Kimlik demokrasisinin sakıncaları

Doç. Dr. Bengül Güngörmez/ Bursa Uludağ Üniversitesi
19.12.2019

Çağımız demokrasilerini kimlik talepleri belirliyorsa farklı kimliklerin her biri halk mıdır? Eğer halk dediğimiz şey kimliklerden terkipse bu kimlikler nedir? Kimliğimiz hakkında sorular soramaz mıyız? : Doğulu mu Batılı mıyız? Nereye aitiz? Asıl kimliğimiz ne? “Kimlik bir hapishaneye dönüşebilir” diyor filozof Eric Voegelin. Kimlik kimi zaman sizi dışarıya, başka kimliklere kapatan bir hapishanedir. Kimliksiz bir varoluş, kimliksiz bir insan mümkün değildir ancak bir kimliği aşırı bir şekilde vurgulamanız etrafınıza kalın bir duvar ördüğünüz anlamına gelir.


Kimlik demokrasisinin sakıncaları

Demokrasi çok önceden kendisinden nefret edilen bir kavramdı. Platon hocası Sokrates’i öldüren demokratik rejimin amansız bir düşmanıdır. Bugün ise demokrasi sevilen ve kutsanan bir kavram oldu. Güçlü devletler bütün dünya devletlerinin sözde demokratikleşmesini arzularlar. Demokratikleştirme paravanı altında güçsüz düşen ülkeleri işgal edip, kaynaklarını sömürürler. Demokrasi çağımızın seküler dini. Demokrasiye inanmadığınızı söylediğinizde akademik mahfillerden dışlanır ve suçlanırsınız.

Demokratik ideallerden hep söz edilir ama demokrasi demek “tartışma” demektir. Provokasyon değil. Çatışma ya da kötüye kullanılan retorik hiç değil. Demagoji demokrasiyi çürüten şey. Demokrasi çağında, yani “tartışma” çağındayız. Demokrasiyi diğer sistemlerden ayıran bir özellik varsa o özellik “kamusal tartışma”dır. Kamusal alanda tartışmanın olmadığı bir demokrasi düşünülemez.

Eski sistemde aşkın otoriteye bağlanan iktidar bir şahsiyette somutlaşıyordu: Bir prenste, kralda ya da sultanda. “Egemenliğin ete kemiğe bürünmüş hali olarak kral asla ölmez diye açıklıyordu büyük tarihçi Ernst Kantorowicz çünkü kral öldüğü zaman fiziki bedeni ölür ama ‘mistik bedeni’ ölmez. O bedene Tanrı’nın ihsan ettiği saltanat can verir: ‘Kral öldü, yaşasın kral!.. Oysaki halkın egemenliği fiziki bir bedende can bulamaz.’” (Emilio Gentile, “Demokraside Halk Her Zaman Egemendir” (Yalan!), İletişim Yayınları, 2017, s. 101) Fransız Devrimi monarklara, saltanat geleneğine meydan okudu. Demokratik devrim ve halkın egemenliği meselesinden sonra iktidardaki bu somutluğun yerini bir belirsizlik aldı. Bu durum iktidarı boş ama doldurulacak bir yer haline getirdi. Demokratik toplumlarda yönetim, yönetimdeki kişi ölene kadar sürmez ve iktidar bir şahsiyette somutlaşmaz. Hükümetler gelirler ve giderler. Hükümet gelene kadar ne olacağı belirsizdir. Yönetim kimsenin elinde sabit bir şekilde bulunmaz. Demokratik toplumlarda iktidar belirsizdir. Claude Lefort, bunu “kesinliğin yok oluşu” diye adlandırır. Demokrasi demek bu yüzden tartışma demek. Biz bu boşluğu kimin dolduracağını tartışırız. Adayları tartışırız ve sonunda kararımızı veririz. Seçimler belirleyicidir ve tartışmanın neticesinin karara bağlanması seçimlerin doğru ve dürüst yapılmasına bağlıdır.

Günümüz demokrasilerindeki en temel mesele, bu tartışmanın hakkıyla yapılıp yapılmadığı meselesidir. Basın yayın organları, medya, sivil toplum örgütlenmeleri, akademik ve entelektüel platformlar kamuoyunun dâhil olduğu bu tartışmada büyük bir rol oynarlar. Mesele kamuoyunun kanaatlerinin yönlendirilip yönlendirilmeden doğru tercihlerde bulunup bulunmadığıdır. Bu buzdağının görünen yüzü. Demokratik tercihlerin bireyin kendi arzuları ve istekleri doğrultusunda yapılacağına dair demokratik varsayım demokratik bir yönetimin temelini oluşturuyor. Ancak bir de buzdağının görünmeyen bir yüzü var.

