Kıbrıs’tan neden vazgeçemeyiz?

Doç. Dr. İsmail Şahin / BANÜ Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
12.01.2020

Kıbrıs demek Akdeniz demektir. Akdeniz ise kadim zamanlardan bugüne dünya siyasetine yön veren jeopolitik bir merkezdir. O halde Türkiye’nin Akdeniz siyaseti ile Kıbrıs siyaseti arasında bir eşgüdümün olması zaruridir ve bu ikisi birbirinden ayrı düşünülemez. 1974 Kıbrıs harekâtı ile 2019 tarihli Libya mutabakatına gösterilen kuvvetli direnişin köklerini burada aramak gerekir.


Kıbrıs’tan neden vazgeçemeyiz?

Dünyanın en büyük ve en derin iç denizi olan Akdeniz, coğrafi olarak doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Sicilya ile Tunus arasındakalan dar bölgenin doğu kısmına“Doğu Akdeniz”, batısında kalan kısmına ise “Batı Akdeniz” denilmektedir. Tarih boyunca Avrupa ile Asya arasındaki ticareti, limanları ve geçitleri vasıtasıyla buluşturan Akdeniz, bu nedenle çok sayıda uluslararası mücadeleye ve çatışmaya konu oldu. Ticaretin yanı sıra semavi dinlerin kutsal şehirlerinden Kudüs, Mekke ve Medine’nin bu coğrafyada olması, Akdeniz’e önem katan başka bir özellikti. 

Ticaretin emniyeti 

Dolayısıyla ticaret ve hac yollarına hâkim olma düşüncesini, Akdeniz’de çatışmaların hacmini artıran başlıca faktörler olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu sebeple ticaretin emniyeti ile hac güvenliği, zaman içerisinde Akdeniz’in kıyıdaş devletlerinin en önemli meselesi haline geldi. 

Kıbrıs’ın, deniz aşırı ticarî faaliyetlerin ve hac ulaşımının kesiştiği mevkide bulunması, bu adaya stratejik bir değer yüklenmesine yol açtı. Kıbrıs’ın bu stratejik değeri; Anadolu, Suriye, Filistin ve Mısır’a olan konumundan ileri geliyordu. Başka bir ifadeyle, Kıbrıs’ın Avrupa, Doğu Akdeniz ve Batı Asya ile politik, dini ve siyasi bir eşgüdüm içerisinde olması, onu diğer adalardan ayıran en önemli unsurdu. Bu durum haliyle Avrupa’da meydana gelen bölgesel ve uluslararası şartların Doğu Akdeniz’in en büyük adası olan Kıbrıs’ı da etkilemesine neden oldu.

Kara, hava ve deniz ulaşımında yaşanan teknik ilerlemeler; kesintisiz, uzun soluklu yolculuklara imkân tanımıştır. Yine benzer şekilde silah teknolojisinde kaydedilen yenilikler, uzun menzilli silahları orduların hizmetine sokmuştur. Bu gelişmeler doğal olarak Ortaçağ boyunca kısa süreli deniz yolculuklarının dinlenme limanı olan Kıbrıs’ın, görece öneminin azalmasına sebep oldu. Bu değişimi referans alan birçok uzman adanın eski stratejik ehemmiyetinin kalmadığını öne sürdü. Böylesine bir varsayımın büyük ölçüde nedeni, Kıbrıs’ın çevresiyle olan ilişkisinin göz ardı edilmesiydi. Hâlbuki Kıbrıs’ın stratejik değerinin kaynağı kendisi değil, konumlandığı coğrafyadır. 

Özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrası siyasî haritanın değişmesiyle birlikte, siyasi kalıplar da değişime uğradı. Batılı güçler, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da hiçbir aktörün geri adım atmayacağı, jeopolitik uyuşmazlıkların at başı gittiği, işbirliğine kapalı daha acımasız siyasibir düzen kurdular ve bölgeyi çatışmalar yoluyla kontrol altında tutmaya çalıştılar. İşte bu durumdan dolayı Kıbrıs’ın jeopolitik kıymeti, canlılığını korudu. Bu bağlamda Kıbrıs’ın; Anadolu, Suriye, Filistin ve Mısır’ın güvenliğinde anahtar bir görev üstleniyor olması, adanın işlerine çok sayıda aktörün bulaşmasına fırsat tanıdı. Kısacası, Kıbrıs’ın jeopolitik ve jeostratejik önemini çevresel dinamiklerde aramak ve bu çerçevede Türkiye’nin Kıbrıs politikasını, yalnızca Türkiye ile Kıbrıs arasına sıkıştırmamak,reelpolitiğe daha uygun bir yaklaşım olacaktır. 

