Kimlik siyaseti: Rüya mı, kâbus mu?

Dr. MUSTAFA ALTUNOĞLU Anadolu Üniversitesi Öğretim Üyesi
6.12.2014

Kimlik, popülaritesi son derece yüksek bir kavram. Bu popülariteyi farklı disiplinlerden gelen sosyal bilimcilerin bireyi, toplumu, dünyayı anlama çabalarına sağladığı katkıya borçlu. Marx’ın ‘sınıf’ına Weber’in ilave ettiği kavramları hatırlayalım. Birer ideal tip olarak ‘statü’ ve ‘parti’yi kastediyorum. Her biri ve elbette daha başkaları da, içinde yaşadığımız gerçekliği anlamaya ve bir öz-düşünüme imkân sağlamaları açısından hâlen vazgeçilmezler. Buna mukabil, tarihî, sosyal ve siyasî vasatın yeni bağlamı kimliği diğerleri rağmına daha merkezî bir kavram hâline getirdi.


Kimlik siyaseti: Rüya mı, kâbus mu?
Kimliğin sosyal bilimlerin merkezine yerleşmesi esas itibariyle ‘yeni toplumsal hareketler’in 1960’ların sonlarından başlayarak bir dizi talep üzerine inşa ettikleri kolektif eylemleri eliyle gerçekleşmiştir. Bu talepleri ana başlıklar hâlinde sıralayalım: Barış, nükleer silahların kullanımının terk edilmesi, ekolojik dengenin korunması, özgürlük, temel haklara saygı, devletin otoritesinden özerk kamusal alanların genişlemesi, gündelik hayatın demokratikleştirilmesi, kültürel hakların tanınması. Elbette listeyi uzatabiliriz. Buna ihtiyaç duymaksızın, bir noktanın altını önemle çizmemiz gerekir. Sıralanan taleplerin hiçbiri salt iktisadî bir temele dayanmıyor. Kültürel, manevi ya da hümanist nitelikleri çok açık. 
 
Yeni toplumsal hareketlerin taleplerinin niteliği ‘zamanın ruhu’na dair basit bir gerçeği fark etmemize imkân tanıdığı için önemsenmeli: Sosyal çatışmanın ekseni kaymaktadır. Emek-sermaye çelişkisine ya da sınıfa dayalı çatışmanın yerini kültür ya da kimlik esaslı çatışmalar almaktadır. Bir başka deyişle, kimlik, sınıfı tahtından ederek, kolektif siyasî mücadelelerin dinamosu olma statüsüne yerleşmektedir. Bu eksen kaymasının sebepleri üzerinde ayrıca durulmalı.
 
Akla gelen en belirgin sebep sistemin hayat-dünyasını kolonileştirmesidir. Bu tespiti Habermas’a borçluyuz. Devlet ve piyasa alt-sistemlerinden müteşekkil sistem, hayat-dünyasının çoğulluğunun üzerini kendi çıkarları lehine örtmek ister. Homojenleştirici bir pratiği işler kılmaya çalışır. Her türlü farklılığı bahçeci bir faaliyetle tırpanlar. Bahsedilen anlamda kolonyal arzulara yönelik itirazlar kolektif bir direnişte; yani kimlik siyasetlerinde vücut buldular. O hâlde, din, etnisite ya da cinsiyete dayalı tanınma taleplerine aracılık eden kimlik siyasetlerinin, öncelikle devletin ve piyasanın kolonyalizmine yöneltilen itirazların ürünü olduğunu söyleyebiliriz.
 
Kimliğin kolektif siyasî mücadelelere öncülük eden bir konum elde edişi, devlet ve piyasa ile bir başka açıdan daha ilişkili. Şöyle ki, devletin sosyal niteliğini simgeleyen işlevlerini piyasa lehine terk edişi, bireyleri yeni ayakta kalma stratejileri geliştirmeye mecbur etti. Neo-liberalizmin ya da küreselleşme sürecinin ürünü olan bu stratejilerin başında yeni dayanışma ağlarının inşaı gelir. Cemaate, geleneğe dönüş de diyebiliriz buna. Böylelikle, dine ya da etnisiteye dayalı dayanışma ağları, bireyler için devletin boşalttığı ve(ya) boşaltmak zorunda kaldığı alanları dolduran güvenilir bir liman hâline geldiler. 
 
