelinen noktada Kıbrıs sorununun sürmesinin nedeni, Türkiye değil, Rum tarafının eşitlik temelli bir yapıyı kabul etmeyen uzlaşmaz siyasetidir.

Hal böyleyken, Kıbrıs'ta yakın dönemde bu tarihsel süreçten yeterince ders çıkarılmadığını düşündüren bir gelişme yaşandı. 19 Ekim 2025'te yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ersin Tatar'a karşı federasyon yanlısı Tufan Erhürman'ın zafer kazanması, Kıbrıs Türk kamuoyunda federasyon fikrinin hâlâ önemli ölçüde destek bulduğunu göstermekteydi. Oysa geçmişte yürütülen federasyon müzakereleri, Rum tarafının ortak siyasal yapıyı paylaşmak istememesi nedeniyle defalarca sonuçsuz kalmış ve Kıbrıs Türklerinin güvenliği yalnızca Türkiye'nin garantörlüğü ile sağlanabilmişti. Bu nedenle federasyon yönelimindeki her siyasi eğilim, çözüm arayışından çok, karşı tarafın niyetine bağımlı bir belirsizliği yeniden üretme riski taşımaktadır.

Öte yandan KKTC'nin geleceği yalnızca Kıbrıs Türklerinin iradesiyle değil, Türkiye'nin garantörlüğü, askerî caydırıcılığı ve Doğu Akdeniz'deki güç kapasitesiyle doğrudan ilişkilidir. Türkiye'nin Kıbrıs'taki varlığı, tarihî bağların ötesinde, enerji kaynakları, deniz yetki alanları ve bölgesel güvenlik dengeleri açısından stratejik bir zorunluluktur. Bu nedenle Türkiye, 1571'den beri şekillenen jeopolitik çıkarlarından vazgeçemeyeceği gibi, Kıbrıs'taki askerî ve siyasî varlığını Doğu Akdeniz'deki güç mücadelesinin bir sonucu olarak sürdürmek durumundadır.

Doğu Akdeniz jeopolitiğinin ayrılmaz bir bileşeni

Bu çerçevede Devlet Bahçeli'nin son dönemdeki açıklamaları, güncel siyasî bir çıkıştan ziyade tarihsel tecrübelerin ortaya koyduğu realist perspektifle okunmalıdır. Bahçeli'nin federasyonu "geçersiz ve geleceksiz" olarak nitelendirmesi; 1960 ortaklık devletinin işlemez hale gelmesi, 1963–1974 dönemindeki saldırılar, 2004 Annan Planı'nın Rumlar tarafından reddedilmesi ve 2017 Crans-Montana görüşmelerinin başarısızlığı gibi deneyimlerden beslenen tarihsel bir değerlendirmedir. Bu çerçevede Bahçeli'nin KKTC Meclisi'nin toplanarak federasyon seçeneğini kesin biçimde reddetmesi ve gerekirse Türkiye ile birleşme yönünde irade ortaya koyması çağrısı, ideolojik bir tercih değil, tarihsel tecrübenin yarattığı stratejik bir zorunluluk olarak okunmalıdır. Dolayısıyla söz konusu söylem, Türkiye'nin ulusal güvenliği ve Doğu Akdeniz jeopolitiğinin ayrılmaz bir bileşeni olarak ele alan bir devlet aklı yaklaşımı niteliğindedir.

Kıbrıs, Mavi Vatan doktrini açısından da yalnızca deniz yetki alanlarıyla değil, Doğu Akdeniz'de ortaya çıkan enerji koridorları ve yeni ittifak ağlarıyla da belirleyici bir konumdadır. Bölgedeki doğal gaz rezervleri, adayı küresel enerji jeopolitiğinin odağına yerleştirmiş; bu durum ABD, Fransa, İsrail ve Yunanistan gibi aktörlerin bölgede askerî ve ekonomik varlığını artırmasına yol açmıştır. Böylece Doğu Akdeniz, enerji, deniz hukuku ve askerî ittifakların kesiştiği yeni bir rekabet alanına dönüşmektedir. Bu bağlamda Türkiye–KKTC ilişkisi yalnızca güvenlik değil, deniz yetki anlaşmaları, enerji paylaşımı ve bölgesel diplomasi açısından da stratejik bir ortaklık niteliği taşımaktadır.

Bu tarihsel ve jeopolitik koşullar ışığında, KKTC'nin geleceğine dair daha bütünleşik bir siyasal model —hatta egemenlik devri yoluyla Türkiye ile birleşme ihtimali— uzun vadede hem Kıbrıs Türklerinin kolektif güvenliği hem de Doğu Akdeniz'deki bölgesel güç dengeleri açısından rasyonel ve sürdürülebilir bir seçenek olarak değerlendirilebilir.