Şayet Kıbrıs’ın bölgesel ve küresel ölçekteki jeopolitik anlamı tam manasıyla kavranamazsa, o zaman Doğu Akdeniz’e yönelik bütüncül bir siyaset tanzim edilemez. İşin özü, Kıbrıs demek Akdeniz demektir. Akdeniz ise kadim zamanlardan bugüne dünya siyasetine yön veren jeopolitik bir merkezdir. O halde Türkiye’nin Akdeniz siyaseti ile Kıbrıs siyaseti arasında bir eşgüdümün olması zaruridir ve bu ikisi birbirinden ayrı düşünülemez. Zaten uluslararası aktörlerin algısı her daim bu minvalde olmuştur. Türkiye’nin 1974 Kıbrıs harekâtı ile 2019 tarihli Libya mutabakatına gösterilen kuvvetli direnişin köklerini burada aramak isabetli bir tutum olur. Her iki olayı Batılı aktörler Akdeniz’deki çıkarlarını hedef alan bir tehdit olarak algıladı ve bu yüzden her iki olaya da şiddetli tepki gösterdiler. 

Tek uzlaşı modeli 

Yeri gelmişken şunu da hatırlatmakta fayda var. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de çatışmalardan uzak durabilmesinin tek yolu, kurulmak istenen uluslararası politik düzeni kabul etmesinden ve bu düzeni koruyup kollamasından geçer. Böylesi bir durumda Türkiye’ye düşen vazife, kendi menfaatlerinden vazgeçip, yeni uluslararası politik düzenin çıkarları uğruna mücadele etmektir. Bunun tersi her durumda Türkiye, çatışmayı göze almak mecburiyetindedir. 

Hal böyleyken, Türkiye üzerine yapılan analizlerde Ankara’ya çatışma yerine ittifak telkinlerinde, mevcut koşullar altında gerçekçi değildir. Zira Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra çizilen yapay sınırlar ile inşa edilen suni devletler, bölgesel ittifakları önleyici siyah ve beyaz bir şekilde tanzim edilmişlerdir. Bugün Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin önüne koyulan çözüm önerisi, Amerikan hegemonyasına uygun bir biçimde tasarlanmış ve Türkiye’ye, ne bağımsız ne de herhangi bir özerk alan bırakmayan bir modeldir. Ankara’nın bu modeli kabul etmeyen itirazlarının ve eylemlerinin, Amerikan üstünlüğüne meydan okuma şeklinde yorumlanmasının bir nedeni de bu siyasal bakış açısıdır. 

Ankara’nın Doğu Akdeniz’de, Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin uluslararası hukuka dayalı meşru haklarını savunduğu apaçık ortadadır. Fakat buna rağmen Türkiye, Doğu Akdeniz’de bölgesel hegemonya kurmakla itham edilmektedir. Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’deki etkinlik alanı kuşkusuz büyüktür. Ama bu etkinlik alanının derinliği iç ve dış dinamikler nedeniyle azdır. Dolayısıyla Türkiye’ye, savunduğu hakların teslim edilmesiyle eksik kalan bu derinliğin sağlanacağından, ciddi düzeyde endişe duyulmaktadır. Başka bir ifadeyle Türkiye’nin denizden Libya ve Mısır ile komşu olduğunu kabul etmenin siyaseten bir bedeli olacağını hesap eden aktörler, bunu engellemek üzere birlikte hareket etmektedir. 

Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın ısrarla Türkiye ile Kuzey Afrika arasına sokulmaya çalışılması, Batı’nın uluslararası lügatinde yer alan tampon devlet/bölge uygulamasının güncel izdüşümü olduğu ortada durmaktadır. Uluslararası hukuk açısından Türkiye, gerek Doğu Akdeniz’deki gerekse de Kıbrıs’taki davasında haklı olduğundan dolayı sürekli ekonomik şantaja maruz bırakılarak haklı davasından geri adım atması beklenmektedir. Çünkü Avrupa’nın geleneksel düşünce biçimine göre, Türkiye imparatorluk hülyasına kapılabilecek siyasi bir güçtür. 

Caydırıcı deniz gücü 

Doğu Akdeniz’de yaşanan kriz, siyasi coğrafyanın uluslararası ilişkilerde hayati bir unsur olduğunu yeniden ortaya koydu. Doğu Akdeniz’de doğalgaz kaynakları olmasa da bu bölgenin jeopolitik değerinde bir azalma meydana gelmez. Zira Doğu Akdeniz, ezelden beri jeopolitik açıdan bir çekim merkezidir. Bu bağlamda Kıbrıs müzakereleri ele alındığında Rum/Yunan tezlerinin nihai amacının, Türkiye’yi bir daha geri gelmemek üzere Doğu Akdeniz’in kalbinden geri göndermek hedefi taşıdığını idrak etmek mühimdir. Demek ki Kıbrıs’ta Türkiye karşıtı siyasi aktörlerin çözümden kast ettikleri, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki varlığına son vermektir. 