Devletin piyasa lehine boşalttığı alan, sadece vatandaşların eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçlarını üstlenmeyi terk edişinden ibaret değildi. Hem siyasî hem de kültürel hacmini de önemli oranda piyasanın kontrolüne devretmek zorunda kaldığını unutmayalım. Bu zorunlu güç yitimi, zaten bir hayal edilmişliğin ürünü olan ulusal kimliğin maruz kaldığı küresel basınca direnme imkânlarını sınırladı. Ulus-devlet üzerindeki küresel basınç, diğer yandan uzun süredir kolonyal arzuların nesnesi hâline gelen gündelik hayatın çoğul unsurlarının farklılıklarını ifade etme kanalları açmalarını kolaylaştırdı. Özetle, devlet ve piyasa arasındaki ilişkinin aldığı biçim sebebiyle, yeni dayanışma ağları hem iktisadî hem de kültürel anlamda güvenlik ihtiyacına cevap veren bir rol üstlenebildiler.
 
Ulusal ya da uluslararası düzlemde gerçekleşen yoğun insan hareketliliğini, mesela II. Dünya Savaşı sonrası yoğunlaşan işçi göçünü ve kentleşme eğilimindeki belirgin artışı kimliğin kolektif siyasî mücadelelere öncülük etmeye başlamasını mümkün kılan dinamiklere ekleyebiliriz. Lâkin hem göç hem de kentleşme eğilimlerindeki artış daha önce sıraladığım iki sebepten bağımsız bir biçimde ele alınabilir nitelikte değiller. Çünkü, devletin kolonyal arzuları ve sosyal niteliğinin aşınması, esasen göçmenlerin kimlikleri ile özdeşlik kurmanın ötesinde başka çarelerinin kalmaması anlamına gelir.
 
Kimliğin popülaritesi, sıraladığım ilk elden akla gelen sebeplerin gösterdiği üzere, tarihî, sosyal ve siyasî vasatın bir eseri. Ulus-devlet, piyasa, birey ve kolektif özneler arasındaki karmaşık ilişkilerin analiz edilmesine katkı sağlayabildiği oranda, kimlik, ihmali imkânsız kavramlar arasındaki yerini muhkemleştiriyor.
 
Toplum ve siyaset 
 
Yukarıdaki tartışma, toplum ve siyaset arasındaki mütekabiliyetin kimlik siyasetlerinde nasıl açığa çıktığının bir işareti olarak da görülebilir. Bir etki-tepki ya da sebep-sonuç düzeneği kurulacak olursa, kimlik siyasetlerine ilişkin söylenmesi gerekenler elbette çok daha fazladır. Ancak ben kimliğin ve özellikle kimlik siyasetlerinin bütün popülerliğine rağmen hâlen bir dizi belirsizlikle malûl olduğunu vurgulamakla yetineceğim. Belki bundan daha çok bu belirsizliği mümkün mertebe gidermenin yollarını arayacağım.   
 
Türkiye’deki yaygın kullanımıyla kimlik siyaseti her nedense sadece etnik ya da dinî grupların hak talepleri ile ilişkilendiriliyor. Dahası bu talepler çoğu zaman bölünmeye, kutuplaşmaya zemin teşkil etmekle itham ediliyor. Bu kapsamda bazen HDP’ye bazen AK Parti’ye yönelik itirazlara vesile kılınıyor. Daha açık bir biçimde ifade edilirse, HDP ve AK Parti kimlik siyaseti yaparak memleketi bölen, kutuplaştıran aktörlerin başına yerleştiriliyor. Söz konusu itiraz ya da eleştirilere, oldukça sert bir biçimde CHP’nin önde gelenlerinin ifadelerinde rastlayabiliyoruz. Kemal Kılıçdaroğlu, genel başkan seçildiği günden beri sık sık bu yöndeki kanaatlerini kamuoyuyla paylaştı. Örneğin, yakın bir zamanda, Başbakan Ahmet Davutoğlu’na hitaben dile getirdiği “kimlik eksenli siyaset yaparsanız, insanların mezhebine, inancına, yaşam tarzına veya kimliğine yönelik politika yaparsanız, o zaman bu toplumu ayrıştırır ve toplumda gereksiz gerginliklere yol açar[sınız]” ifadelerinde kimlik siyaseti yapmak ayrıştırmakla, gerilimlere yol açmakla eşleştiriliyor. CHP lideri dışında pek çok gazeteci ve akademisyende de benzer bir eğilime rastlayabiliyoruz. Bütün bunlarda kimlik siyaseti, özetle sadece din ve etnisite temelli talepler ile ilişkilendiriliyor ve pejoratif bir anlam yüküyle donatılarak sunuluyor.
 
