Kimin konuşmaya hakkı var?

MUHSİN KIZILKAYA /Yazar
13.10.2012

Eğer bir dönem halka zulüm eden bürokratları bugün hesap vermeye çağıracak kadar dönüşmüşse devlet, “her ölüm ruhumuzda bir kılıç yarası açıyor” diyen ve bu sesin yankı bulmasını isteyen bir emniyet müdürüne de tahammül edebilmeliyiz.


Kimin konuşmaya hakkı var?

MUHSİN KIZILKAYA /Yazar

Bundan yaklaşık on sene önce, henüz AK Parti iktidara gelmemişken, memleketim Hakkari’nin tozlu sokaklarında aylak aylak turalarken, yanıma bir polis yaklaştı. O tarihlerde Hakkari’de geziyorsanız yanınıza bir polisin yaklaşması gelenektendi. Gayri ihtiyari, “buyurun, ne istiyorsunuz?” dedim. Allah’ı var, polis çok nazikti, “efendim, kaymakamım sizi hükümet konağına bir çay içmeye davet ediyor,” dedi. Benim bildiğim ili vali idare eder, ne kaymakamı derken, meseleyi yolda anlattı. Çukurca Kaymakamı beni pencereden görmüş, tanımış, tanışmak istiyormuş. Vali yardımcısının odasının kapısında karşıladı beni kaymakam, eğer vaktim varsa polis evinde bir kahve içebilir miydik? Ben de burada, bu koşullarda, onunla polis evine gidersem, daha sonra bu şehre bir daha uğramamam gerektiğini söyledim, ama ısrar edince kırmadım, arabasına bindik, polis evine gittik. Hikayesini anlattı: “Ben ocak kökenliyim,” dedi. “Ocak kökenli” deyimini ilk defa duyuyordum, ne ola ki? Açıkladı, Ülkü Ocakları geleneğinden geliyormuş. Bursa’da idari bilimler gibi bir şey okumuş, o sırada koalisyon ortağı olan MHP’nin kontenjanından kaymakam olmuş. Genel başkana yakınmış, genel başkan nerede görev yapmak istediğini sormuş, o da Hakkari’nin Çukurca ilçesini seçmiş.

‘Ne mozaiği ulan!’

Bu kez ben sordum; “Neden Çukurca?” dedim. Milliyetçi bir ailede büyüdüğünü anlattı. İlk öğrendiği şey de bu memlekette yaşayan herkesin Türk soylundan geldiğiymiş. Başbuğ’un söylediği gibi “ne mozaiği ulan, betonuz biz”; bu ilkeye inanmış. Hala Çukurca’yı neden seçtiğini anlamamıştım, vurucu cümleyi sona saklamıştı: “Çukurca’ya, bu ülkede Kürt olup olmadığını öğrenmeye geldim,” dedi.

Sorularım bitmemişti: “Peki, Kürt var mıymış?” Hiç tereddüt etmeden, “Evet var,” dedi. Bir sene içinde kaldığı Çukurca’da, bu memlekette Türk’ten başka Kürt denilen bir kavmin yaşadığını hayretler içinde kalarak öğrenmiş. Şimdi artık dünyaya ve ülkeye başka bir pencereden bakıyormuş. O dağları, koyakları, yoksul virane köyleri, kesilmiş koyun başı gibi bakan insan gözlerini gördükçe, yetiştiği milliyetçi söylemin ne kadar boş bir söylem olduğunu kavramış. Memleketin başka bir gerçeğiyle karşılaşmış. Burada gördüğü insanların konuştukları dil hiç Türkçeye benzemiyormuş, eğer ona öğretildiği gibi bu dil dağ Türklerinin kullandığı dilse, bir ova Türk’ü olarak neden onu anlamıyormuş? Giyim kuşamları, düğünleri, görenekleri farklıymış. Dağı gördüğü dağa benzemiyor, havası suyu tattığından değilmiş. Uzun bir süre düşünmüş taşınmış ve halkla başka türlü diyalog kurmanın yollarını aramış. Az buçuk Kürtçe öğrenmiş, kaymakamlığın kapılarını yoksul köylülere açmış, dil bilmeden devlet dairelerinin, sağlık ocağının kapısında bekleşen başörtülü, rengarenk fistanlar giymiş Kürt kadınlarıyla konuşmaya çalışmış, bir süre sonra kimyası bozulmuş. Damarlarına daha küçükken zerk edilmiş olan milliyetçilik hastalığının panzehri üzerine düşünmüş. Okumuş, araştırmış ve şu sonuca varmış: “Biz bir halkın dilini, varlığını, kimliğini inkar ederek yanlış yaptık. Buralara atanan yöneticilerin hasır şapkalı birer sömürge valisi edasıyla dolaşmalarına izin vererek yanlış yaptık. En önemlisi o yöneticilere Kürtçe öğretmeyerek yanlış yaptık.”