Bu nedenle Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’deki jeopolitik çıkarlarının uzun süreli yönetimi için ara oyunculardan ziyade ana oyunculara odaklanması ve sahayı doğru analiz etmesi gerekmektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin karşısında iki seçenek durmaktadır. Birincisi Doğu Akdeniz’de tüm riskleri göze alıp Amerikan politikalarını boşa çıkaracak eylemlerde bulunmaya devam etmektir. İkincisi ise Amerika’nın hayati çıkarları ile kendi çıkarlarını melezleştiren bir jeostrateji ortaya koymaktır. Fakat her hâlükârda Türkiye’nin caydırıcı bir deniz gücüne sahip olması kaçınılmazdır. 

Kafalar karışık 

Şurası bellidir ki, günümüzde hiçbir devlet Doğu Akdeniz’in bütün politik yükünü tek başına taşıyabilecek kadar güçlü değildir. O yüzden Doğu Akdeniz’de yeni tip ittifak yapıları gün yüzüne çıktı. Bu durum sadece doğalgaz meselesiyle izah edilemez. Mesela, İsrail’in Doğu Akdeniz’deki siyasi denklemi şekillendirmesinde, doğalgaz kaynaklarının kontrolü kadar geleneksel ve içgüdüsel güvende olmama duygusu da yatar. Keza ABD’nin Doğu Akdeniz’de Sovyet tehdidini önleme stratejisi, Rusya üzerinden kaldığı yerden devam etmektedir. Buna bir de İsrail’in güvenliği meselesi eklendi. Rusya ise Akdeniz’deki nüfuzunu artırıcı stratejileri ön plana çıkarıyor. 

Örneğin Moskova, Suriye’de perçinleşen gücünü Kuzey Afrika ülkelerine taşımaya çalışarak, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da ABD ve AB’nin pozisyonunu boşa çıkarıcı bir tutum izliyor. Rusya’nın Libya’da Hafter destekçisi Arap ülkelerini koordine ederek Libya’ya paralı asker sevk etmesinin altında yatan en önemli faktör, Kuzey Afrika (Mısır) ve Körfez ülkelerinde (Birleşik Arap Emirlikleri) Suriye’dekine benzer güç elde etme stratejisidir. Bu vaziyeti, sadece Türkiye karşıtlığı çerçevesinde okumak eksiklik olur. Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki görüş ayrılıklarından beslenmek ve uzlaşmazlığı devam ettirmek, Rusya’nın Karadeniz ve Baltık Denizi’nin daha güvenli bir enerji tedarik merkezi olduğu görüşünü güçlendirmektedir. 

Yine Fransa ve Almanya’nın, Doğu Akdeniz’deki krize yönelik bakış açılarında ciddi farklılıklar vardır. Fransa, Almanya’nın Rusya ile Baltık üzerinden kurduğu enerji işbirliğine karşıdır. Almanya ise Fransa’nın AB şemsiyesi altında Akdeniz’de siyasi, ekonomik ve askeri gücünü artırmasından kaygı duymaktadır. Ayrıca her iki ülkenin Avrupa Birliği’nin geleceği ve Amerika’yla olan ilişkileri konusunda derin ayrılıkları bulunmaktadır. Londra ise tamamen oyunun dışına çıkmış bir vaziyet sergilemekte ve Brexit bilmecesiyle uğraşmaktadır. Fakat her zamanki gibi sıkı bir ABD destekçisidir. O halde Doğu Akdeniz’de, Batılı aktörler arasında politik bütünleşme henüz gerçekleşmiş değildir. Fakat birleştikleri tek nokta,“Türkiye’nin statükonun dışına çıkmaması” ile “Rusya’nın Akdeniz’de güç kazanmamasıdır.” 

Tüm bu belirsizlikler içerisinde Türkiye’nin yoğunlaşması gereken soru, Rusya ve ABD’nin Doğu Akdeniz’de nasıl bir denge için çaba harcadığıdır. Sonuçta Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’de ABD ve Rusya’nın yön verdiği baskılara maruz kaldığını kabul etmek gerekiyor. Belki Avrupa Birliği bir denge ortaya koyabilirdi. Fakat o da tarafsızlığını yitirmiş bir vaziyette hareket ediyor. 

Nihayetinde Doğu Akdeniz’de katı ittifakların var olması ve buna karşın dengeyi sağlayacak veya taviz verecek herhangi bir devletin bulunmaması, krizin büyümesine ve diplomasinin sertleşmesine yol açıyor. Silahlanma yarışı ve kuvvet gösterileri, uzlaşma sanatı olarak diplomasinin işlemediğini gösteriyor. En büyük beklenti, Türkiye’nin geri adım atması ve taviz vermesidir. Türkiye’nin bu ahvalde en büyük kozu ve gücü, “her bedeli ödeyecek, her yükü çekecek kadar” kararlı bir duruş sergilemesinden ileri gelmektedir. 

@ismshn