Şunu kabul ediyorum: Etnik ve dinî kimliklerin tanınma ya da hak talepleri bir kimlik siyasetidir. İkincisi, kimlik siyasetleri bir büyük kâbusa ve hayal kırıklığına kaynaklık edebilmektedirler. Lâkin, önemle not edilmelidir ki, kimlik siyaseti sadece bu iki özelliği ihtiva etmez. Dolayısıyla, onu etnik/dinî kimliğe ve bölünmeye/kutuplaşmaya zemin teşkil etmeye sabitlemek, bir art niyet içermiyorsa bile gerçeğin sadece bir yönü ile iş görmeye çalışıyordur. Bir bakıma kimlik siyasetinin çoğulluğunu sadece bir noktaya sabitliyor, indirgiyordur.
 
Kimlik ve çoğulluk
 
Kimlik siyasetlerinin çoğulluğunu iki ana hat üzerinde ele alabiliriz. İlki, kimlik siyasetlerinin özneleri, ikincisi ise sonuçları ile ilgilidir. Her iki hatta bizi bekleyen, baştan söylemeliyim ki, çoğulluktur. Kimlik siyasetlerinin öznelerini söz konusu ettiğimizde, hem etnik kimliklerin tanınmasına dair taleplere aracılık eden hem de dinî ve cinsiyet temelli hareketler kimlik siyasetleri yapan özneler kapsamındadır. Bundan daha önemlisi, devletler de her zaman bir tür kimlik siyasetinin uygulayıcısıdırlar. Bu tür bir kimlik siyaseti, bazen ulusal kimliği esas kabul ederek farklılıkları baskı altına alması itibariyle tekçidir; bazen çağdaş demokrasilerde karşımıza çıktığı gibi, çoğulcudur. Ayrıca, bir hayal edilmişliğin ürünü olan ulusal kimlikle özdeşleşmeyi hayatlarının merkezine yerleştiren kolektif hareketler de (örneğin CHP ve MHP gibi siyasi partiler) bir tür kimlik siyaseti yapan özne mertebesindedirler. 
Kimlik siyasetlerini yol açtıkları sonuçları dikkate alarak değerlendirdiğimizde ise, hem bir rüya hem de kâbus ile karşı karşıya kalırız. Kimlik siyasetinin bir rüyayı temsil edişi, yukarıda ifade etmeye çalıştığım gibi, kültürel anlamda homojenleştirici ve iktisadî anlamda yoksunlaştırıcı pratiklere karşı sığınılacak bir liman olması ile ilgilidir. Dahası üzeri örtülen, bastırılan farklılıkların tanınma çabasına öncülük etmesi bakımından özgürleştirici bir potansiyele sahiptir. Bu potansiyelin heba edildiği örnekler, bize kimlik siyasetinin kolaylıkla kötü bir kâbusa yol açabildiğini gösteriyor. Dinî, etnik ya da cinsel kimliğe dayalı kimlik siyasetleri belli bir sosyal/tarihî deneyimin içinde olumsal bir biçimde inşa edildikleri gerçeğini ihmal edip; sorgulanamaz, sabit ve mutlak bir özü temsil etmeye başlarlarsa, yani mutlak bir özdeşlik uğrağı hâline gelirlerse onlar için tehlike çanları da çalmaya başlamıştır. Çünkü, artık demokratik bir zeminde müzakere etmek yerine, içe kapanmaya; dolayısıyla ‘ötekileştirici’ pratiklere kaynaklık etmeye, kutuplaşmaya ve çatışmaya eğilimli hareketler hâline gelmişlerdir. Bu türden içe kapanmanın daha çok bireyi ilgilendiren bir başka sonucu ise, kolektif özdeşlik hesabına bireysel farklılıkların üzerinin örtülmesidir. Bireyin yokluğa mahkûm edilmesidir.  
 
Kimlik siyasetlerinin hem ardındaki özneleri hem de sonuçlarını esas aldığımızda, belirgin biçimde çoğul unsurlar göze çarpıyor. Bu çoğulluğu gözden uzak tutmak ve onu tek bir noktaya sabitlemek, siyaseten umulan faydayı belki temin edebilir. Ya da etmeyebilir. Derdim bu değil. Fakat bu arada, gözden kaçırılanlar, belki de yıllardır aranan cevaba dair bir ipucu niteliğindedir: CHP neden bir türlü başarılı olamıyor?