Uzun uzun yapılan “yanlışlar” üzerine konuştuk. Kahve içtik, sohbet ettik, ahbap olduk. Ama o genç kaymakamın ulaştığı nokta, içine girdiği kimlik bunalımının onu ulaştırdığı yer her neresiyse onda kaldı. Galiba mesleğinin daha ilk basamaklarında tökezlemek istemedi, karşılaştığı gerçeği benim gibi insanlara anlatmakla yetindi, hiç basının karşısına çıkmadı. Son yıllarda buna benzer o kadar çok hikayeyle karşılaştım ki... Her biri bir roman konusu... Devlet dönüşmeye karar verdi ama dönüşürken kimyası bozuldu galiba. Öğretmenin karşısında sözlüye kalkıp ezberini unutmuş mahcup bir öğrenci gibi kaldı vatandaşının karşısında. Son günlerin mevzusu olan Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven’in dramına bakın. Recep Güven’in basının karşısına geçip bir tür “ruhsal arınma” konuşmasını yapıncaya kadar hangi badirelerden geçtiğini hiç kimse düşünmeden hep birlikte üstüne çullandılar. Hakkari’de karşılaştığım o genç kaymakam bir yılda o hale geldiyse, yirmi yıla yakın oralarda, hem de istihbaratçı ve güvenlik personeli olarak görev yapmış bir adamın ne hale geleceğini hiç kimse aklına getirmeden, ezberledikleri bütün vatan, millet, Gerede nutukları adamcağızın üzerine boca ettiler. Önce vatanmış... Nedense en büyük vatanseverler, vatanın bütün nimetlerinden yararlananlar arasından çıkıyor. Vatanın iş, aş esirgemediği, ayrıcalıklı mensupları vatana methiye dizmekten geri durmaz, dudaklarında hep bir vatanseverlik marşını terennüm ederler. Mesela kooperatiflerinde kuru fasulyenin kilosu bir lira olan, memleketin en güzel kıyılarını tel örgülerle çevirip yasak bölge ilan eden, lojmanlarında bedava oturan, maaşlarını bilmediğimiz, harcamaları Sayıştay denetimi dışında olanlar nedense vatanı en çok sevenlerdir. Ve bu nimetlerden yararlananlar, yoksulluk içinde akşam çoluk çocuğuna götürecek ekmek bulamayana vatanseverlik dersi verirler.

Ve nedense yaklaşık otuz yıldır süren bu kanlı çatışmada, bu lanet belada hep o yoksulların çocukları öldü. Ve o yoksullara hep “şehitlik mertebesinin” ne kadar yüce bir mertebe olduğu anlatıldı. Ve yine nedense bu savaşta tek bir başbakanın, tek bir bakanın, tek bir generalin, tek bir zengin işadamının çocuğu ölmedi. Azrail nasıl bir ayrıcalık yapıyorsa... Bütün bu sözünü ettiğimiz büyük şahsiyetlerin çocukları o savaşın sürdüğü o lanetli toprakların kıyısından bile geçmedi. Ölüm hep yoksulların payına düştü ve hiçbir zengin çocuğu “şehitlik mertebesine” ulaşmadı. Nedense birileri o mertebeyi onlardan esirgedi.