Birinci hedef ‘kurtuluş’

Ernesto Laclau ve Laclau’nun kitabına bir önsöz yazan Ahmet İnsel, iki yüzyıldan beri siyasal mücadelenin birinci hedefinin “kurtuluş” olduğunu ifade eder: Halkların kurtuluşu, sınıfların kurtuluşu, bireylerin kurtuluşu, kadınların kurtuluşu. Kurtuluşun hedefi ise özgürlüktür; özgürleşme. Kolonyal hakimiyetten, yani sömürgecilerden kurtulmak, sınıf tahakkümünden kurtulmak, toplum veya devlet baskısından kurtulmak, erkek egemenliğinden kurtulmak, cinsel baskılardan kurtulmak vb. gibi bütün bu toplumsal ve bireysel talepler özgürleşme hedefi içinde anlamlandırılmıştır. Bir siyasi eylemin evrensel meşruiyeti özgürleşme iddiasıyla belirlenirken siyasal özne özgürleşme arzusu ve iddiasıyla hareket etmektedir. (Ahmet İnsel, “Tikelci Evrensellik Mümkün mü?”, Ernesto Laclau, Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme içinde, Birikim Yayınları, 2000,s.8) Bu durum politik değil, politik teolojiktir. Kurtarıcılık misyonu özünde dinlere aittir ve dinseldir. Birey sürekli olarak özgürleşmek arzusuyla dolup taşar fakat İnsel’in de sorduğu gibi özgürlük nasıl bir kavramdır?  Özgürlüğün felsefi tarihine burada giremeyiz. Liberaller özgürlüğü en azından şu basit ifadeyle tarif ederler. Hayek’e göre özgürlük kişinin engellenmemesi anlamına gelir. Elbette kavram düşünürler tarafından çok uzun değerlendirmelere ve analizlere konu olmuştur. Özgürlük yalnızca dış etkenlerle mi ilgilidir yoksa manevi içsel özgürlükten de bahsedebilir miyiz? Mutlak bir özgürlük var mıdır yoksa biz aynı zamanda tarihin, toplumun, piyasanın, doğanın, duygularımızın, arzuların da kölesi olabilir miyiz? Yoksa özgürlük bağımsız olmayı, yalnızlığı mı gerektirir? “Özgür olmak için en az iki kişi gerekir” diyor Zygmunt Bauman. Sorular çok. Anlaşılan o ki bu zor kavramı açıklamayı bir tarafa bırakmalıyız. Bu durumda İnsel’in tespitine katılabiliriz. Günümüzde evrensel eşitliğe dayalı özgürlük anlayışının yerini “kimlikler savaşı” almıştır; kültürel kimlikler, etnik kimlikler, cinsel kimlikler, siyasetin önde gelen simgeleri haline gelmiştir. Ben buna dinsel ve ekolojik kimlikleri de eklemek istiyorum. Gerçekten de bugün çevremize baktığımızda solun kurtuluş siyasetini özellikle kimlik temelinde yürüttüğünü, radikal grupların bile meşruiyetlerini savundukları kimliğin taleplerinin özgürleşmesi konteksinde kazandıklarını söyleyebiliriz. Söz gelimi son günlerde gençler arasında oldukça popüler bir kimliğe dönüşen veganlığı ele alalım. Et yemeyi seviyoruz Peki kim vegan olmak ister? Veganların söyledikleri kabaca söylersek şudur: Et yiyenler ot yemek isteyenlere baskı (!) yapmasın! Hayvanların haklarını korumak adına et yemeyin. Et yemek kapitalizmin çarklarını döndürür. Neticede bunları duyanlar olarak hiçbirimiz “Vegan olmak istiyorsan kendin gidip ol ama bana bu isteğini dayatma çünkü ben et yemeyi seviyorum, et yemekten vazgeçemem” diyemiyoruz. Benzer bir ifadeyi Kadın hareketi için de LGTBİ hareketi için de kullanabilirdik. Bunu söylediğimiz an, ayrımcı, anti-demokratik, cinsiyetçi, homofobik, gerici ve ırkçı, barbar hatta faşist sayılırız.)

Halk kimdir?

                Demokrasinin basit tarifi şudur: Halkın egemenliği, yani idarenin, halk için, halk tarafından ve halkın istekleri doğrultusunda yapılması. Abraham Lincoln bununla en etkin tariflerden birisini yapıyordu. Bu durumda sorulması gereken soru şudur: Halk kimdir? Çağımız demokrasilerini kimlik talepleri belirliyorsa farklı kimliklerin her biri halk mıdır? Eğer halk dediğimiz şey kimliklerden terkipse bu kimlikler nedir? Kimliğimiz hakkında sorular soramaz mıyız? : Doğulu mu Batılı mıyız? Modern miyiz geleneksel miyiz? Dindar ve inançlı mıyız yoksa seküler ve inançsız mı? Seküler ama inançlı mı? Toplum beni ne kadar belirliyor? Kültür kimliğimi oluşturmada nasıl bir rol oynuyor? Biz gerçekte kimiz ve derinlerimizde neler var? Nereye aitiz? Asıl kimliğimiz ne? “Kimlik bir hapishaneye dönüşebilir” diyor filozof Eric Voegelin. Kimlik kimi zaman sizi dışarıya, başka kimliklere kapatan bir hapishanedir. Kimliksiz bir varoluş, kimliksiz bir insan mümkün değildir ancak bir kimliği aşırı bir şekilde vurgulamanız etrafınıza kalın bir duvar ördüğünüz anlamına gelir. Söz gelimi hoca kimliğimi aşırı vurgularsam kendimi öğrencilere kapatmış olurum. Türk kimliğim kendimi diğer etnik kimliklere kapatabilir. Dinsel kimliğimi aşırı vurgulamam başka dini kimliklerle empati kurmamı ya da seküler kimliklerle iletişim kurmamı engelleyebilir. Bu durum başka şeyler için de geçerlidir.