Efendim Diyarbakır Emniyet Müdürü gerçekleri söylemiş olabilir, ama devlet memuru konuşamaz, konuşmak siyasetçilerin işiymiş. Vay be, bu tür demeçler veren siyasetçileri gördükçe, sanki siyasi alana bürokratlar her müdahale ettiğinde birer aslan, birer kaplan kesilmişler de şimdi bir emniyet müdürüne sus diyorlar. Bakın bu ülkede onlarla ifade edilen askeri darbe oldu, bir o kadar muhtıra verildi. Mesela muhtıra veren herhangi bir generale karşı meclisteki bütün partiler neredeyse ağız birliği yaparak, sen sus, sen konuşamazsın, konuşmak bizim işimiz diye bir çıkış yaptıklarını görmüş olsaydık, bugün hep birlikte Recep Güven’e haddini bildirmeye kalkışmalarını belki mazur görebilirdik. Ama devlet katında da bürokrattan bürokrata fark var galiba. Küçük bürokrat konuşunca sen sus gözlerin bile konuşmasın diyorlar, omzunda apoleti olan büyük bürokrat konuşunca... Neyse daha fazla anlatmaya gerek yok, onlara nasıl bir muamele yapıldığı ortada...

Ölümün açtığı yaralar...

Eğer bir dönem halka zulüm eden bürokratları, dışkı yediren askerleri yaptıklarından dolayı bugün hesap vermeye çağıracak kadar dönüşmüşse devlet, “her ölüm ruhumuzda bir kılıç yarası açıyor” diye insani bir sesi çıkarıp o sesin küçük bir yankı bulmasını isteyen bir emniyet müdürüne de tahammül edeceksiniz. Eğer buna tahammülünüz yoksa o zaman halka zulüm edeni tutuklamanız hiç kimseyi ikna etmez. Bu yollardan birisi doğrudur çünkü. Zulüm eden cezasını çekecek, bir daha kimseye dışkı yediremeyecek diyorsanız; zulüm ederek bu hale geldik, her ölüm bir parçamızı alıp götürüyor diyen bir insanı da aç kurtların önüne atmayacaksınız.

Çünkü bu memlekette kendisi gibi düşünmeyeni parçalama hazır bir güruh duruyor ne yazık ki bir yerlerde. Onların işlediği günahlara ortak olmayın ey iktidar sahipleri! Fazla bir şey yapmanıza gerek yok, Bülent Arınç’ınki kadar bir vicdan hepinizi kurtarmaya yeter.

Halk avuçlarını açmış “biraz daha merhamet” diye bekliyor. Bu merhametten bir nebze gösterdiniz vakti zamanında, tamamını esirgerseniz eğer, emin olun mahşer günü sizden şikayetçi olurlar.

Recep Güvenlere kıymayın, bırakın sesleri çoğalsın onların, belki o zaman şimdiye kadar toprağa düşmüş kırk bin insanımızın ruhları az da olsa huzura kavuşur.

Ha bu arada o kaymakamı hiç unutmadım, merak ettim ne yapıyor diye. Meğerse benimle konuştuğu o yıl, Avrupa’da çıkan PKK’nin yayın organı Özgür Politika gazetesinde, bir hemşireye işkence yapılmasına izin verdiğine dair hakkında bir haber yayınlanmış. İçişleri Bakanlığı da o haberi “ihbar” kabul etmiş, oradan sürmüşler.

Siz isterseniz ironi deyin buna, isterseniz bir memleket gerçeği; bense o kaymakamı çok merak ediyorum, Recep beyin başına gelenleri duyunca ne düşünmüştür acaba?

[email protected]