Demokrasi hakkında harikulade bir metne imzasını atmış olan Emilio Gentile temel bir soruyu soruyor: “Demokraside halk her zaman egemen midir?” Kimlikler üzerinden siyasetin yapıldığı bir demokraside halk egemenliği yitirmiş demektir. Ya da halk egemenliksizleştirilmiş olur. Halkın bizzat kendisini mistik bir hale büründürüp meseleyi çözme girişimleri de mevcuttur. “Halkın sesi Tanrı’nın sesi”dir gibi. Ancak bu türden girişimlerin de demokratik belirsizliği çözmediği, Alman Volk u gibi ırkçı çağrışımlar içerdiği ve tehlike arz ettiği zaman içinde anlaşılmıştır. Bu egemenliksizleştirilme ya da halkın egemenliğinin ete kemiğe bürünememesi durumu başkanlık sistemi yoluyla belki bir ölçüde giderilebilir. “Başkanlık olmayan demokrasilerde” diyor Gentile, devletin başı halk tarafından seçilmediği için, egemen halk, sembolik olarak vücut bulduğu kişi olmaya talip olamaz. Buna karşılık başkanlık veya yarı başkanlık olan cumhuriyetlerde devletin başındakiler bu iddiada bulunabilirler. Ama bu durumlarda dahi, bazı olaylarda, ihtilaflara ve itirazlara kaynaklık ederler. Çünkü görevdeki başkan için kim oy vermemişse karşı görüşün seçmenlerini de içeren egemen halkın kişileştirilmesini o başkanda görmeyi reddederler. Özgür Fransa’nın Nazi Almanyası’na karşı olan lideri, V. Cumhuriyetin kurucusu ve halk tarafından seçilmiş başkanı General de Gaulle, kendisinde Fransa’nın ebediyen yaşadığını hissediyordu. Ancak siyasi muhalifleri, sosyalistler ve özellikle de komünistler, onu faşist bir diktatör olmakla suçluyordu.” (Gentile, 2017: 103) Gentile’in söylediğini açarsak, başkanlık sisteminin olmadığı demokratik toplumlarda iktidar belirsizdir ve iktidar bir şahsiyette somutlaşmadığı için halk oy verse bile kendisini onda göremez. Bu anlamda demokratik toplumlar sürekli bir belirsizlik, istikrarsızlık tehdidiyle karşı karşıyadır.

Koalisyonlar ve krizler cumhuriyeti

                Türkiye’de muhalefet sıkça parlamenter sisteme dönme arzusunu dillendiriyor. Başkanı artık halk seçiyor ve halk elde etmiş olduğu bir hakkı niçin geriye versin? Üstelik tarihine baktığımızda Türk demokrasisi, bir koalisyonlar ve siyasi ekonomik krizler cumhuriyetini işaret ediyor. Türkiye demokrasisi egemenliğin ete kemiğe bürünmesi konusundaki yıllardır süren sıkıntısını giderme istikametinde geçtiğimiz yıllarda büyük bir adım attı. Halkın referandum yoluyla alınan desteğiyle birlikte başkanlık sistemine geçiş yaptık. Bu geçiş fazla bir toplumsal infial uyandırmadan Cumhurbaşkanımızın siyasi liderliği vasıtasıyla da gerçekleşti. Bu adım aslında demokrasinin bütün sorunlarını çözmek için atılmadı. Demokrasi hayat gibi sorun üretmeye devam edecektir. Hiç sorunsuz bir siyasi sistem yoktur. Mesele kimlik demokrasisinin tuzaklarına çok fazla düşmeden sorunlarımızı demokratik yol ve yöntemlerle ve başkanın aktif ve kararlı sorun çözme pratiğiyle halletme meselesidir. Başkan kim olursa olsun ihtilaflar her zaman sürecektir. Zaman içinde kimliğe aşırı vurguyla siyaset güden başkanlar daha az kuşatıcı ve kaybetmeye meyyal olacaklardır. Bununla birlikte başkan kim olursa olsun ihtilafların sürmesi yaşadığımızın, toplum olarak canlı olduğumuzun en büyük göstergesidir. Demokrasimiz bir hayli genç. Olması gereken şey demokrasinin bir mit, ulaşılamaz bir ideal değil, etnisite, ırk, milliyet, cinsiyet, din, sosyal statü ayrımı olmaksızın, kimlik siyasetine düşmeksizin, bireylerin onuru, özgürlüğü ve hukuki eşitliği temelinde bir toplumun inşası için akılcı bir metod, yol, yöntem ve amaç değil, araç olmasıdır.

[email protected]